Emperyalizm Bitti mi? (Mehmet Turan - 14-11-2003)

İşte bu tehlikeli tarihsel evrelerde Marksistlerin en önemli görevi, burjuvazinin fiziksel saldırılarına karşı güçlü olamasalar bile, ideolojik konumlarını korumaları ve burjuva ideolojisinin her türlü kafa karıştırıcı versiyonlarına direnmeleri ve bunları deşifre etmeye çalışmalarıdır.

1980 yıllarında başlayan ve yozlaşmış işçi devletlerinin çöküntüsü üzerine iyice oturan, uluslararası burjuvazinin yeni liberal saldırı politikası ve bu politikaya eşlik eden “küreselleşmeci” ideoloji, sol güçleri ideolojik-moral bir bozguna uğrattı. Marksist çevrelerin önemli bir bölümü bu ideolojik saldırının kurbanı olarak akıntıya kapıldı ve hâla bu cesetleri ”küreselleşmeci” burjuva ideolojisi sürükleyip duruyor. Marks’ın dediği gibi, burjuvazi sadece üretim araçlarına el koymaz, insanların beyinlerini de mülk edinmeye çalışır. Gericilik dönemleri bu mülk edinmenin arttığı dönemlerdir.

Ne yazık ki, böyle bir evre derinleşerek sürüyor. Sosyalist çevreler “küreselleşmeci” tezlerin etkisi altına çoktan girdi. Bu ideolojinin dilini, argümanlarını kullanarak uluslararası burjuvaziye karşı çıkmaya çalışıyorlar. Her cümlelerine ”küreselleşen dünyamızda” diye başlayıp, bugün zaten güçlü olan burjuva ideolojisini güçlendirmekten başka bir şey yapmıyorlar. Burjuvazinin “küreselleşmeyi geri dönülmez bir süreç olarak” ideolojik içerikle doldurmasına, insanların bu “geri döndürülemez olduğu söylenen sürecinin” önünde elpençe divan durmasına şaşarak bakıyorlar.

Marks’ın, bir ayıyı inceleyen İranlı iki doğa bilimcisi hakkında anlattığı güzel bir fıkra vardır:

“Hayatında böyle bir hayvan görmemiş olanı, acaba, diye sorar, bu hayvan yumurtluyor mu, yavruluyor mu? Bu soruya, daha bilgiç olanı şu karşılığı verir: ’Bu hayvan her şeyi yapabilir.”[1]

“Küreselleşme nedir?” diye birbirine soru soran sol hareket içindeki birçok insan ”bu ayının” her şeyi yapabileceğine ideolojik olarak karar vermiş durumda. “Küreselleşme” işçi sınıfının önemini azaltır, enternasyonalizmi geçersizleştirir, ulus-devleti tarih sahnesinden siler, emperyalizmi ortadan kaldırır, tek ülkede sosyalist devrimi imkânsız kılar vb. Bu yazının konusu her şeyi yapabilen ”küreselleşmeci” ayının Marksist emperyalizm teorisi üzerine yaptıkları.

***

19 Mayıs 2001 tarihinde Hayri Kozanoğlu “Küreselleşme ve yeni enternasyonalizm” üzerine bir söyleşi yapmış ve bu söyleşi ”Mürekkep” dergisi tarafından yayınlandı. Söyleşinin sonunda bir dinleyici, konuşmacıya soruyor:

“Bence birey toplumla ilişkili olarak dile getirilen konu ve sizin son söylediğiniz konu globalleşmeyle çok iç içe şeyler. Çünkü globalleşme aynı zamanda örgütlenme ve politik davranma kültürünü ortadan kaldırma çabası içerisinde. Bunda da bence çok başarılı. Ulus devleti de terkediyor. Aslında bence bu kapitalizmin nitelik olarak da değişmesinin bir göstergesi. Ve buna bağlı olarak benim bir sorum olacak.

Ulus devlet kapitalizmin kendi önermesiydi ve ardından gelen şey emperyalizm oldu. Fakat artık ulus devlet kavramı ve sermayenin ulusa ait olma biçimi değişmiş durumda. Üretime dönük de bir sürü değişimler gelişmeler olmuş durumda. O da işin bir diğer boyutu ama transnasyonal bir kapitalizmden bahsetmek mümkün ve globalleşme bunun yaygınlaşma aracı olarak şu anda bir şekilde kullanılıyor. Bu durumda emperyalizminin de bence açıklayıcılığı yetersizleşti gibi geliyor bana. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Emperyalizmin yerine ne konabilir? Globalleşme tek başına bunu anlatan bir şey midir?”[2] Hayri Kozanoğlu da dinleyiciye şöyle bir cevap veriyor:

“Sorunuza gelirsek, size katılıyorum. Emperyalizm kavramını ben de kullanıyorum, bu kavramı biraz da solculuğumuza devrimciliğimize halel gelmesin diye kullanıyoruz gibi denebilir bu anlamda. Teknik olarak onu emperyalizm olarak nitelendirmek zorlaşıyor ama şöyle kullanımlar da var, ben de yakın buluyorum kendime. ‘Finans emperyalizmi’ deniliyor. Yani emperyalizm derken, bir tane büyük gücün, bir tane büyük ülkenin tüm dünyayı kendi çıkarlarına göre yönlendirmesi değil de, ülkeleri, ulusları da aşan sermayenin çıkarlarına göre yönlendirmesi anlamında finans emperyalizmi diyenler var. Ama bir yandan da şu var; finans emperyalizmi diyoruz ama sermaye kendi açısından çok gerçekçidir, çok rasyoneldir. Mesela bir ABD devleti, o ulusal formun da öneminin yadsınamayacağını biliyor. Yani bunu gözardı eden bir finans sermayesi, finans emperyalizmi düşünmek mümkün değil..”[3]

Nereden başlamalı? Artık bıkkınlık veren “ulus devletin ortadan kalkmaya başladığı” tezi üzerinde başka yazılarımızda yeteri kadar durduk. Bu boş hayalin karşısında gerçek olarak ulusal devletlerin varlığını sürdürdüğünü söyleyelim. Bu gerçeği de şu görüşlerden açığa çıkarıyoruz. Ulusal ekonomiler ortadan kalkmadan ulus-devlet ortadan kalkmaz. Ulusal ekonomiler ise varlığını sürdürüyor. Ulusal ekonomi, ulus-devletin altyapıdaki tüm işlevlerini kapsamaya devam ediyor. Ulusal para, kamu bütçesi, vergilendirme sistemi, ücretler sistemi bu ulusal ekonominin ayrılmaz parçaları olarak devam ediyor. Ulusal ekonomi sadece ulusal çerçevede, otarşik olarak çalışan bir sistem değil, diğer ulusal ekonomilerle etkileşim halinde olan bir ekonomik faaliyettir. Bu ulusal ekonomilerinin birbirini çelişkili biçimde etkilemesi, bağlanması, rekabet etmesi, ulusal ekonomilerin dolayısıyla ulusal devletlerin işleyiş mantığında her zaman vardır. Devlet ve ulusal ekonomi birbirinden ayrılmaz. Kapitalizmde devletsiz ulusal ekonomi, ulusal ekonomisiz devlet olmaz. Engels’in şu görüşünü unutmayalım:

“Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, aslında, kapitalist bir makinedir, kapitalistlerin devletidir, toplam ulusal sermayenin ideal kişileştirilmesidir.”[4] Bir dünya devleti ortaya çıkıncaya kadar, ulus-devletler ve ulusal ekonomiler sayıları zamanla azalsa veya çoğalsa da varlıklarını korurlar. Kaldı ki, günümüz koşullarında uluslararası şirketlere ”cazip teklifler” sunmak için yarışan ulusal ekonomilerin ve ulusal devletlerinin önemi bu nedenle bile artmıştır.

Transnasyonal (ulusötesi) bir kapitalizmden söz etmek doğru değildir. Çünkü kapitalizmde ulus-devlet tarihsel kategori olarak ortadan kalkamaz. Ulus-devletleri ortadan kaldırmış bir kapitalizm, tek bir ulus-devletin vahşi egemenliği olarak -ki o zaman bile bir ulus-devletin varlığına dayanarak- diğer ulusal devletleri yokederek kurulabilir. Bugün böyle bir dünyada yaşamadığımız ise açıktır.

Uluslararasılaşmış şirketler, sermaye kontrolünü ulusal çerçeveden dışarı çıkarmamışlardır; dayandıkları taban kendi ülke devletleridir. Bir kısım ulusal sermayelerin içiçe geçmesiyle yeni bir birleşik ulusal devletin temelleri atılıyor (Avrupa Birliği buna örnektir). Ancak, daha henüz sürecin başlangıcındayız; bugün için bir Avrupa devletinden söz edilemez; tek bir Avrupa ulusunun oluşumundan ise çok uzağız. Unutmayalım ki, ulus-devlet sadece ekonomik bir form değil, kültür, gelenek, görenek, kimlik unsurlarını da içeren bir formdur.

Kapitalizm niteliksel olarak değişti mi?

Bu sorunun diğer biçimi: “Emperyalizm ortadan kalktı mı?” Ya da: “Emperyalizm niteliksel olarak bir değişim geçirip ‘global kapitalizme’ mi dönüştü?” veya “Ortaya ultra-emperyalizm çıktı mı?” şeklinde sorulabilir. Özü aynı olan bu soruların yanıtı Lenin’in emperyalizm teorisini anlamakla verilebilir.

***

Kapitalizm ortaya çıktığı ilk andan itibaren üretimi yoğunlaştırmaya ve merkezileştirmeye başlamıştır. Yoğunlaşma ve merkezileşme, sermayeye büyüme ve yayılma olanağı yaratmıştır. Sermaye sürekli büyüyen ve yayılan bir amip gibidir. Öyleki ulusal sınır tanımaz, daha fazla kazanacağı yere doğru sürekli koşar. Marks’ı falcı zannedip, daha ”Komünist Manifesto”da dünyanın ”küreselleştiğini” söylediğini, ama ”erken bir teşhis yaptığını” düşünenler yanılıyor. Marks, sermayenin bir dünya pazarı yaratma eğilimini, sermaye kavramının kendi iç mantığından çıkarıyordu ve onun ulusal sınır tanımayacağını söylüyordu. Marks’ın büyük keşfi buydu.

Tekrar geriye dönersek; üretimin yoğunlaşması belli bir düzeye geldiğinde tekelleri doğurmak zorundaydı ve gerçekten doğurdu da. Serbest rekabetin sonucu tekellerin ortaya çıkmasıydı. Tekeller bir kez ortaya çıkınca ”serbest rekabet”in yerini tekelci rekabet almak zorundaydı ve aldı. Serbest rekabetçi kapitalizmden tekelci kapitalizme geçiş, niceliksel bir dönüşüm değil, niteliksel bir dönüşümdü. Kapitalizmin bu niteliksel dönüşümüne Lenin, ‘tekelci kapitalizm = emperyalizm’ dedi ve bu tekelci dönemin özelliklerini araştırmaya girişti.

Lenin, tekelci kapitalizmin önemli bir özelliği olarak kombinasyonları (birleşmeleri) gördü. Tekelci dönemde sanayinin farklı kolları tek bir işletme içinde birleşiyordu. Bu birleşmeler serbest rekabeti ortadan kaldırıyor; birleşenlerin kâr haddini arttırıyordu ve birleşmemiş işletmelerle olan rekabette onlara büyük avantaj sağlıyordu. Yani serbest rekabet, üretimi yoğunlaştırıyordu, bu yoğunlaşma tekele götürüyordu.

Serbest rekabet Avrupa çapında 1860-1880 yıllarında en yüksek noktasına varıyor, tekeller ortaya çıkmaya başlıyor ve 20.yüzyılının başında da nitelikçe farklı yeni bir kapitalist dönem başlıyordu: Tekelci kapitalizm = emperyalizm.

Tekellerin örgütlenme biçimi karteller, tröstler şeklindeydi. Karteller, aynı malı üreten ve onun hammaddesini sağlayan sanayicileri bir araya topluyor, kendi aralarındaki rekabeti yok ediyordu. Karteller malların satış koşullarını, fiatlarını tek elden belirleyerek tüketicinin karşısına çıkıyordu. Kartellerin önemli bir özelliği, bu birliğe katılan sanayicilerin bağımsızlıklarını korumalarıydı. Zaman içinde ulusal karteller, uluslararası kartellere büyüdüler.

Tröstler ise ”şirketlerin şirketi” anlamına geliyordu. Tröstler farklı şirketleri hisse senedi temelinde bir araya getiriyordu. Bugün “Holding” diye bildiğimiz tekelci kuruluşlar, tröstlerin gelişmiş şeklidir. Tröstler, kartellerden farklı olarak, işletmelerin veya sanayicilerin bağımsızlığını yok ediyor, onları hukuksal ve sermaye yönünden kaynaştırıyordu. Birbirine ve bir plana bağlı tröstler sermayeyi tek bir yönetim altında topluyordu. Yöneticiler, ana şirketi, ana şirket ona bağlı şirketleri, bu şirketler de kendine bağlı şirketleri denetleyerek, mali sermayenin gücünü ve merkezileşmesini arttırıyordu. Tröstler aynı sektörde çalışan şirketleri veya farklı sektörleri birleştiren büyük tekelci örgütlenmeydi. Ulusal da olabiliyordu, uluslararası da. Kimileri, serbest rekabetin tekellere doğru kaçınılmaz gidişini Lenin’in ilk kez gördüğünü sanır. Bu, Marksist tarih bilgisinin eksikliğine dayanan bir yanılgıdır. Bu gelişimi Marks ve daha açık olarak da Engels görmüştü:

“Belirli bir ülkedeki sanayiin belirli bir dalındaki büyük üreticiler, bir ’tröst’te, üretimi düzenlemeyi amaç edinen bir birlikte birleşir. Bunlar, toplam üretim tutarını belirler, onu aralarında bölüşür ve böylelikle önceden saptanmış satış fiyatını zorla kabul ettirirler.

Sözkonusu sanayiin tümü, tek bir dev anonim ortaklığa dönüşür; iç rekabet, yerini bu tek ortaklığın iç tekeline bırakır. Bu, 1890’da, İngiliz alkali üretiminde böyle olmuştur. Sözkonusu üretim, şimdi, 48 büyük fabrikanın bir ortaklıkta birleşmesinden sonra, 6.000.000 İngiliz liralık bir sermaye ile ve bir tek plana göre yönetilmektedir.

Tröstlerde, rekabet özgürlüğü tam kendi karşıtına, tekele değişir...”[5] Engels, Marks’ın ”Kapital”’inin üçüncü kitabını yayına hazırlarken, Marks’ın hisse senetli şirketlerin kuruluşunu anlattığı bölüme bir not ekler ve burada uluslararası kartellerden de bahseder. Şöyle der Engels:

“Sonuç, genel, kronik bir aşırı-üretim, düşük fiyatlar, düşen ve hatta büsbütün yokolan kârlar; kısacası, göklere çıkartılan rekabet özgürlüğü, artık sabrının son noktasına ulaşmıştır ve kendi apaçık rezilce iflâsını kendi ağzıyla ilân etmek zorundadır. Ve bu, her ülkede belli bir alandaki büyük sanayicilerin, üretimin düzenlenmesi için kartel halinde birleşmesi yoluyla yer alır. Bir komite, her kuruluşun üreteceği miktarı saptar ve gelen siparişlerin dağılımında son söz sahibidir. Bazan İngiliz ve Alman demir sanayilerinde olduğu gibi, uluslararası karteller bile kurulmuştur.”[6] Engels’in anlattığı tekelci tröst birliği bugün gözlerimizin önünde olan uluslararası tekelci şirketlerin ilk embiryonudur. Lenin’e geri dönüp devam edelim. Tekelci dönemle birlikte eşit güçte olmayan tekellerin rekabeti de başlar. Tekelci olmayan küçük işletmeler, tekellerin rekabetine dayanamaz, göçüp gider. Artık serbest rekabet yapmanın olanakları kalkmamıştır; tekelci rekabet belirleyici hale gelir. ”Barışçı-serbest rekabet düşleri” tarih sahnesine bir daha çıkmamak üzere silinir. “Globalizm” ideolojisi bugün bu boş düşleri gerçek gibi sunarak yalan söylüyor.

Bir ülkede tekel ortaya çıktı mı, o ülkenin sınırlarında kalamaz gözünü yurtdışına diker. Ulusal ekonomi bu amaca uygun duruma getirilir. “Aynı zamanda tekniğin çok büyük bir hızla ilerlemesi, ulusal ekonominin çeşitli alanları arasındaki uyumsuzluğun giderek çoğalan unsurlarını, karışıklığı, bunalımları ortaya çıkarır.”[7] Bugün olduğu gibi.

***

Emperyalist tekelci kapitalizm döneminde sadece üretim alanında tekelcileşme olmaz; aynı zamanda para sermayeyi toplayan, ödemelerde aracılık yapan, nakdi sermayeyi kâr sermayesine dönüştüren bankacılık alanında da tekelleşme ortaya çıkar. Banka tröstleri ortaya çıkar. Bankalar arası kombinasyonlar oluşur.

“Yoğunlaşma sürecinin gücüyle, bütün kapitalist ekonominin başında kalan bazı bankalarda, doğal olarak, tekel anlaşmaları, bir banka tröstüne doğru gitgide daha belirgin bir kayma eğilimi taşıyacaktır.”[8]

Ülke içinde ve ülke dışındaki büyük bankalar birleşir. Emperyalist dönemin başlangıcında daha çok ulus çapında olan bu birleşmeler, üretim uluslararası hale gelip, büyüdükte, farklı ulusal kökenli bankaları birleştirir. Günümüzde bankacılıkta uluslararasılaşma, birleşme, üst boyutlara çıkmıştır.

Üretimin uluslararasılaşması ile bankaların uluslararasılaşması paralel gider; iki tekelleşme de birbirini destekler; sanayi sermayesi ile banka sermayesi arasında kaynaşmalar oluşur. Bu kaynaşma uluslararası hale gelmeden çok önce, ülke içinde banka sermayesi ile sanayi sermayesi birbirine eklemlenerek finans-kapitali ortaya çıkarmıştır (mali sermaye).

“Burada bütün ülkeyi kaplayan sık bir malî kanallar şebekesinin bütün sermayeleri ve gelirleri merkezileştirerek, binlerce işletmeyi tek bir ulusal kapitalist örgüte ya da tek bir dünya kapitalist örgütüne dönüştürerek hızla yayıldığı görülüyor.”[9]

Mali sermayenin ortaya çıkışı kapitalizm içinde niteliksel bir değişimdir. Serbest rekabetçi kapitalizm genel olarak sermaye egemenliğine ve bireysel kapitalistler arasındaki serbest rekabete dayanıyordu. Kapitalizmin emperyalizme dönüşmesiyle birlikte mali sermaye egemenliğine dayanan yeni bir kapitalizm ortaya çıkar.

“Malî sermayenin bütün öbür sermaye çeşitlerinden üstünlüğü rantiyenin ve malî oligarşinin egemenliği anlamını da taşır; malî yönden ’güçlü’ birkaç devletin bütün öbür devletler karşısındaki üstün durumunu da açıklar.”[10]

Lenin’in zamanında serbest rekabetçi kapitalizm miyadını doldurmuştu. Emperyalizm ise bir geçiş aşaması yaşamaktaydı. Azalan serbest rekabet ve büyüyen tekelci bir rekabet söz konusuydu. Bugün ise, emperyalizm bu geçiş dönemini bitirerek, evrensel boyutta uluslararası egemenliğini sağlamıştır. Dünyayı emperyalizm yönetiyor; ama mali sermaye, mali piyasaları yedeğine alarak ve emperyalist devletleri kullanarak. En önemlisi de kendi içinde hegemonya kavgasını yürüterek.

***

Yeni kapitalizm (tekelci kapitalizm) ile eski kapitalizm arasındaki önemli bir fark da meta ihracı ve sermaye ihracı arasındaki ilişkinin, sermaye ihracı yönünde değişim geçirmesidir. Serbest rekabet temel olarak meta ihracı üzerine, tekelci kapitalizm sermaye ihracı üzerine kuruludur.

“Serbest rekabetin tam olarak hüküm sürdüğü eski kapitalizmin ayırdedici niteliği meta ihracıydı. Tekellerin hüküm sürdüğü bugünkü kapitalizmin ayırdedici niteliği ise, sermaye ihracıdır.”[11]

Ülke içinde tekelleşen sermaye biriktirdiği ”sermaye fazlasını” toprağa gömemezdi. Bu sermayeyi kâr haddini arttırmak için dışarıya ihraç etmek zorundaydı.

“Her ‘ulusal’ kapitalizm genişleme, güç alanını genişletme, ülke sınırlarını aşma eğilimindedir. Bu, tam da kapitalist toplumun yapısının bir sonucudur.”[12]

Kâr oranı geri kalmış ülkelerde ya da sömürgelerde yüksekti; sermaye 20. yüzyılın başında buralara göç etti. İngiltere, Asya’yı, Kanada’yı kendine sermaye ihracı için hedef seçerken, Almanya, Avrupa ve Amerika’ya Fransa, Avrupa ve Rusya’ya yöneldi. Ulusal mali sermayeler, dünyanın bütün ülkelerine Lenin zamanında yayılmaya başlamıştı. Buharin’in daha 1915’de dediği gibi:

“Sermaye çeşitli yollarla bir ‘ulustan’ diğerine akar; ‘ulusal sermayelerin’ birbirlerine kenetlenmeleri artar; sermayenin ‘uluslararasılaşması’ ortaya çıkar.”[13]

Buharin, bu uluslararasılaşma sonunda uluslararası tröstlerin ortaya çıktığını da belirtiyordu:

“Kapitalist bazda, ‘ulusal’ ekonomi çerçevesinde üretken güçlerin gelişmesi nasıl ki ulusal karteller ve tröstleri ortaya çıkarmıştır, dünya kapitalizmi çerçevesinde de üretken güçlerin gelişimi de çeşitli ulusal kapitalist gruplar arasında, en ilkel şeklinden tutunda uluslararası tröstler şeklindeki en merkezileşmiş haline kadar uluslararası anlaşmaları yaratmıştır.”[14]

Aynı belirlemeyi Lenin de yapar:

“Kapitalizm, uzun bir süreden beri dünya pazarını yaratmıştır. Sermaye ihracı arttıkça ve büyük tekel gruplarının yabancı ülkeler ve sömürgelerle ilişkileri ve ‘nüfuz bölgeleri’ her bakımdan genişledikçe ‘pek doğal olarak’, işler, bu gruplar arasında genel bir anlaşmaya ve uluslararası kartellerin kurulmasına doğru yöneliyordu.”[15]

“Uluslararasılaşma” üzerinde bu kadar durmamızın nedeni, ‘küreselleşme’ci tezlerin bu ’uluslararasılaşmayı’ sanki yeni bir şeymiş gibi, emperyalist dönemin bittiğine kanıt olarak göstermeleridir. Halbuki gerçekte olan şey, kapitalizmin tekelci dönemiyle birlikte “uluslararasılaşma ve uluslararası tröstlerin ortaya çıkması” başlamıştır. Günümüzde ise bu uluslararasılaşmanın büyük bir sıçrama yaparak geliştiğini görüyoruz. “Çokuluslu” tekel dedikleri şirketler, bu uluslararasılaşmanın korkunç boyutlarını gösteren, üstelik ulusal kökleri henüz kaybolmamış tekelci örgütlenmelerdir.

Sermaye ihracının hangi ülkeye doğru yöneleceği, mali sermayenin “kâr hesaplarıyla”, rekabet ettiği güçleri zayıf düşürmekle ilgilidir. Kesin olan nokta, sermayenin bugün bir yöne, yarın başka bir yöne doğru yayılmayı durduramayacağıdır.

“Finanskapital, sermayenin her yana yayılan bir şekli olarak ortaya çıkar. İster ‘tropik’, ister ‘yarı tropik’ isterse ‘kutuplarda’ olsun, her ‘boşluğu doldurma peşindedir. Yeter ki kâr, yeterli miktarda olsun.”[16]

Emperyalizmin başlangıç dönemlerinde geri ve sömürge ülkelere yönelen sermaye, 1960 yılından sonra gelişmiş kapitalist ülkelere yönelmiştir.

“1955-1960 arasında yılda ortalama 2.8 milyar dolar özel kapitalistler ve korporasyonlar tarafından az gelişmiş ülkelere, yılda ortalama 2.7 milyar dolar ise öteki emperyalist ülkelere ihraç edilmiştir. 1961-6 arasında denge kesinlikle bozulmuştur: az gelişmiş ülkelere ihraç edilen özel sermaye yılda ortalama 2.3 milyar, emperyalist ülkelere ihraç edilen özel sermaye yılda ortalama 4.2 milyar dolar. Sadece Amerikan özel sermayesi ele alınırsa, emperyalist ülkelere gidenin az gelişmiş ülkelere gidenden, 1955-60 döneminde, hemen hemen iki kat; 1961-6’da ise üç kat çok olduğu görülür.”[17]

Ulusal pazarı denetleyen tröstler, değişik nedenlerle uluslararasılaşmak zorundadır. Bu ulusal tröstler başlangıçta ulusiçi bir rakibini ortadan kaldırmak için başka bir ulusun şirketiyle birleşir. Sonra da yabancı ulusal şirketlerle rekabet edebilmek için uluslararası birlikte kurar. Neden ne olursa olsun, bütün bu nedenlerin arkasında duran temel dürtü uluslararası rekabettir. Bu uluslararası rekabet ortadan kaldırılmadan, uluslararası birleşmeler, bölünmeler, savaşımlar ortadan kalkmaz.

Kapitalizmin bir yandan bütünleşirken, bir yandan da değişik bütünlerin kavgası sürer. Günümüzde uluslararası şirketler bütünleşiyor ve bütünleştikçe de kendi aralarındaki kavga kızışıyor. Bütünleşmeyi hızlandıran nedenlerin başında üretim sermayesinin uluslararasılaşması geliyor. Ulusal sermaye başka bir ülkeye giderek orada üretim yapıyor ve üretim sürecinin farklı bölümlerini değişik ülkelerde örgütlüyor ve kârdan daha fazla pay alma mücadelesine büyüyerek katılmayı amaçlıyor.

Uluslararası şirketler faaliyetlerini dünya çapında planlamak zorundalar. Pazar bütün dünyadır. Uluslararası faaliyet gösteren şirketler embriyonlarını emperyalizmin ilk dönemlerinden alan, bugün büyümüş şirketlerden başka bir şey değildir. Aslında bu şirketler, Lenin’in emperyalizm teorisini doğrulayan şirketlerdir.

Lenin, emperyalizmin temel özelliklerinden biri olarak ”tekelci sermaye ihracını” göstermişti. Gerçekten de bugün meta ihracına dayanan dünya ticareti gerilemiş, ihraçcı üretim sermayesine dayalı üretim artmıştır. Bu ikincisi, dünya ticaretini kendi kontrolüne almıştır. Uluslararası şirketlerin ciroları dünya ticaretinden daha yüksektir ve uluslararası meta ticaretinin %75’i bu şirketlerce gerçekleştiriliyor. Kısacası, Lenin’in emperyalizm teorisi doğrulanıyor. Daha önce aktardığımız Lenin’in görüşünü tekrarlayalım.

“Serbest rekabetin tam olarak hüküm sürdüğü eski kapitalizmin ayırdedici niteliği meta ihracıydı. Tekellerin hüküm sürdüğü bugünkü kapitalizmin ayırdedici niteliği ise, sermaye ihracıdır.”[18]


[1] Karl Marx, Friedrich Engels, Doğu Sorunu, Sol Yayınları, s.76-77
[2] Mürekkep, Sayı 17, 2001, s.150
[3] A.g.e., s.152
[4] Karl Marx, Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar III, s.174
[5] A.g.e., s.172
[6] Friedrich Engels, Karl Marx, Kapital, Üçüncü Cilt, Sol Yayınları, s.387
[7] V.İ. Lenin, Emperyalizm, Sol Yayınları, s.36
[8] A.g.e., s.49
[9] A.g.e., s.42
[10] A.g.e., s.71
[11] V.İ. Lenin, Emperyalizm, Sol Yayınları, s.74
[12] Nikolay İ. Bukharin, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, Spartaküs Yayınları, s.67
[13] A.g.e., s.26
[14] A.g.e., s.36
[15] V.İ. Lenin, Emperyalizm, Sol Yayınları, s.81
[16] Nikolay İ. Bukharin, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, Spartaküs Yayınları, s.42
[17] Ernest Mandel, Avrupa Meydan Okuyor, Bilgi Yayınevi, s.17
[18] V.İ. Lenin, Emperyalizm, Sol Yayınları, s.74