İçişleri Bakanı, Vali ve Emniyet Müdürü görevden alınsın! Türk-İş Başkanı Kumlu istifa! (02-05-2008)

İstanbul'daki 1 Mayıs savaşları, gözü AB ile en kamaşmış olanlar için dahi AKP'nin "kendine demokrat" olduğunu açıkça ortaya çıkardı. Şimdi herkes bu saptamayı yapıyor. Ama bu saptamayı yapmak, yine yarı yolda durmak demektir. Yarı yolda duranlar, olan bitenin sınıf karakterini kavrayamadıkları ya da kavramak işlerine gelmediği için hakikatı dile getiremiyorlar. AKP sadece "kendine demokrat" değildir. Aynı zamanda, bugün Türkiye'de varolan bütün düzen partileri gibi bir 12 Eylül partisidir.

Bu tespitin anlamını kavramak için 1 Mayıs'ta yaşananın siyasi anlamını doğru kavramak gerekir. Taksim meselesini basit bir "inatlaşma" gibi görenler ya da AKP'nin "yanlış" yaptığını düşünenler, ne olup bittiğinden hiçbir şey anlayamamışlardır. 1 Mayıs'ın Taksim'de kutlanmasının bir "temiz toplum" ya da "demokrasi" isteğinin ifadesi olduğunu söyleyenler de meselenin aslını kavrayamazlar. Hayır, 1 Mayıs'ın Taksim'de kutlanmasına karşı AKP hükümetinin gösterdiği tepki 12 Eylül'ün savunulmasıdır. 12 Eylül ise, özü itibariyle, burjuvazinin işçi sınıfına karşı askeri bir operasyonudur. Bu operasyon 1 Mayıs 1977 günü başlamış, 12 Eylül 1980 ertesinde ise zafere ulaşmıştır. Amaç, işçi sınıfının DİSK'te cisimleşen mücadelelerini yenilgiye uğratmak, sınıfın mevzilerini yerle bir etmektir. Taksim'in 30 yıldır işçi sınıfına yasak olması da burjuvazinin bu zaferinin simgesel ifadesidir.

Bu, sınıflar arasında bir 30 yıl savaşıdır. İşçi hareketinin 2008'de Taksim meydanına dönmesi, bu yüzden ağır bir sembolik anlamla yüklü olurdu. Böyle bir olasılık, burjuvazi ve devleti için 12 Eylül rejiminin işçi sınıfı üzerindeki sultası açısından sonun başlangıcı anlamına gelirdi. Öyleyse, AKP'nin iki yıldır Taksim'i işçi hareketine yasaklaması devletin çelik çekirdeğine ve burjuvaziye verilmiş bir güvencedir.

İşçilerin kafasını karıştıran bir şey var: TÜSİAD ve birçok patron bu sene 1 Mayıs'a daha önce hiç olmadığı kadar yumuşak bakıyor gibi göründüler. Oysa TÜSİAD'ın açıklamalarının zamanlamasına bakılırsa, bunların ne anlam taşıdığını deşifre etmek kolaylaşır. TÜSİAD'ın ilk açıklaması TÜSİAD başkanının bir demeci biçiminde Erdoğan'ın "ayaklar" açıklamasının hemen ertesi günü gelmiştir. Erdoğan'ın bu vahim gafının işçi sınıfında bir radikalleşmeye yol açması korkusu ile girişilmiş bir yumuşatma, bir "halkla ilişkiler" operasyonudur. İkinci açıklama yazılıdır ve 1 Mayıs'ın "Çalışma Bayramı" olmasını "hem emeğe saygı, hem de ekonomik büyüme ve sosyal kalkınma hedeflerimize moral katkı" gerekçesiyle önermektedir. Aynen hükümetin benimsediği "Emek ve Dayanışma" bayramı gibi, "Çalışma Bayramı" önerisi meselenin sınıf karakterini ortadan kaldırmaya yöneliktir. 1 Mayıs, "Çalışma Bayramı" değil, "deyim yerindeyse "Çalışmama Bayramı"dır. "Çalışma" ve "emek" işçi sınıfının yaptığı şeylerdir, kendisi değil. 1 Mayıs bunların değil işçi sınıfının mücadelesinin uluslararası günüdür. Bu bir yana, TÜSİAD hiçbir an 1 Mayıs'ın Taksim'de yapılmasını önermemiştir, "inatlaşma"ya karşı çıkmış, sendika temsilcilerini de "sorumluluğa" çağırmıştır. Tek tek patronların hayırhah yaklaşımı ise doğrudan doğruya burjuvazinin bir bölümünün AKP'ye sırtını dönmesi dolayısıyladır. "Düşmanımın düşmanı dostumdur" yaklaşımı medyanın sorunu ele alış tarızının da anahtarıdır.

İç savaş aygıtı

1 Mayıs'ta Taksim'in yasaklanması için hem başbakan hem de İstanbul valisi tarafından kullanılan ana gerekçe halkı budala yerine koymaktır. 1977 1 Mayısında 34 kişinin öldüğü hatırlatılarak yeniden bir provokasyon olabileceği iddiası çocuklara anlatılan bir öcü hikâyesidir. Birincisi, 1 Mayıs 1977'de ölümlere yol açan provokasyonun devlet tarafından yapılmış olduğunu bugün kimse yadsıyamamaktadır. Yoksa Erdoğan ve vali, "Taksim'e çıkarsanız kendimizi tutamayız, provokasyon yaparız" mı demek istiyorlar. İkincisi, söz konusu olan soldan ya da Kürt hareketinden unsurların provokasyon yapması ise, hazretlerin döne döne hatırlattığı Kadıköy, Kartal, Kazlıçeşme veya Çağlayan'da aynı provokasyon neden olmasın? Yoksa Taksim'in altında provokatörlerin gizli dehlizleri veya daha önce döşedikleri mayınlar mı var? İçişleri Bakanı'nın "1977'den beri Taksim alanı toplantılara ve gösteri yürüyüşlerine açılmamıştır" iddiası ise külliyen hakikate aykırıdır. 1994 Bosna gösterisinden yılbaşı kutlamalarına, futbol maçlarından sonra yapılan kutlamalardan polis haftası gösterilerine, Taksim meydanı yıllardır on binlere açılmaktadır. Nihayet, Vali'nin son gün aklına gelen, Taksim'de 1 Mayıs kutlamasının turizm ve ticaret için olumsuz sonuçlar doğuracağı iddiası karşısında tek bir soru yeter: Şimdi olanlar turizm ve ticaret için daha mı iyi olmuştur?

1 Mayıs'ta emniyetin yaptıkları hiçbir biçimde normal "asayiş"i ya da "kamu düzeni"ni koruma uygulamaları kategorisine sokulamaz. Emniyet, barışçı olmayacağına dair hiçbir belirti olmayan gösterileri ağır şiddetle, insan hayatını tehlikeye atarak engellemiştir. Bu, ifade ve toplantı haklarının bütünüyle ayaklar altına alınmasıdır. Türkiye'de polisin insanları sabah beşte ya da altıda evinden yaka paça göz altına alması alışılmış bir uygulamadır. Ama tarihte ilk kez sabahın altısında, daha insanlar gecenin mahmurluğunu dahi üzerinden atmamışken kitleye su, boya ve gazla saldırılmıştır. DİSK'te olan budur. Daha da vahimi, ilk saldırının DİSK yöneticilerinin talimatı üzerine kitle sokağı boşaltarak içeri girerken yapılmış olmasıdır. Yani polis kendisi Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası'nı açıkça çiğnemiştir. Yasaya göre polis dağılma talimatından sonra kitle dağılmazsa gerekli yöntemlerle toplantıyı dağıtma yetkisine sahiptir. Oysa burada talimat sonrasında dağılmakta olan bir kitleye saldırı söz konusudur. Polis ayrıca kapalı mekânda öldürücü etkisi olabilecek bir gazı DİSK ve ÖDP binalarının ve Şişil Etfal Hastanesi'nin belirli bölümlerinin içine atarak ölüme yol açabilecek bir biçimde davranmıştır.

Bütün bunlar ancak tek bir biçimde değerlendirilebilir: Polis 1 Mayıs'ta iç savaş olmayan bir ortamda bir iç savaş aygıtı gibi kullanılmıştır. Savaş açmamış bir kitleye savaş yöntemleriyle saldırmıştır. Kendi memleketinde halka bir işgal gücü gibi davranmıştır. Bu yöntemler o kadar hunhardır ki, Hürriyet gibi düzen yanlısı bir gazete bile "polis devleti" manşetini atabilmiştir. Bu yöntemler o kadar "orantısız"dır ki, Çalışma bakanı dahi mülki amirlerin bu derece sertliği izah etmesi gerektiğini ifade etmiştir. Hükümette ilk çatlak doğmuştur. Bu koşullar bir bütün olarak göz önüne alındığında, "vali istifa!" talebi bütünüyle yetersizdir. Gazabın vali üzerinde toplanması, hükümetin siyasi sorumluluğunu görmezlikten gelmek anlamını taşır. Bugün hükümeti düşürmek olanaksıza yakın derecede zordur. Ama İçişleri bakanına bedel ödetmek mümkündür. İçişleri Bakanı valinin amiri değil midir? Sabah saat altıda uygulanmaya başlayan yöntemleri derhal bir emirle önleyemez miydi? Üstelik bakanın kendiliğinden istifasını değil görevden alınmasını talep etmek gerekir: Hükümet sorumluluğunu böylece üstlenmelidir. Tabii İstanbul Valisi'nin ve suçları biriken Emniyet Müdürü'nün de mutlaka görevden alınması gerekir.

AKP hayranları, özeleştiri verin!

1 Mayıs'ta yaşananlardan sonra Radikal gazetesi şu manşeti atmış: "AKP'nin demokratlığı buraya kadarmış". Günaydın! Bu manşet Türkiye'nin sağlı sollu liberallerinin AKP konusunda besledikleri hayallerin bugün nasıl berhava olduğunun gayet iyi bir özetidir. Dikkat edin, liberaller hâlâ "AKP işleri yüzüne gözüne bulaştırıyor, hata üzerine hata yapıyor" diyorlar. Bunun anlamı, bu yaptıklarının AKP'nin doğasına ve projelerine uygun olmadığı ama AKP yönetiminin somut politikalarda devamlı taktik hatalar yaptığıdır. Bu liberallerin AKP'nin doğasını hâlâ anlayamadığını gösteriyor.

Öte yandan, şimdi artık, örneğin 1 Mayıs akşamı televizyonlara verdiği demeçlerde AKP'ye demokratik bir zeminde muhalefet edilmesi gerektiğini ifade eden Ahmet İnsel gibi sol liberallerin 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra neler yazdığını hatırlamak yararlı olabilir. Ahmet İnsel 3 Kasım seçim sonuçlarını "olabilecek en iyi sonuç" olarak niteledikten, "...seçim sonrasında beklenmedik biçimde olumlu bir tablo çıktı" dedikten sonra yazısının başlığına da yansıyan müthiş bir tespit yapıyor: "...seçim sonuçları 12 Eylül rejiminden göreli olarak sessiz ama bir o kadar kesin çıkışın siyasal ve toplumsal koşullarını oluşturuyor." ("12 Eylül'den Çıkış Kapısı", Radikal İki, 10 Kasım 2002). Görüldüğü gibi, İnsel açıkça AKP'ye 12 Eylül'ü tasfiye misyonunu atfediyor. Bugün AKP, yukarıda ortaya koyduğumuz gibi, bir 12 Eylül partisi olduğunu kanıtlamıştır. Sol liberaller 1980'li yıllardan beri her dönemeçte yanıldılar. Tarih onların suni şemalarını hep yanlışladı. Ama hiçbir zaman özeleştiri vermediler, aynı hataları yeni bağlamlarda yapmaya ve iyi niyetli insanları yanıltmaya devam ettiler. Hiç olmazsa bu sefer, her şey bu kadar aşikârken, "yanıldık" diyecekler mi?

Liberallerin yanı sıra bir de Marksizm adına AKP'yi destekleyenler vardı. 27 Nisan askeri muhtırasından sonra İşçi Mücadelesi gibi AKP'ye bir nebze bile destek vermeden muhtıraya yükses sesle karşı çıkmak türü bir tutum benimsemek yerine AKP'yi demokrasi adına desteklediklerini açıklayanlar vardı. En çarpıcı örneği verelim. Sadece Marksizm adına değil devrimci Marksizm adına AKP'ye güvenenlerden biri, seçim döneminde "eğer Baskın Oran olmasaydı, ben oyumu AKP'ye verecektim" diyen Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) başkan yardımcısı Roni Margulies'ti. Şimdi adında "işçi" kelimesi yer alan bu partinin başkan yardımcısı, AKP'nin beş yıl boyunca ekonomik alanda işçi sınıfına yaptığı taarruzu görmezlikten geldikten sonra, şimdi de sınıfa politik ve askeri olarak saldırdığında özeleştiri verecek mi?

AKP hayranlarından çok farklı bir başka politik kategorinin de ciddi bir özeleştiri vermesi gerekiyor. Geçen yıl DİSK, KESK ve bazı başka kitle örgütleri Taksim'i zorlarken, Marksist Tutum ve İşçilerin Kardeşliği Partisi gibi bazı siyasi odaklar Türk-İş'in Kadıköy'deki mitingine gitmişlerdi. Sosyalistler işçi sınıfı çalışması yapıyorlarsa, bazen işçilerden kopmamak adına en doğru tavrı almamış olsa da bir işçi konfederasyonunun yanı başında yer alabilirler. Ama bu tatsız zorunluluğu teorize etmeye kalkışmak, bundan siyasi rakiplerine karşı koz elde etmeye çalışmak bambaşka bir şeydir. Bu gruplar geçen yıl "biz işçi sınıfının yanındayız, öteki sol ise işçi sınıfından kopuk, maceracı politikalar peşinde" cakası satmaya kalkışmışlardı. Şimdi Türk-İş de DİSK ve KESK'e katılıp Taksim deyince ne oldu? Bu politika "maceracı" ya da "küçük burjuva" bir politika olmaktan çıktı mı? Türk-İş'in işçileri proleter de DİSK'in işçileri, KESK'in kamu emekçileri proleter değil mi? Bu iki grup bu seneki politikalarını geçen seneki yüksek fikirleri ile bir bağdaştırsalar da biz de bir şeyler öğrensek!

Türk-İş başkanı istifa!

Türk-İş başkanı Mustafa Kumlu Konfederasyonun başına geleli altı ay bile olmadı, bir dizi korkunç tavrı bu kadar kısa zamana sıkıştırmayı becerdi. İlk icraati Asgari Ücret Komisyonu'nun belirlediği sefalet ücretinin altına uzun yıllardır ilk kez işçi tarafının muhalefet şerhi koymamasıydı. Daha sonra, canlanmaya başlayan işçi tabanından ve Türk-İş'in daha sınıf mücadeleci sendikalarından korkarak 14 Mart eylemleri sırasında SSGSS'ye karşı çıktı, ama mücadeleyi yarı yolda terk ederek kitleye ihanet etti. Şimdi de 1 Mayıs için daha Nisan başından itibaren açıklanan Türk-İş politikasını, hem de son gün, hem de Yönetim Kurulu tarafından müzakereler için yetkilendirilmiş genel sekreter Mustafa Türkel'e danışmaksızın terk ederek bir kez daha ihanet etmiştir. Kumlu'nun yaptığı, savaş sırasında kendi ordusunun saflarından karşı tarafa geçen bir generalinkinden farksızdır. Polis işçilere bu kadar gaddarca saldırabildiyse, bu aynı zamanda Kumlu'nun cepheyi bölerek hareketi Türkiye'nin en güçlü konfederasyonunun ağırlığından kısmen yoksun kılmasındandır. Türk-İş'in kendine ve mücadelesine saygı duyan bütün sendikaları Kumlu'yu derhal istifaya davet etmelidir.

1 Mayıs mücadelesi ile birlikte, iki ay içinde işçi hareketi ikinci kez ülkenin siyasi gündeminin tam merkezine oturmuştur. SSGSS tartışması da, 1 Mayıs da hükümet ile işçi sınıfını cepheden karşı karşıya getirmiştir. İşçilerin mücadele ruhu, bu durumun devam edeceğini gösteriyor. Şimdi sıra savaşın genel kurmayının oluşması için mücadelededir.