Paran varsa (ya da bizim istediğimiz kadar) konuş yasası!

Kürt halkının 68 günlük destansı açlık grevi direnişi karşısında bir çözüm olarak benimsenen, “anadilde savunma hakkı yasası” olarak yansıtılan, kamuoyunda günlerdir tartıştırılan tasarı birkaç gün sonra meclis Adalet Komisyonu’nda ele alınacak. “Ceza Muhakemesi Kanunu ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” adını taşıyan tasarı, bu haliyle, AKP’nin şahsında burjuvazinin işçi sınıfı ve ezilen halklar başta olma üzere halkları oyalama, aldatma ve kandırma alışkanlığının/pratiğinin somut ve güncel bir örneği olarak tam anlamıyla bir ucube. Zira tasarıda tanımlanan şeyin “anadilde savunma hakkı” ile uzaktan yakından bir ilgisi olmadığı gibi, basit bir “hak” olarak bile tanımlanması mümkün değil.

Birincisi; tasarıda “Sanık istediği bir dilde savunma yapabilir.” ifadesi ile özellikle “anadil” kavramının kullanılmasından kaçınılıyor. Nitekim Adalet Bakanı Sadullah Ergin düzenlemenin “Açlık grevinin bir sonucu olarak değil, temel insan hakları çerçevesinde değerlendirildiğini” söyleyerek konuya açıklık getiriyor: “Anadilden daha geniş bir düzenlemedir. Bunun içinde Kürtçe de var, Çerkezce de var. İyi niyetli bir çalışmadır, herkesi iyi niyete davet ediyorum”.

İkincisi, tasarıda bir “hak”tan değil, olsa olsa bir tercihten, hatta “sınıfsal” bir tercihten söz edilebilir. Zira tercümanın masraflarının yargılanan kişi tarafından karşılanması öngörülüyor. “Tercih” ile “hak” arasındaki en önemli fark, “hak” olarak kabul edilen şeyin yükümlülüğünün kamu/devlet tarafından üstlenilmesidir. Tasarı, bu noktada ironik bir şekilde Kürt sorunu ile sınıf sorununun iç içeliğini ayna gibi yansıtmış oluyor. Parası olan Kürtler tercüman tutsun, parasızlar sussun! Böylece, devletin her kademesindeki özelleştirme kervanına adaletin de katılmış olduğunu açıkça görüyoruz. Ama bitmedi para da yetmiyor. Geliyoruz üçüncü özelliğe. Yargılanan kişinin “başka dilde” paralı savunma hakkı sadece iki aşama ile sınırlı tutuluyor: iddianame ve mütalaa aşamaları. Oysa Türkiye’de ceza yargılamalarının, hele ki 3-4 yıldır sürmekte olan KCK yargılamaları düşünüldüğünde, çok çok uzun bir süreyi kapsadığı açıkça bilinmekte iken böylesi bir sınırlamanın savunmayı engelleme amacı taşıdığı ortadadır.

Sonuç olarak; siyasi otoritenin “ben yaptım oldu” ve “ben ne verirsem o kadar” mantığı ile yapmış olduğu bu kadar sınırlı ve kısıtlı bir düzenlemenin  “anadilde savunma hakkı” olarak tanımlanması bile son derece tehlikelidir. Yapılması gereken böylesi sahte, göstermelik yasalara “iyi niyetli girişim”, “kazanım” diyerek AKP’nin ve egemen sınıfın utanç verici yüzünü gösteren bu olayı masumlaştırmak/meşrulaştırmak değil, “anadilde savunmanın” yüzlerce insanın açlık grevlerinde sakatlanma, kalıcı bir biçimde rahatsızlanma pahasına talep ettiği şekilde şartsız, koşulsuz ve sınırsız bir biçimde yasal bir “hak” olarak düzenlenerek yaşama geçirilmesini talep etmeye devam etmektir.