Obama, Küba… Papa

ABD’nin Küba ile ilişkilerinde yarım yüzyıllık bir aradan sonra yeniden düzenlemeye gitmesi, gelecekte tarihe nasıl geçecek? Kimse ABD tarafından yıllardır haksız yere tutsak tutulan Küba 5’lisinin hâlâ hapiste olan üçünün salıverilmesini hatırlamayacak. Kimse Castro ailesinden biri Küba’nın başında iken ABD Küba’yı kucaklamak zorunda kaldı demeyecek. Demeyecek çünkü ABD Küba’yı kucaklamak zorunda kalmadı. Uluslararası kapitalist düzene daha çabuk bağlamak için önündeki engelleri kaldırdı. Mesele bu kadar yalındır. Kutlamaya yer yok. Küba adım adım kapitalist restorasyon yoluna giriyor. Obama da bu yolu temizliyor. Arabulucu da Papa Franciscus.

Obama ile Raul Castro arasındaki anlaşmanın ne olduğunu anlamak için ABD ile Küba arasındaki gerilimin tarihine kısaca değinmek gerekiyor. Fidel Castro ve Ernesto Che Guevara önderliğindeki gerillaların 1958-59 yılbaşında Havana’ya girerek diktatör Fulgencio Batista’yı devirmesinden iki yıl sonra, ABD Ocak 1961’de Küba ile diplomatik ilişkilerini kesti. Bundan kısa bir süre önce de Fidel yönetiminin ABD şirketlerini kamulaştırmasına karşı başkan Eisenhower Küba’ya ticari ve finansal ambargo uygulamaya başlamıştı. Nisan 1961’de bu kez başkan John Kennedy, Domuzlar Körfezi diye bilinen bir olayda Küba’yı karşı devrimci Kübalılarla işgal etmeye kalkıştı ve rezil oldu. O noktadan itibaren ABD ajanları Fidel’e defalarca başarısız suikastler düzenlediler. 1962 yılında yaşanan ve tarihe “Küba füze krizi” olarak geçen olayda ABD, Sovyetler Birliği’ni adaya yerleştirmiş olduğu nükleer başlıkları geri çekmeye zorladı. 13 gün boyunca dünya nükleer savaş korkusu ile nefesini tuttu. Sonunda ABD’nin Türkiye’den Sovyetler Birliği’ne yöneltmekte olduğu nükleer tehdidin geri çekilmesi karşılığında Sovyetler de füzelerini Küba’dan çekti.

1960’tan 2014’e yarım asırdan uzun bir süre ABD Küba ekonomisine ciddi zarar veren bir ambargo uyguladı. Küba ile diplomatik ilişki kurmayı reddetti. Ayrıca Küba’yı “teröre destek olan devlet” olarak sınıflandırdı. Amerikan vatandaşlarının Küba’ya seyahat etmesini engelledi. Şimdi Obama bu önlemlerin büyük bölümünü ortadan kaldırıyor. Bir tek ambargo yasayla konulmuş olduğundan, kalkması için Kongre’den onay çıkması gerekiyor. Kongre ise Küba’ya hâlâ düşman olan ve Florida’daki çok büyük Kübalılar topluluğunun karşı devrimci kampının etkisini de hisseden Cumhuriyetçilerin elinde. Ama Obama şimdiden seyahat, ticaret ve bilgi akışı konusunda kısıtlamaları elinden geldiğince kaldıracağını vaat etti. Ambargo muhtemeldir ki bir süre sonra Kongre’de kaldırılmasa bile delik deşik olacaktır.

Sorulacak soru şudur: bayram seyran değilken Obama neden Küba’ya ambargoyu kaldırmıştır? Bunun karşılıksız bir adım olduğunu ummak politikaya bütünüyle safdil biçimde bakmaktır. Obama ABD’nin, en başta Venezüella, Bolivya, Ekvador, Nikaragua, hatta Arjantin olmak üzere Latin Amerika ülkelerinin bir kısmıyla ilişkilerinde son yıllarda yaşanmakta olan gerginliği azaltmaya çalışıyor olabilir. Çünkü en azından bu ülke hükümetleri nezdinde, ama Latin Amerika’nın her ülkesinde halkın gönlünde Küba çok makbul bir ülkedir. Ama bundan çok daha önemlisi, Obama’nın Küba’dan ne beklediğidir. ABD yönetimi, Küba’nın bugünkü yönetiminin çok yavaş bir geçişle işçi devletinin kamu mülkiyeti temelli, merkezi planlamaya dayanan ekonomisini terk etmeye yönelmekte olduğunu görerek bu yönelişi kucaklamış, cesaretlendirmiş, kolaylaştırmış olmaktadır.

2006’da ağabeyinin sağlık durumu dolayısıyla görevi devralan Raul Castro döneminde, özellikle de 2010’dan itibaren Küba, kentlerde özel sektörü geliştirmek, kamu kesimindeki istihdamı hızla düşürmek, tarımı özelleştirmek, özel bölgeler politikasıyla yabancı sermayeyi cesaretlendirmek yolunda çok önemli kararlar almış ve beklenenden daha yavaş da olsa o zamandan bu yana bunları adım adım uygulamaya girişmiştir. 2013 yılı rakamlarına göre 400 bin kişi (çoğu küçük ölçekli) özel sektör işletmelerinde istihdam edilmektedir. Hedef kısa vadede 5,3 milyonluk işgücü içinde 1,8 milyon emekçiyi özel sektörde istihdam etmektir. Tarımda gıda maddelerinin yüzde 50’sinden fazlası artık özel çiftçiler tarafından üretiliyor. Küba Latin Amerika devi Brezilya sermayesiyle bir konteyner limanının inşası ve işletilmesi, ilaç sektörü, biyo-teknoloji yatırımları, Kübalı doktorların Brezilya yoksullarına hizmet etmesi gibi alanlarda işbirliği anlaşmaları yapmıştır.

Küba’nın bu yolu seçmesi ve ABD’yle yakınlaşması biraz da çaresizliktendir. Günümüzde 11 milyonu bulmuş nüfusu ile bir ada ekonomisi olarak Küba uzun yıllar Sovyetler Birliği’nin düşük fiyatla petrol sağlaması ve adada üretilen şekerin olumlu koşullarda bütün Doğu bloku ülkelerine satılması sayesinde ekonomisini dengede tutabildi. Bu yüzden de 1991’de Sovyet sübvansiyonu kesilince ekonomi bütün 90’lı yıllar boyunca derin bir kriz yaşadı. Ancak 2000’li yıllarda Chávez Venezüella’sı ile yaşanan yakınlaşma Küba’nın yeniden elverişli fiyatlarda petrol elde etmesini olanaklı kıldığında Küba bu krizden kurtulacaktı. Ne var ki, Chávez’in erken ölümü Venezüella’da Bolivarcı hareketin iktidardan uzaklaştırılması olasılığını doğurdu. Bu gerçekleştiğinde Küba’nın yeniden 90’lı yıllara dönmesi çok ağır bir problemle karşılaşması anlamını taşıyacaktı. Raul Castro yönetimi bir bakıma bu olasılığa karşı tedbirini erkenden almıştır. Ama bu çaresizliği genel olarak sosyalizmin değil, “tek adada sosyalizm”in bir çelişkisi olarak görmek gerekir!

Şimdi ABD ile Küba arasında bütün engeller kalktığı takdirde Küba telekomünikasyondan Coca Cola’ya kadar bütün ekonomik sektörlerde ABD sermayesi tarafından neredeyse işgal edilecektir. Küba’nın ABD anakarasından sadece 150 kilometre uzaklıkta olduğunu hatırlamakta yarar var. (Karşılaştırma için Fransa’nın anakarası ile kendi sınırları içindeki Korsika adası arasındaki mesafenin 1.000 kilometre olduğu hatırlanmalı.) Buna Florida’da yerleşik Kübalı nüfusun Küba üzerinde, aynen Hong Kong ya da Tayvan’daki Çinli sermayedarların Çin’de oynadığı role benzer biçimde bir diyaspora sermayesi olarak etki yaratacağı gerçeğini de eklemek gerekir. Elbette bütün bunlar ancak Küba yüzünü kapitalizme çeviriyorsa bu etkiyi yaratır. Ama Küba bu doğrultuya girmiştir bile!

Obama’nın Küba’yı tanımasına sevinmek, 1949 devriminden 1970’li yılların başına kadar Çin Halk Cumhuriyeti’ni diplomatik olarak tanımayı reddeden ABD’nin başkan Nixon döneminde 1972’de Çin’i tanımasının tarihi sonuçları yaşanmamış gibi davranmaktır. Mao’nun Nixon ile “ping pong diplomasisi” yoluyla kurduğu ittifak o aşamadan itibaren Çin’in, ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı yürüttüğü anti-komünist politikanın yedeğine girmesi anlamına gelmiştir!

Obama ile Raul Castro arasındaki pazarlıkta Papa Fransicus’un büyük rol oynadığı, her ne kadar papadan resmen hiç söz edilmiş olmasa da, basına sızmış durumda. Bu akla kaçınılmaz olarak daha önce Papa II. Ioannes Paulus’un (daha ziyade Jean Paul olarak bilindi) oynadığı sinsi rolü getiriyor. 1978’de papa olan orijinal adıyla Wojtyla, Polonyalı idi. Papa seçilmesinin bütünüyle Katolik kilisesinin çok güçlü olduğu Polonya’yı sosyalist olarak nitelenen bloktan koparmak amacını güttüğü ilk baştan belli oldu. II. Ioannes Paulus, gerçekten de 1979-81 arası yükselen Polonya işçi ve köylü mücadelelerini kapitalist bir çerçeveye çekmekte büyük rol oynadı. Şimdi Katolik kilisesi Mart 2013’te bu sefer Latin Amerika’dan bir papa seçiyor. Üstelik papa ilerici, hatta solcu olarak lanse ediliyor. Sonra da Küba ile ABD arasında arabuluculuğa başlıyor. 2014 sonunda, bir buçuk yıl sonra iki ülke arasında anlaşma açıklanıyor. Amen!

Küba’yı dünya devrimcilerinin sevgilisi haline getiren, sadece Fidel değildi. Tarihin gördüğü en büyük enternasyonalistlerden biri olan Che idi aynı zamanda. Che, Küba, Latin Amerika, hatta Afrika devrimi için çarpışan bir enternasyonalistti, ama ana-baba memleketi Arjantin’di. Tesadüf ya, Franciscus’un Latin Amerikalı olduğunu söyledik, daha açıkçası o da Arjantinli. Sosyalist Küba’yı bir Arjantinli kurdu, bir Arjantinli çözüyor!