Kürt sorunu, aydınlar bildirisi ve sosyalistler (03-01-2007)

İlan edilen ateşkese de aynı şekilde yaklaşan devlet, bu girişimi barış için değil Kürt hareketine saldırı için bir fırsat olarak değerlendiriyor. Gerek ulusal gerekse uluslararası basında bahar aylarında sınır ötesi operasyon olabileceğine dair önemli haberler çıkmış durumda. PKK ile mücadele koordinatörü emekli General Edip Başer’in açıklamaları da bu olasılığı birinci elden doğruluyor. Edip Başer, ABD ile sınır ötesi operasyonun koşulları üzerinde konuştuklarını ve ABD’nin anlayışlı bir tavır içinde olduğunu söyleyerek, sınır ötesi operasyon tartışmalarına ilişkin önemli bir veri sunmuş oldu.

Şu anda askeri operasyonlar sürüyor. Bu operasyonların genişletilerek Kandil dağına yöneltilmesinin Türkiye’deki tüm emekçiler için son derece kötü sonuçlar doğuracağı açıktır. Çünkü bu savaşın Kandil dağıyla sınırlı kalması düşünülemez. Kürt halkı siyasal önderliğinin tasfiyesine yönelik böyle bir girişime karşı sessiz kalmayacaktır. Böyle bir operasyon, 2 yıldır belirgin bir biçimde Kürt halkında gözlemlenen serhildan eğilimini tetikleyebilir. Devletin böyle bir olasılığa karşı özellikle metropollerde faşist harekete verdiği aktif destek ve buna eşlik eden yoğun ideolojik kampanya, bir etnik iç savaş olasılığını gündemde tutmaktadır. Burada Kürt halkının hakları için verdiği mücadelenin meşruiyeti tartışılamaz. Şovenizme ve militarizme karşı devrimci Marksistler’in alacağı tutum net bir şekilde ezilen Kürt halkından yana olacaktır. Bununla birlikte hem Kürt hem de Türk emekçilerinin savaş istemediği ortadadır. Gerek DTP ateşkes önererek, gerekse de PKK bu ateşkes önerisini hayata geçirerek halkın isteklerine uygun bir adım atmış, hem çözüm hem de barış için bir fırsat yaratmışlardır. Bu çerçevede bakıldığında bugünün görevi, devletin şiddete dayalı politikasını bir tarafa bırakması için mücadele etmek; ateşkesi çift taraflı hale getirerek Kürt halkının meşru temsilcileriyle diyalog kurulmasını sağlamaktır. ABD, AB ve tüm diğer dış güçlerden bağımsız olarak Kürt sorunu muhataplarının diyaloguyla çözülmelidir ve ancak böyle çözülebilir.

Yeni bildirinin eskisinden farkları

Bu bağlamda aydınların başlattığı bir dizi girişimi doğru değerlendirmek gerekir. Bir yanda 57 aydının girişimiyle Ocak ayında toplanacak bir Kürt konferansının hazırlıkları yapılmaktadır. Bu konferansın ayrıntıları daha belirginleşmemiş olduğundan bu konuda bir şey söylemek için erkendir. Öte yanda 324 aydının imzaladığı bildiri vardır. Bu bildiri 2005 yaz aylarında bir dizi aydının inisiyatifiyle ortaya çıkan, daha sonra imzacıların temsilcilerinin başbakanla görüşmesine vesile olan bildiriden önemli noktalarda ayrılıyor. Birincisi, bu kez bileşim değişiktir. 2005 bildirisine Kürt halkını Kürt hareketinden koparmayı esas amaç bellemiş aydınların varlığı damgasını vurmuştu. Bu kez imzacılar arasında bunların yanı sıra Kürt mücadelesine uzun yıllardır tutarlı ve dürüst tarzda destek vermiş olan bazı aydınlar da yer alıyor. Bu, kendi başına bu girişimin devlet içinde tartışılmakta olan Kürt hareketini tasfiye konusundaki çeşitli senaryoların kuyruğuna takılması çabalarını güçleştirecek bir etken anlamına gelir.

İkincisi, bildirinin yönelişi de daha önceki bildiriye göre bir ölçüde farklılık göstermektedir. Daha önce hedef tahtasına Kürt hareketi oturtulmuş ve devlete yönelik muğlak taleplerde bulunulurken, doğrudan PKK’nin silah bırakması talep edilmişti. Yeni bildiri çözüm yönünde adım atmayı “öncelikle” devletten talep ediyor. Devlete yönelik olarak muğlak ifadelerden somut taleplere geçilmesi başlı başına bir olumluluktur ve Kürt hareketinin ateşkes sürecini başlatmasının siyasal bir kazanımı olarak görülmelidir.

Sorunlar, sorunlar

Ne var ki, bildirinin genellikle dikkat çekmeyen ilk iki paragrafı, aslında bir önceki bildirinin çizgisinin bu sefer utangaç bir tarzda sürdürülmekte olduğunu düşündürüyor. Bildiri olgulara adlarını dahi koyamıyor: “ateşkes” kelimesini kullanamıyor, bunun yerine “silahlı eylemlerin durması kararı”ndan söz ediyor. Bunun anlamı yaşanmakta olanın bir savaş olarak tescilinden kaçınılmasıdır. Tabii ortada “ateşkes” olmayınca “çift taraflı ateşkes”ten de söz edilemiyor. Nitekim, devletten talep edilen şeyler arasında silahlı kuvvetlerin operasyonları durdurması türünden berrak bir talep mevcut değil. Oysa ateşkes sürecinin daha ileri adımlar yolunda kullanılabilmesi için önce çatışmaların bir süre boyunca durdurulması gerekir. Aksi takdirde, bir kıvılcım savaşın yeniden başlamasıyla sonuçlanabilir.

Geçen yılki bildiri, Kürt tarafından ateşkes değil silahların bırakılmasını talep ediyordu. Bu bildiri de ateşkesin yeterli olmadığını, silahların bütünüyle bırakılması gerektiğini, daha utangaç biçimde söylüyor. (Talebin açıkça değil kapalı bir dille ifade edilmesinde muhtemelen geçen defa yapılan eleştirilerin yoğunluğu ve/veya daha tutarlı aydınları kazanabilme çabası rol oynamış olabilir.) Metnin girişinde yer alan şu iki cümle ardı ardına dizilince başka bir anlam çıkarmak mümkün değil: “Sivil çözüm dinamiklerinin gelişmesi için, bu durumu hep birlikte değerlendirebiliriz, değerlendirmeliyiz. Ancak, çatışma ortamının tamamen sona ermesi için, eylemde, fikirde ve yüreklerde silahların bütünüyle susması gerekiyor.” İkinci paragraf da aynı fikri tekrar tekrar dile getiriyor: “...şiddet çözüm getirmiyor. Demokratik siyaset zihniyetinin yerleşebilmesi için, şiddetin her türünün reddedilmesi ve savaş dilinin bırakılması gerekiyor.”

Bu cümlelere ve bildirinin tümüne damgasını vuran pasifist anlayışın, devrimci Marksistler tarafından benimsenmesi mümkün değildir. “Şiddetin her türlüsüne karşı olmak” türünden kavramlar, bugün anlamlı gözükse de gelecekte, sınır ötesi operasyonların konuşulduğu bir ortamda ve dahası Irak’tan, Filistin ve Lübnan’a haklı savaşların yaşandığı bir coğrafyada gerici bir politik anlayışın zeminini oluşturabilir. Ezilen halkların mücadelesinin meşruiyeti pasifist (her tür savaşı aynı kefeye koyan barışçılık) kavramlara hapsedilemez.

Ama sorun pasifizmin bir ilke düzeyine yükseltilmesi ile sınırlı değildir. Sorun, silah bırakma talebinin bu aşamada, TSK henüz operasyonları sürdürürken, devlet henüz sorunun siyasi çözümü yönünde tek bir adım atmamışken dile getirilmesinin, bu bildirinin de geçen defaki “Kürt sorununu çözmek için Kürt hareketini tasfiye etme” mantığından kopamadığını göstermesidir. Üstelik bu talebe metinde devlete yönelen taleplerden önce yer verilmesi, devletten “öncelikle” bazı şeylerin talep edilmesinin değerini de görelileştiriyor.

Bütün bunların ötesinde, devlete yönelik olarak ileri sürülen somut talepler dizisi de sorunludur. Seçim barajının indirilmesi, Kürt dili ve kültürünün önündeki yasal engellerin temizlenmesi, bölgenin sosyo-ekonomik gelişmesinin sağlanması gibi metinde dile getirilen talepler, genel olarak ilerici taleplerdir. Ama sadece genel olarak. Örneğin “sosyo-ekonomik gelişme” meselesinin, sorunun gerçek doğasını gözden saklamaya yönelik resmi burjuva söyleminin de parçası olduğu unutulmamalıdır. Demek ki, her şey bu taleplerin hangi bütünsel çerçeveye oturtulacağına bağlıdır. İşte burada, atılması gereken adım olarak ilk dile getirilen talep son derece sorunludur: “dağlardaki gençlerin toplumsal-kamusal hayata katılabilmelerini sağlayacak yasal düzenlemeler” talebi, ABD’nin öngördüğü çözümden bir adım ileri değildir. Sadece “gençlerin” toplumsal-kamusal hayata katılabilmelerini talep etmek, Kürt hareketinin büyük bölümünün siyaset dışı bırakılmasını talep etmektir. Yani Kürt hareketini tasfiye planının çerçevesi içinde yer almaktadır. Bu formül, “düz ovada siyaset”ten söz eden Mehmet Ağar’ın formülünden bile geridir! Sonuç olarak, Ağar sadece “gençler”den söz etmemiştir.

“Kader” ve “yazgı”

Nihayet, yüzlerce Türk aydınının Kürt sorununun çözümüne ilişkin bir metni “yazgılarımızın birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğunu” iddia ederek bitirmesi, Türk solunun ne kadar gerilediğinin çarpıcı bir ifadesidir. Buradaki “yazgı” sözcüğünün “kader” sözcüğünün yeni Türkçesi olduğu biliniyor. Birleşmiş Milletler ikiz sözleşmelerine bile geçmiş “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” anlaşılan metni hazırlayanların ufkundan bütünüyle çıkmıştır! Aksi takdirde, hiç olmazsa “yazgı” sözcüğünü kullanmaz, sadece Lenin’in ve ondan bu yana bütün adına lâyık Marksistlerin değil, Birinci Dünya Savaşı dönemindeki ABD başkanı Wilson’un bile ilkesi olan bu ilkeye neredeyse meydan okumazlardı!

Sonuç

Bütün bunlara rağmen, devleti Kürt sorununa askeri çözümün dışında bir çözüm aramaya çağıran her girişim ileriye doğru bir adımın başlangıcı olabilir. Bugün şiddet politikasından beslenenlerin egemen sınıflar ve faşizm olduğu unutulmamalıdır. Bu yüzden devletin bugünkü politikasına hakim olan inkâr ve imha çizgisini geriletecek her girişim dikkatle izlenmelidir.