"Turkish Prime Minister Erdogan's Speech at the Meeting with Intellectuals" (18-10-2007)

Yukarıdaki İngilizce başlık, başbakanın PKK'ya “silahlı eylemlere derhal ve önkoşulsuz son verme” çağrısı yapmış aydınlarla 10 Ağustos 2005 günü yaptığı görüşmenin hemen ertesi günü Başbakanlık Basın Merkezi'nin internet sitesinde İngilizce olarak yayınlanan konuşma metninin başlığı. Anlamı, “Türkiye Başbakanı Erdoğan'ın Aydınlarla Görüşmesinde Yaptığı Konuşma”. Basın Merkezi'nin hiç de yaygın olmayan bu uygulaması, Başbakan'ın aydınlarla yaptığı toplantının doğasını her şeyden daha iyi açıklıyor: bu, bazılarının söylediği gibi, bir “halkla ilişkiler oyunu”dur elbette. Ama aynı zamanda, bir “AB ile ilişkiler” taktiğidir. Esas dili ne Türkçedir, ne de elbette Kürtçe. Başbakan Türkçe konuşmuş olabilir, ama meramını İngilizce anlatmıştır! Genelkurmay'ın yetkilerinin genişletilmesi basıncı ile AB ile müzakerelerin başlayacağı 3 Ekim'in tehlikeye girmesi arasında sıkışmış olan AKP hükümetinin AB'ye ve AB'yi etkileyebilecek Türkiye kamuoyuna (ve bu arada Kürtlere) bir taktik açılımı.

Başta Hürriyet gazetesi olmak üzere, Batıcı/AB'ci burjuva medyasının büyük bölümü bu toplantıyı ve özellikle Erdoğan'ın konuşmasında söylediği bazı sözleri sanki bir devrim olmuşçasına verdi. Kürt hareketinde de benzeri değerlendirmelere rastlanıyor. Buna karşılık Diyarbakır'da halkın Erdoğan'ı dinlemeye gitmemiş olması, Kürtlerin lafa karnının tok olduğunu gösteriyor. Yaratılmaya çalışılan tablonun gerçekle zerre kadar ilişkisi yoktur. Erdoğan'ın toplantıda sorunun “Kürt sorunu” olduğunu kabul etmesi hiç de büyük bir yenilik değildir. Demirel, 1991 seçimlerinden hemen sonra, yanına SHP başkanı ve başbakan yardımcısı Erdal İnönü'yü de alarak gittiği Diyarbakır'da “Kürt realitesi”ni tanıdığını ilan etmişti. 1984'te ilk PKK eylemleri başlayınca “üç beş çapulcu” diye küçümseme ifade eden Özal, 1990'lı yıllarda “federasyon” tartışmasını başlatmak istemişti. Çiller ilk başa geldiğinde Kürt sorunu için “Bask çözümü”nden söz etmişti. Mesut Yılmaz, 1999'da “AB'ye giden yol Diyarbakır'dan geçer” demişti. Dolayısıyla, Erdoğan'ın açılımının Türkiye'de hükümetlerin meseleye geçmişte yaklaşımı açısından hiçbir yenilik yok.

Olsa olsa, Recep Tayyip Erdoğan'a ne olduğu sorulabilir. Erdoğan üç yıla yakın süredir başta olan bir hükümetin başbakanıdır. Bugüne kadar Kürt sorununu ağzına almak bir yana, bu sorunun varlığını hep yadsımıştır. Başa geçtiği ilk dönemde, bir Moskova ziyaretinde bir Kürt işçi bu sorundan söz edince, açıkça “Kürt sorunu yoktur” diyebilmiştir. Bu yılın Nisan ayında Norveç gezisindeyken Kürt sorununun “sanal” olduğunu ileri sürebilmiştir. Şimdi ne olmuştur da, olmayan bir sorun birdenbire zuhur edivermiştir? Eğer Erdoğan'ın dediği gibi sorun “her soruna illa bir ad koymak gerekiyorsa Kürt sorunu” ise, başında olduğu hükümet işbaşında geçirdiği üç yıl boyunca neden eli kolu bağlı durmuş, bu hayati sorun konusunda hemen hemen hiçbir icraata girişmemiştir? Erdoğan'ın sorunu nihayet teslim etmesinin ardında aydınların gücünü görmek bütünüyle adres şaşırmaktır. Erdoğan sıkışmıştır da ondan böyle konuşmaktadır. Ama onu sıkıştıran aydınlar değildir. Bir başbakanın Türkiye'nin en yakıcı sorununun adını koyması için mutlaka savaşın yeniden gündeme gelmesi mi gerekiyordu? Erdoğan “demokratik cumhuriyet” terimini kimden duymuştur? PKK önderi Öcalan'ın 1999'dan beri ağzından düşürmediği bu cümleyi niçin kullanmıştır? Erdoğan konuşmasının en başında kullandığı “toplumsal barış” terimini kimden ödünç almıştır? Öcalan'ın 1999'dan beri kullanmakta olduğu bu terimi kullanmayı neden seçmiştir? Sorular uzayıp gider. Ama soruların sorusu cevap bekliyor: bu ülkede “Kürt” sözcüğünün 80'li yıllar sonunda (o ana kadar kullanılagelen “etnik” sözcüğünün yerine) kullanılabilmesi, dönemin genelkurmay başkanının beş-altı yıllık savaştan sonra gazeteci Mehmet Ali Birand'a izin vermesiyle mümkün olmuştu. Şimdi 1999'dan beri sürmekte olan altı yıllık sükunet döneminin üç yılı boyunca “Kürt sorunu”nu reddeden bir başbakan, nihayet sorunun bu olduğunu teslim ediyor. Neden bunun olması için savaşın yeniden başlaması gerekti? PKK'ya dönüp “silahlı eylemlere derhal ve önkoşulsuz olarak son vermesi” vaazında bulunanlar bu durumu nasıl yorumluyorlar?

Bir de Erdoğan'ın “Kürt sorunu”nun mevcudiyetini nihayet teslim etmesini sevinçle karşılayanlara (çoğunun yaşı yettiği halde) hatırlatalım: daha önce böyle açıklamaların yapılmasının ardından korkunç olaylar geldi. Demirel 1991 sonunda “Kürt realitesi”ni kabul etti; ardından 1992 Newrozunda Şırnak'ta kadın-erkek, çocuk-yaşlı 100'den fazla insan katledildi. Çiller başbakan olduğunda “Bask çözümü”nden söz etti; ardından genelkurmay başkanı Doğan Güreş ile birlikte Susurluk skandaline kadar süren derin devlet operasyonlarını devreye soktu, Mehmet Ağar”ın ifadesiyle “bin operasyon” yapıldı. Erdoğan'ın “Kürt sorunu”nu tanıması da, “topyekûn savaş”ın yeniden gündeme geldiği bir döneme rastlıyor. Asıl şimdi dikkatli olmak gerekiyor!

Şimdi, başbakan ile aydınlar arasındaki görüşmeyi ve Diyarbakır ziyaretini, genel bağlamı içine yerleştirmeye çalışalım.

Aktörler...

Başbakan ile aydınlar arasındaki görüşme, bir kısmı solcu bir dizi aydının bir çağrı yayınlaması ve sonra başbakan tarafından kabul edilmesi gibi görülmemeli. Görüşme, hükümet ve burjuvazinin bütün sözcüleri ve organları tarafından, dikkatli bir şekilde düzenlenmiş bir halkla ilişkiler operasyonu temelinde paketlenmiş ve başarıyla sunulmuştur. Bu operasyonda bütün büyük aktörlerin kendi yönelişleri açısından güttüğü amaçlar mevcuttur.

Hükümetin bugün kendini bulduğu yer AB ile genelkurmay arasında ciddi bir sıkışmışlığı ifade ediyor. Genelkurmay AB uyumu dolayısıyla budanmış olan mevzuatın yeniden sıkılaştırılmasını, bir terör merkezinin kurulmasını ve belki de kapalı kapılar ardında dile getirmekte olduğu OHAL ilanını talep ederken, AB içinde Türkiye'nin üyeliğine karşı olan güçler 3 Ekim'de müzakerelerin başlamasını engellemek için fırsat arıyor. İşte bu çapraz ateş altında, hükümet aydınları kabul ederek, bir yandan “demokratik” kamuoyunun basıncına görünürlük kazandırıyor, böylece genelkurmayın önerilerinde aşırıya kaçmasını engellemek için bir dengeleme operasyonuna girişiyor, bir yandan da AB'ye demokratlığının bir kanıtını veriyor. Bir başka amaç da, PKK ile zorlu bir mücadele gündemde iken, Diyarbakır ziyaretinin de katkısıyla Kürtlere ve Kürt hareketinin siyasi platformdaki temsilcilerine şirin gözükerek onları tarafsızlaştırmak, PKK'yı yalıtmak. Nihayet, popülaritesinin hızla gerilemekte olduğu bu dönemde Kürt oylarına göz dikmiş olduğunu tahmin etmek de güç değil.

Genelkurmay'ın da başbakan-aydınlar toplantısı konusunda farklı bir hesabı olduğuna dair belirtiler var. Bunların en önemlisi, genelkurmay başkanı Hilmi Özkök'ün aydınların başbakan tarafından kabul edileceğinin açıklanmasının hemen öncesinde söylediği sözler: “Mücadele, TSK ve diğer güvenlik kuvvetleri yanında bütün halkımızın, yöneticilerimizin ve sivil toplum kuruluşlarının da iştirakiyle topyekün bir tarzda yapıldığında daha etkileyici sonuçlar elde edilebilecektir. Terör örgütlerinin en korktuğu şey, toplumun kendilerinin dışında, tamamının, el ele, gönül gönüle bir karşı cephe oluşturmasıdır." Halkı ve sivil toplum kuruluşlarını topyekûn savaşın bir unsuru olarak ele alan bu açıklamanın zamanlamasıyla görüşmenin ilişkisi, Radikal'in iyi haber alan temsilcisi Murat Yetkin'den Cumhuriyet gazetesi yazarı Ali Sirmen'e dek bir dizi gazetecinin dikkat çektiği bir nokta. Genelkurmay (aynen 28 Şubat'ta yaptığı gibi) toplumun mümkün olduğunca geniş bir kesimini yanına çekerek Kürt hareketinin ana damarını yalıtmak ve öyle saldırıya geçmek istiyor.

İşte devletin ve hükümetin doruklarındaki bu planlar dolayısıyladır ki “yurtsever” büyük burjuva medyası toplantıya büyük önem vermiştir. Tabii ki başta Batıcı burjuvazinin yayın organları CNN ve NTV olmak üzere, bütün haber kanalları başbakan ile aydınlar arasındaki toplantıyı naklen yayınlamıştır. Büyük gazeteler günlerdir şişirmekte oldukları toplantıyı izleyen günlerde de ön planda tutmuşlardır. Batıcı burjuvazinin (devlet ve hükümetle birlikte) iki temel amacı vardır. Bu amaçları burjuvazinin ideologlarının ağzından dinlersek daha ikna edici olabilir. Daha bir hafta önce Adalet Ağaoğlu'nu göklere çıkarmış olan Ertuğrul Özkök, toplantı ertesinde yazdığı aydınlar güzellemesini şöyle noktalıyor:

“Biliyoruz, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bundan önce olduğu gibi, bugün de bu cinayet şebekesini tarumar edebilir. Ama cinayet şebekesini tarumar etmenin, sorunu çözmek anlamına gelmediğini de yakın tarihimizde yaşayarak öğrendik. Ülke olarak önümüz açık. Bu açık yolda kazasız belasız, kavgasız gürültüsüz bir on yıl daha gidebilirsek, sorunlarımızın çok büyük bölümünü halletmiş olabileceğiz. Onun için bize bu yolu açabilecek her girişime katkıda bulunanları yürekten desteklemeliyiz.” (Hürriyet, 11 Ağustos 2005)

Özkök'ün “on yıl” ile ne kastettiğini anlamamak için saf olmak gerekir: AB üyelik süreci. Öyleyse, Batıcı burjuvazinin birinci amacı, Kürt sorununun AB üyelik sürecini kesintiye uğratmamasıdır. Bu toplantıyı bunun için çok değerli bulmaktadır. Aynı şeyi İsmet Berkan başka biçimde ifade ediyor:

“Bölgede terör eylemlerinin yeniden başlamasıyla birlikte ilk akla gelen endişe, son beş yılda kazanılan demokratik gelişmelerin feda edilmesi ihtimaliydi. Başbakan dün bütün bu endişeleri giderdi; demokratikleşmenin artarak süreceğini söyledi.” (Radikal, 11 Ağustos 2005) (Berkan'ın demokratikleşmeden ne anladığını birazdan kendi ağzından göreceğiz.)

İkinci amaç ise Kürt halkı hakları için kenetlenmişken onu parçalayıp bölmek. Bu geçmişte tekrar tekrar denenmiş bir şeydi. En son 2004 yılı baharında Leyla Zana ve arkadaşları salıverildiğinde denendi, ama yine başarılı olmadı. Şimdi yine aynı amaç güdülmektedir. Yeniden İsmet Berkan'a kulak verelim:

“Başbakanın bu tutumu PKK'nın marjinalleşmesine yardım edecektir. PKK, sadece Kürtlerden değil, bir dönem 'Kürt muhibi' [aslında böyle yazılmış] olmakla çok eleştirilen aydın kesiminden de soyutlanmaya başlayacaktır. Bakın Adalet Ağaoğlu'nun İnsan hakları Derneği'nden istifasını hiç ama hiç küçümsememek lazım. Adalet hanımın temel eleştirisini Türkiye'nin güvenlik güçleri yıllardır söylüyordu ama Adalet hanımın bunu söylemesinin anlamı çok büyük.”

İşte “demokratikleşme” çığlıklarının altında yatan soğuk hesaplar bunlardır.

Erdoğan'ın girişimine ateş püsküren cephenin tepkisine bakarak hükümetin çok ileri bir adım attığını düşünmek için hiçbir neden yoktur. Kızıl Elma koalisyonunun verdiği paranoyak tepki ciddiye bile alınamaz. MHP'nin, Tayyip Erdoğan'ı PKK'nın askeri yoldan yapmak istediğini siyasi yoldan yapmakla suçlayan tavrının ideolojik ve politik kaygılarla açıklanabileceği ortadadır. Bazı emekli generallerin görüşmeyi yapan aydınları PKK'nın temsilciliğine soyunmakla suçlaması, Adalet Ağaoğlu ve benzerlerinin heyetteki varlığı göz önüne alınınca gülünç kaçmaktadır. Tabii en komik tepkiyi İşçi Partisi başkanı Doğu Perinçek vermiştir: “Aslında Tayyip Erdoğan burada PKK'ya devam edin aslanlarım mesajı verdi.” (Milliyet, 11 Ağustos 2005) Tayyip Erdoğan dünün çocuğu değil: savaşın bu ülkede kaç hükümetin başını yediğini gayet iyi bilir ve böyle bir mesaj verse kendi hayatının bile tehlikeye girebileceğini kestirebilir. Öyleyse, Perinçek, MHP ve emekli generallerle birlikte aslında şantaj yapmaktadır. Çünkü bunların “Kürt sorunu”nun varlığının dile getirilmesine bile tahammülleri yoktur. CHP de, son dönemdeki doğrultusuna uygun biçimde büyük ölçüde böyle tepki vermiştir. Ama bir şey gözden kaçmamalı. Baykal, görüşmeden sonra yaptığı açıklamada hükümeti ihanetten ziyade safdillikle, terörün böyle önlenemeyeceğini anlamamakla vb. suçlamıştır. Kim bilir, belki de birileri kulaklarına fısıldadığı için Baykal ve arkadaşları gecikerek de olsa operasyonun gerçek anlamını keşfetmiş olabilirler! En oportünist tepkiyi gösteren ise ANAP başkanı Erkan Mumcu olmuştur. Özal'ın resmi önünde verdiği demeçte “Kürt sorunu”nun varlığını bile yadsıması, Mumcu'nun AKP karşısında sağdaki ana alternatif olmanın bayrağını MHP'nin elinden kapmak için umutsuz bir çaba içinde olduğunu göstermekten başka bir anlam taşımaz.

Kürt siyasetinin ana damarı, Erdoğan'ın konuşması karşısında gözle görülür bir iyimserliğe kapılmış gibi görünüyor. Bölge belediye başkanlarının, DEHAP'ın, Zana ve arkadaşlarının açıklamaları hep bu yöne işaret ediyor. Ama hepsinin ulaştığı ortak sonuç şudur: ifade edilenler sözde kalmamalıdır. Oysa zaman gösterecektir ki, işin doğası gereği, Erdoğan söyleyeceğini söylemiştir. Yapacağı en fazla yasal bakımdan eskiye dönülmesini sınırlamaya çalışmak olabilir. Bunun ötesinde bir açılım beklemek mümkün değildir. Bakın, daha şimdiden Erdoğan aydınlara demokrasi sözleri verirken, Terörle Mücadele Yasası'na eski sekizinci maddedeki propaganda suçunu yeniden sokan değişiklik komisyondan geçti. Bakın, AKP'nin hazırladığı anayasa değişiklikleri paketi içinde 92. maddede Irak'a meclis kararıyla girmeyi ve uluslararası hukuka uymadığı durumlarda bile ABD savaşlarını desteklemeyi olanaklı kılan bir değişiklik önerisi var. Bakın, Erdoğan Diyarbakır'da yine “tek devlet, tek millet, tek bayrak” söylemine döndü. Aynen genelkurmay başkanı gibi “topyekûn” mücadeleden söz etti. Varsa yoksa ekonomik tedbirlerden dem vurdu. TSK, ta 1999'dan beri ekonomik tedbirlerin gerekliliğini savunuyor. Erdoğan'ın Kürtlere pozitif ayrımcılık yapmaktan söz ettiği yazıldı. Bu kavramı bile yakın geçmişte ilk kez genelkurmay başkanı Hilmi Özkök kullanmıştı. Erdoğan'ın Diyarbakır konuşmasının ertesi günü Gündem gazetesi haklı olarak şu manşeti attı: “Makarna değil barış!”

...ve figüranlar

151 aydının (Mehmet Bekâroğlu imzasını çektiğine göre artık 150 aydının) temsilcilerinin bu mizansende oynadığı figüran rolünü değerlendirmek, solun ve demokrasiyi içtenlikle önemseyen insanların yakın gelecekte nasıl bir hareket hattı izlemesi gerektiğini belirlemek açısından büyük önem taşıyor.

150 aydının 15 Haziran tarihinde yayınladığı bildiri kendi içinde zaten çok büyük sorunlar içeriyordu. Bu bildiri, bugün yeniden alevlenmekte olan savaşı toplumsal ve siyasal köklerinden yalıtıyor, savaşa yol açan esas nedenin, 6 yıldır varolan göreli sükunet ortamında, PKK'nın lideri Öcalan sürekli barış çağrısında bulunur, PKK güçlerini sınır ötesine çeker, “Demokratik Cumhuriyet” programı çerçevesinde bir çözüm ararken, ardı ardına gelen hükümetlerin ve üç yıldır işbaşında olan AKP hükümetinin kılını bile kıpırdatmaması, AB'nin basıncına yanıt olarak kozmetik bazı düzenlemelerle yetinmesi olduğu bütünüyle görmezlikten geliyor. Bu yalıtma işlemi, tek yanlı olarak PKK'ya “silahlı eylemlere derhal ve önkoşulsuz son vermesi” çağrısının yapılmasının temeli haline geliyor. “Kürt sorunu”nun varlığını Tayyip Erdoğan gibi bugün keşfetmeyen, bütün 90'lı yıllar boyunca bu sorunun bu coğrafyada bir savaşa yol açmış olduğunu tespit eden insanlar, bugün ne olmuştur da bunun bir savaş olduğunu unutmuşlardır? 1990'lı yılların ortasında dönemin genelkurmay başkanı Doğan Güreş'in dahi “düşük yoğunluklu çatışma”dan söz ettiği ne çabuk unutulmuştur? Eğer bu bir savaşsa, her savaş gibi iki tarafı vardır. Savaşı sona erdirmek isteyen de her iki tarafa da “ateşkes” çağrısı yapar. 150 aydının çağrısı ise savaşın bir tarafının sorumluluklarını bütünüyle gözden saklamıştır.

Ne var ki, çağrıdan bu yana ortaya çıkan gelişmelerle ve başbakanla yapılan görüşme öncesinde, sırasında ve sonrasında alınan tavırlarla, 150 aydın girişimi daha da geriye düşmüştür. Bunun örneklerine geçmeden önce, şunu belirtelim: heyetteki aydınlara karşı faşistlerce ve Emin Çölaşan gibilerce başlatılan ve konuyla ilgili olmayan taarruz salvosuna yönelik olarak heyet üyelerinin bütünüyle yanındayız. Onların demokratik ve kişilik haklarını savunmak hepimizin boynunun borcudur. Ayrıca hatırlatalım ki, 150 aydının hepsi elbette birçok konuda farklı fikir ve politik tutumlara sahiptir. Aralarında Marksistler, sosyalistler bile mevcuttur. Aynı şey başbakanı ziyaret eden heyet için de geçerlidir. Heyet başkanı Gençay Gürsoy'un veya İstanbul Barosu eski başkanı Yücal Sayman'ın politik tutumları ile bir Adalet Ağaoğlu'nun, bir Ali Bayramoğlu'nun politik tutumları genel olarak da, bu olaya ilişkin olarak da aynı kefeye konamaz. Ancak aydınlar heyetinin yaklaşımında ve demeçlerinde öyle noktalar vardır ki, bir noktadan sonra heyetin hiçbir üyesi, heyetin temsil iddiası göz önünde bulundurulduğunda da imzacıların hiçbiri bunların sorumluluğundan kaçınamazlar.

Aydınların başbakana yaptıkları ziyaretin öncesinde, sırasında ve sonrasında yaşanan faciayı ayrıntılarına girmeden satırbaşlarıyla görelim.

  • Demokratik teamüllere tümüyle aykırı biçimde (ve çoğunun Marksist sola yıllardır efelenerek iddia ettiği demokratlıklarına bir kez daha halel getirir biçimde) kendi temsilcilerinin bir bölümünün başbakan tarafından belirlenmesine razı olmuşlardır.
  • İHD konusundaki çıkışıyla devletin yanına geçtiğini ilan etmiş olan Adalet Ağaoğlu'nun da başbakanın talebiyle heyete girmesini reddetmek bir yana, kendisini heyet başkanının yanına oturtarak onurlandırmışlardır. Bu şahsiyet, toplantıdan sonra CNN ile görüşmesinde “terör, çağımızın canavarı” türünden entelektüel düzeyi yüksek sözler etmiştir. (İHD'den istifa olayı için bkz. bu sitede “Adalet Ağaoğlu'nun devlete dilekçesi” başlıklı yazı.)
  • 150 imzalı çağrıyı daha sonra imzalayan Kürt aydınları görüşmeden dışlanmıştır; dışlanmak bir yana kendilerine haber bile verilmemiş, fikirleri alınmamıştır. Tarık Ziya Ekinci gibi ılımlı bir Kürt politikacısı bile bundan şöyle şikâyet etmiştir: “Her zaman birlikte hareket ederken neden ayrı tutulduğumuzu kendilerine sorduk. Onlar da bazı Türk aydınlarının bunu istemediğini söylediler. İlk defa böyle bir ayrım yapıldı.” (Milliyet, 8 Ağustos 2005). Bu demeçten anlaşıldığı kadarıyla, ilk çağrı hazırlanırken de iki taraf birlikte çalışmış, ama “bazı Türk aydınları” Kürtlerle aynı metne imza atmak istemedikleri için imzalar iki ayrı aşamada açıklanmıştır.
  • Heyet üyeleri toplantıdan sonra, başbakanın tavrından çok etkilendiklerini, aralarında bir mutabakat doğduğunu, yeni bir sayfanın açıldığına inandıklarını defalarca belirtmişlerdir. Bu insanların hiçbiri politika ile yeni tanışmıyor. Politik vaad bile içermeyen sözlerin uçup gidebileceğini bilmemeleri mümkün değil. Üstelik Erdoğan'ın söylediği türden sözlerin Türkiye'de daha önce de söylendiği biliniyor. Hatta heyet üyelerinden Ali Bayramoğlu başbakanın Diyarbakır gezisi sırasında televizyon muhabirleriyle konuşurken, muhtemelen itirazlara cevap olarak, Demirel'in “Kürt realitesi” sözünün Erdoğan'ın “Kürt sorunu” sözü kadar önemli olmadığını iddia etmek zorunda hissediyor kendini. Ama kimseyi enayi yerine koymamak gerekiyor. Aynı ekol (yani liberal sol) 1991'de de Demirel-İnönü hükümeti bu açılımları yaptığında da birçok yazarının kaleminden “Türkiye bir demokratik devrim yaşıyor” diye yazıyordu! Bütün bu gerçekler göz önüne alındığında, Bekâroğlu'nun toplantının “başbakanın halkla ilişkiler operasyonuna dönüştüğü” yargısı fazla mı ağır kaçıyor?
  • Toplantıda görüldü ki, bazı imzacıların dili değişmiş durumda. Heyet başkanı Gençay Gürsoy, konuşması sırasında 264 Kürt aydınının da kendi metinlerini imzalamış olduğunu dile getirirken “Kürt asıllı yurttaşlar” diyor. Bu insanlar Kürt'tür, “Kürt kökenli” veya “Kürt asıllı” değil! Siz Yunanistan'daki ya da Bulgaristan'daki Türklere “Türk asıllı Bulgar (Yunan) yurttaşı” mı diyorsunuz? Genelkurmay ikinci başkanının “Kürt aydını” terimine kızgınlıkla tepki verdiği bir aşamada böyle adımlar atmaya ne hakkınız var? Yine Gençay Gürsoy “kanlı eylemler”den söz ediyor. Gürsoy'un 60'lı ya da 70'li yıllarda Filistin veya Güney Afrika için bu tür bir ifade kullandığını hayal etmek bile mümkün mü? Bunlardan çok daha önemlisi, Gürsoy'un sürekli “asayiş tedbirleri” deyimini kullanmasıdır. 90'lı yılların terminolojisi, “Kürt sorunu askeri çözümle hallolmaz”dı. Bugün Gürsoy savaş kavramını terk ettiği için olsa gerek, “asayiş tedbirleri sorunu çözmez” diyor. Tabii en güzeli, Ali Bayramoğlu'nun CNN'de yaptığı konuşmada “gerekiyorsa en sert asayiş tedbirlerinin uygulanacağını” söylemesi. Burada artık dilden değil, tavırdan söz etmek gerekiyor: Buna aşağıda döneceğiz.
  • Heyetin en hassas olduğu yan olan demokratik haklarda dahi tavizkâr olduğu ortaya çıktı. Heyet adına konuşan Gürsoy, Terörle Mücadele Yasası'nda (TMY) teknik bakımdan gerekli olan bazı değişiklikler dışında hiçbir değişiklik yapılmamasını talep etti. Acaba 150 imzacının arasındaki Marksistler, sosyalistler, içten demokratlar bu teknik olarak gerekli olan değişikliklerin ne olduğunu biliyorlar mı? TMY'de değişikliklerin ilke olarak kapısını açan bu ifadenin altına da imzalarını atacaklar mı?
  • Nihayet, toplantı sonrasında CNN'e yapılan açıklamada anlaşılmıştır ki, toplantıda (Tayfun Mater'in ifadesiyle) “dışarıya aksetmemesi gereken bazı şeyler” konuşulmuştur. Bu tür bir şey kabul edilemez! Bu heyete kimse güvenlikle ilgili devlet sırrı vermeyeceğine göre, dışarıya aksetmemesi üzerinde anlaşmaya varılan konular politik konulardır. Oysa bu heyet 150 kişinin (ve dolaylı olarak aralarında Kürtler de olan bir dizi başka insanın) temsilcisi konumundadır. Heyetin bilebileceği, ama temsil ettikleri insanların bilemeyeceği hiçbir şey olamaz! Heyetteki az sayıda sosyalist açısından, bu sosyalist hareketin başlıca taleplerinden biridir. Sendika bürokratları, işverenle görüşmelerinden en büyük avantajı bu gizlilik sayesinde elde eder. İmzacılar kendi adlarına yapılan bir görüşmede konuşulan bazı şeylerin kendilerinden saklanmasına razı olacak mıdır?

Bütün bunlardan daha vahimi, imzacıların en azından bir bölümünün bu girişime ne anlam atfettiğidir. Yukarıda sayılan bütün sorunlara rağmen, imzacıların çağrısı da, başbakanla görüşme girişimi de iyi niyetli birer adım olarak görülebilirdi. İmzacıların bir bölümü için bu hâlâ geçerli olabilir. Ama bazı imzacıların burjuva medyasına yaptığı açıklamalar, bunların amacının hiç de “barış ve demokrasi” olmadığını, bambaşka amaçlar güttüklerini açıkça ortaya koymuştur.

Seçtiğimiz örnekler kenarda köşede kalmış örnekler değil. Burjuva medyası onları bilinçli bir biçimde öylesine öne çıkarıyor ki, onların görüşleri bütün girişime damgasını vuruyor. CNN, 9 Ağustos akşamı, yani başbakanla görüşmenin bir akşam öncesinde, saat 19:30 dolayında, yani haberlerin en çok seyredildiği bir anda, “Editör” programına Ali Bayramoğlu'nu davet etti ve konuşturdu. Ertesi akşam, yani başbakanla görüşmenin yapıldığı günün akşamı ise, aynı saatte aynı programda Fuat Keyman vardı. Bakalım neler dediler?

Ali Bayramoğlu'nun ana mesajı PKK'nın nasıl yalıtılabileceği konusunda idi. Bayramoğlu'na göre, Güneydoğu bölgesinde demokrasi ve çoğulculuk, Kürtlerin PKK'dan bağımsızlaşması yönünde bir dinamik yaratmaktadır. Sadece asayiş tedbirleri uygulanırsa, bu dinamikleri engelleyecek, farklılaşmakta olan kesimleri suskunluğa sevk edecek, PKK'nın Kürt halkının karşısında tek alternatif olarak kalmasına yol açacaktır. Dolayısıyla, “gerekiyorsa en sert asayiş tedbirlerine başvurulacaktır”, ama bunun yanı sıra mutlaka demokrasinin geliştirilmesi lazımdır ki Kürtler saf değiştirsin. Bayramoğlu'nun bütün akıl yürütmesinin bir yalıtma ve alternatif yaratma amacı üzerine kurulmuş olduğu ortadadır. Burjuvaziye söylediği, Kürt hareketinden kurtulmak isteniyorsa, demokrasinin geliştirilmesi gerektiğidir.

Fuat Keyman'ın söyledikleri içerik olarak Bayramoğlu'nunki ile tıpatıp aynıdır. CNN Keyman'ı Radikal gazetesinin 7 Ağustos 2005 tarihli Radikal İki ekinde yayınlanmış yazısını önemli bulduğu için davet etmiştir. Keyman da yazısında ifade etmiş olduğu fikirleri televizyonda tekrarlamıştır. Özetleyecek olursak, Keyman Türkiye'nin iki kimlik sorunundan İslami kimliğin siyasi sisteme entegre edilerek farklaşmasının ve değişiminin sağlandığını, buna karşılık Kürt kimlik talebinin, siyasi sistemden yasaklamalar, % 10 barajı vb. yöntemlerle dışlandığı için aynı tür bir farklılaşma ve değişim yaşayamadığını ileri sürmektedir. Önerdiği çözüm ise, Kürt kimlik talebinin siyasi sistem içine çekilmesi yoluyla Kürt hareketinin ana damarından koparılması ve böylece sistem içinde eritilmesidir. Özetin doğruluğundan kuşku kalmaması için yazıdan bazı kısa alıntılar yapmakta yarar var:

“...son dönemde yapılan demokratik reformlar içinde bile bugün hâlâ PKK terörü Kürt sorununa damgasını vuruyor.(...) Türkiye'nin değişimi ve dönüşümüne ayak uyduramayan ve iç değişimde zorlanan bir kimlik talebi ve siyaseti ile karşı karşıyayız. (...)Yasaklanmalar ve yüzde 10 gibi antidemokratik ülke barajı nedeniyle, varolan partiler bölgesel nitelikte kalıyor, bu temelde başarılı oluyorlar, ama bu başarı etnomilliyetçiliği pekiştirme ve körüklemeden başka bir yere gitmiyor. Çok partili hayata ve siyasal sisteme entegre olma ve içersenmede yaşanan bu düşük seviye, Kürt kimliği içinde değişim ve farklılaşma kapasitesini azaltıyor. (...)hem Kürt sorununa kalıcı çözüm hem de terör ile bu sorun arasındaki ayrımı iyi çizmek için, (a) sorunu etnik kimlik ekseninden "haklar, sorumluluklar ve özgürlükler ekseninde hareket eden çokkültürlü anayasal vatandaşlık" alanına çekmemiz, (b) etnik kimlik içinde siyasal sisteme entegre olma ile iç değişimi girişiminde olmamız ve (c) etnomilliyetçiliğin gücünü, demokratik reformları zorlayarak ve uygulamaya sokarak kırmamız gerekiyor.”

Fuat Keyman'a “biz”in kim olduğunu sormaya gerek yok! Yukarıda, burjuvazinin sözde liberal kanadının ana amacının da “PKK'nın marjinalleştirilmesi” olduğunu İsmet Berkan'dan yaptığımız alıntı ile ortaya koymuştuk. İmzacılar Ali Bayramoğlu ve Fuat Keyman ile Doğan grubu liberali arasında ne güzel buluşma, değil mi? Aslında, CNN Keyman'ı piyasaya süren tek burjuva odağı değil. Berkan da okurlarına Keyman'ı tavsiye ediyor:

“Bana göre, geçen pazar günü Radikal İki'de 'demokratikleşme' kelimesini nasıl okumamız gerektiği hakkında son derece önemli bir yazı çıktı. Koç Üniversitesi öğretim üyelerinden ve Radikal İki'nin düzenli yazarlarından Fuat Keyman'ın kaleme aldığı yazıyı herkese tavsiye ederim...Ancak siyaset üzerinden, siyaset yapılarak elde edilen bir demokratikleşme Kürt sorununu çözer ve terörü marjinalize eder, başka bir şey değil.”

Erdoğan'ın ve imzacılardan bazılarının “demokratikleşme”den ne kastettiğini bir türlü keşfedemeyen başka imzacılar varsa, burjuvazinin sözde liberal kanadının bu açık sözlü ideologunun tavsiyesini dinlemelerini hararetle tavsiye ederiz! Eski faşist, yeni “liberal” Taha Akyol'un da Keyman'a heyecanla referans yaptığını ekleyelim.

İmzacıların bir bölümünün sorununun bizim anladığımız anlamda barış ve demokrasi olmadığı, bunların burjuvaziye ve devlete akıl vermeye soyunduğu ortadadır. Bütün bunların ışığında, İşçi Mücadelesi 150 aydın imzalı metnin Marksist, sosyalist, tutarlı demokrat imzacılarına çağrı yapıyor: Adalet Ağaoğlu, Ali Bayramoğlu ve Fuat Keyman gibi insanlarla yolunuzu ayırın, imzanızı çekin!

”Topyekûn savaş” şairına hayır! Çift yanlı ateşkes! Barışın muhatabı Kürtlerin temsilcileridir!

Heyetin sözcüsü Gençay Gürsoy, başbakanla görüşmesinden sonra “bazı arkadaşlar, bazı çevreler”e cevap verdi. Ona göre bu çevreler “önce öteki taraf adım atsın” diyormuş. Ve ekledi: “Bu tartışmaya ülkenin tahammülü yok. Eylemler durmalı. Eylemlerin durduğu anda operasyonlar duracaktır.” Gürsoy belli ki Temmuz ayında yayınlanan ve 100 aydının imzalamış olduğu bildirgeye referans yapıyor. İşçi Mücadelesi bu bildirgeyi destekliyor. (Bildirgenin metni sitemizde okunabilir: bkz. “Faşizme ve Militarizme Karşı Bildirge”) Bu bildirgeyi imzalayanlar, “önce şu taraf adım atsın” falan demiyorlar. Olan bitenlerde devletin sorumluluğunun gözlerden saklanmasına karşı çıkıyorlar. Bildirgede yazmıyor, ama fikir şu: bu bir savaş olduğuna göre, tek bir tarafın ateş kesmesiyle sorun çözülemez. Ateşkes çift yanlı olur. “Önce bir taraf adım atsın” diyenler kendileridir. Gürsoy, bir de cüretkâr bir öngörüde bulunuyor: “Eylemlerin durduğu anda operasyonlar duracaktır.” Nereden biliyor? Bu kadar ciddi bir meselede kime, nasıl kefil oluyor? Gürsoy, başbakanla masaya oturdu diye sanki elinde barış antlaşması tutan bir devlet adamı gibi konuşmaktan vazgeçse iyi olur!

Gürsoy bir de haklı çıktıklarını söylüyor. Hem başbakanla görüşmesinde, hem de toplantı sonrasında, son dönemlerde çeşitli yerlerde Türklerle Kürtler arasında yaşanan çatışmaların durumun ciddiyetini ve kendilerinin haklılığını kanıtladığını iddia ediyor. Sorun durumun ciddi olup olmadığı değil. Kimse durum ciddi değil demiyor. Tam tersine. İşçi Mücadelesi, yaklaşık bir ay önce sivillerin katıldığı bir savaş anlamında bir “iç savaş” uyarısı yaptı. Tartışma durumun vahameti üzerine değil, bu durum karşısında ne yapılması gerektiği üzerine. İşte İşçi Mücadelesi'nin ana talepleri:

  • “Topyekûn savaş” şiarına hayır! Genelkurmay başkanının sivil toplum örgütleri adı altında bütün toplumu çağırdığı, başbakanın da Diyarbakır'da dile getirdiği bir “topyekûn savaş” Türk'e de, Kürde de büyük zarar verir. Bu yoldan bir an önce dönülmelidir. “Gerekiyorsa en sert asayiş tedbirleri alınacaktır” söylemi, topyekûn savaşı kabul etmektir. Çözüm barıştır!
  • Çift yanlı ateşkes! Yaşanan 15 yıl boyunca yaşanmış ve savaş olduğu sonunda kabul edilmiş bir savaşın tekrar alevlenmesidir. Her iki tarafın da ateş kesmesi barışa giden yolun ilk adımı olacak, toplumdaki gerilimi durduracaktır.
  • Kürt halkını dinleyin! Toplantıdan sonra herkes Erdoğan'ın Diyarbakır'da ne söyleyeceğini konuştu. Kimse Kürt halkının ne diyeceğini merak etmedi! Kürt halkı Erdoğan'ı içi boş laflarıyla baş başa bırakarak konuşmuş oldu. Taha Akyol, Kürtlerin Erdoğan'ı dinlemeye neden gelmediğini hâlâ bakanlara, iş adamlarına soruyor. Halka sorun! O zaman, Erdoğan'ın toplantıda yaptığı konuşmadan büyülenen ve “Bakalım, Başbakan'ın yarınki gezisinde toplayacağı kalabalık nasıl olacak?” diye soran İsmet Berkan gibi şaşkın duruma düşmezsiniz! Dağ Komando Komutanı emekli tümgeneral Osman Pamukoğlu'na kulak verin: “PKK artık ne halka saldırıyor, ne köy, mezra basıyor, ne kaçırdıklarını öldürüyor. Demek ki, bölgede kendisine yeteri kadar halk desteği var...” (Hürriyet gazetesinde Yener Süsoy ile görüşme, aktaran Milliyet, 11 Ağustos 2005)
  • Barış için muhatap Kürtlerdir! Kürtlerin temsilcileri muhatap alınmadıkça ne Kürt sorunu çözülür, ne kalıcı barışa ulaşılır. “Farklılaştırma” teorisyenleri bu topraklarda barışı elde etmeyi olanaksızlaştırarak gerici bir rol oynamaktadır.
  • Her türlü baskı yasasına hayır! Bırakın kimileri burjuvazinin akıl hocalığını yapsınlar. Biz bu toprakları bir iç savaştan, Irak batağından, büyük katliamlardan korumak için mücadele edelim. Biz bu topraklarda herkesin onurlu bir biçimde adından, dilinden, geleneğinden utanmadan yaşaması için mücadele edelim.

Yaşasın halkların kardeşliği!