Dokuzuncu eyalet: Musul (06-03-2007)

İdari yapı, sekiz eyaletten oluşacaktı; bu eyaletler halkın seçeceği valiler tarafından yönetilecekti. Evren adını vermiyor, ama bu sistem aslında federalizmin Türkçesinden başka bir şey değildir. Zaten uluslararası alandan verdiği örnekler, ABD, Almanya ve Pakistan, her biri federal sistemle yönetilen ülkelerdir. Evren’in sekiz eyaletinin hangileri olduğunun hiç önemi yok. Elbette biri hariç, o da Diyarbakır. Yani, Türkiye’nin son yarım yüzyılının en gerici, en demokrasi ve Kürt düşmanı politikacısı, Kürt sorununun çözümü için adını vermeden bir federasyon önermiş bulunuyor!

Bazıları Evren’in bu açıklamasına pek şaşırıyorlar. Şaşıracak hiçbir şey yoktur.

Evren’in önerisinin anlamını kavrayabilmek için, Türkiye’ye Kürt sorunu bağlamında federasyon tartışmasını kimin getirdiğini hatırlamakta yarar var. Kendisi bir aşamada yadsısa ve hiçbir zaman taraftar olmadığını söylese bile, “federasyon da tartışılmalı” sözünü ilk dile getiren Turgut Özal’dır. Özal bunu elbette bir boşlukta ortaya atmamıştı. Bütün 1980’li yıllar boyunca başbakan sıfatıyla PKK’ye karşı savaşta en sert tedbirleri uygulamaya koyan, 19989-90’daki “SS kararnameleri”nin mimarı olan, köy boşaltmaların mucidi Özal, hayatının son demlerinde, 1991 Körfez Savaşı’ndan sonra doğan yeni duruma yanıt olarak, ABD’nin telkinleriyle yeni bir politika belirlemişti: İkinci Cumhuriyet. Bilindiği gibi, Körfez Savaşı ertesinde ABD Irak’ın 36. paralel kuzeyinde kalan Kürt bölgesinin merkezi devletle ilişkisini keserek bu bölgeyi himayesi altına almıştı. Bu bölgenin yöneticileri olan Barzani ve Talabani ile Türkiye devletinin yaklaşmasını da kendi politikası dolayısıyla şiddetle arzu ediyordu. Bu yakınlık bir ölçüde pratiğe de geçmişti: Türkiye, Barzani ve Talabani’ye kırmızı pasaport veriyor, askeri yardım yapıyor, karşılığında bu ikilinin peşmergeleri Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) PKK’ye karşı savaşına destek oluyordu.

İşte “İkinci Cumhuriyet” adı verilen program bu bağlamda geliştirildi. Anlamı şuydu: Irak Kürtleri Irak’tan kopartılacak ve Türkiye’nin himayesine alınacaktı. Türkiye böylece bir taşla iki kuş vurmuş olacaktı: Bir yandan, Türkiye ile Kürtler arasında doğacak olan yakınlaşma sayesinde PKK’nin ayağının altındaki zemin ortadan kalkacak ve Türkiye’deki Kürt sorunu çözüme kavuşturulmuş olacaktı; bir yandan da, Musul-Kerkük petrollerinden pay almak mümkün hale gelecekti. İkinci Cumhuriyet aynı zamanda ABD’nin çıkarlarına uygundu. Çünkü ABD, Irak, İran ve Suriye karşısında Kürtleri bir koz olarak oynamaya karar vermişti. Bu yönelişin tek sorunu, Kürtlerin aynı zamanda Türkiye için de bir “ulusal güvenlik” sorunu oluşturmasıydı. Oysa Türkiye ABD’nin bölgede İsrail’den sonra en sıkı ve en güçlü müttefikiydi. İkinci Cumhuriyet ABD’nin köklü müttefiki Türkiye ile yeni müttefiki Kürtleri barıştırmanın formülüydü. Bütün bunlar tabii Türkiye’deki Kürt hareketinin altının oyulması, gerekirse ezilmesi önkoşuluna tâbiydi.

Özal’ın 1993’te ölmesi ya da bazı iddialara göre öldürülmesi İkinci Cumhuriyet programının siyasi bir önderlikten yoksun kalmasına yol açıyordu.

Önderi öldü, ama program yaşıyor

Özal’ın ölümü İkinci Cumhuriyet programını öksüz bırakmıştı, ama programın tarih sahnesine çıkmasına yol açan nesnel koşullar devam ediyordu. On yıllık bir parantezden sonra program 2003 Irak Savaşı’ndan sonra bir kez daha ve daha da büyük bir aciliyetle Türkiye’nin gündemine oturacaktı. Bu yeni durumu, İşçi Mücadelesi Irak Savaşı biter bitmez teşhis etti. Dergide 2003 yaz aylarında yayınlanan “29 Şubat” başlıklı yazıda “Öznesi olmayan program: İkinci Cumhuriyetçilik” alt başlığı altında şöyle deniyordu:

"...ABD yönetimi ile TSK arasındaki sorun sadece 1 Mart oylaması öncesindeki taktik yaklaşım üzerine bir farklılıktan ibaret olsaydı, bugün yeniden tam bir uyumdan söz edilebilirdi. Evet, TSK Türkiye’nin geleceğini Batı dünyasıyla bütünleşmekte, NATO üyeliğinin sürmesinde, ABD’nin sürekli savaş politikasıyla işbirliğinde görmektedir. Ama bir büyük sorun ABD’nin bölgeye ilişkin vizyonu ile TSK’nın “ulusal güvenlik doktrini” arasında ciddi bir açı farkı yaratmaktadır. Bu, Kürt sorunudur (...)

TSK’nın bu konudaki hassasiyeti gayet iyi biliniyor. Kuzey Irak’ta ABD tarafından desteklenen güçlü bir Kürt oluşumunun, hele hele Kerkük petrolleri sayesinde hızlı bir ekonomik büyüme olanağına kavuşursa, Türkiye’nin Kürtleri açısından bir çekim merkezi haline gelebileceği kaygısı TSK’nın bu konuya yaklaşımına damga vuruyor (...)

Kuzey Irak konusundaki bu farklılığın doğurduğu sorun sadece Türkiye devletinin değil, ABD’nin de sorunudur. ABD, Ortadoğu’daki mücadelesi açısından güvenilir iki müttefikinin karşı karşıya gelmesini elbette istemez. Her kim ABD’nin, hele hele daha önümüzdeki dönemde İran, Kafkasya ve Orta Asya üzerinde mücadeleler planlanmaktayken, Türkiye gibi bir müttefikten kolay kolay vazgeçeceğini sanıyorsa aldanıyor. Gelişmeler elbette tek başına hiçbir oyuncunun iradesine bağlı değildir. Sonuç öyle olabilir. Ama bugün ABD Türkiye’yi hiçbir biçimde gözden çıkarmış değildir.

ABD açısından bu zor duruma bulunan çıkışın ne olduğunu ABD ziyaretinden sonra TÜSİAD başkanı Özilhan açıkladı: “İnisiyatifi ele alırsanız, oradakilere ağabeylik yaparsanız, çok daha kontrol altında olur... Korkulardan ziyade, Türkiye’nin oradan çekinip, oluşumlara karşı düşmanlık yaratması yerine, oluşumu destekleyip, altyapıya destek vermesi gerek.” Bu program hiç de yeni değildir. Bu, Turgut Özal’ın İkinci Cumhuriyet programıdır. Bunda şaşıracak hiçbir şey yok. İkinci Cumhuriyet programı, Özal’ın kafasından değil, Körfez savaşı döneminde ABD Kuzey Irak Kürt harekeleriyle bugünkü ittifakını daha yeni oluştururken iki müttefikinin karşı karşıya gelmesi olasılığı ile karşılaştığında Amerikan yönetiminin think tank’lerinden doğmuştur da ondan şaşıracak bir şey yok.

Ne var ki, Türkiye’de 1993’te gerçek bir program olan İkinci Cumhuriyetçiliğin bugün siyasal alanda sahibi yoktur. Bütün sorun TSK’nın, KADEK’in silahsızlandırılması vaadi karşılığında, güvenlik konseptinde bu tür bir değişikliğe razı olup olmayacağı sorusunda düğümlenmektedir. Bunun olanaksız olduğu söylenemez. Kimileri TSK’nın, hatta bir bütün olarak Türkiye devletinin bu yönde adım atamayacağını düşünebilir. Ama daha şimdiden gidişatın o yönde olduğuna ilişkin belirtiler ortaya çıkmaya başlamıştır. Hürriyet ve Cumhuriyet gazetelerine Dışişleri’nden sızdırılan haberlerde, Türkiye’nin Kuzey Irak politikasının değişmekte olduğu belirtilmektedir. Hürriyet (5 Haziran 2003) “Irak’ta Kırmızı Çizgi Gevşiyor” başlığı ile manşetten verdiği haberde, Kuzey Irak’taki Kürt oluşumuna daha esnek bir yaklaşım benimseneceğini, ekonomik işbirliğinin ve yatırımların arttırılacağını, Türkmenlerin beşinci kol gibi görülmesine yol açan politikalara son verileceğini belirtmektedir. Dışişleri Bakanlığı’nın bu konuda bir politika değişikliğini MGK’dan bağımsız gerçekleştirmesi kolay düşünülemeyecek bir şeydir. Öyleyse, önümüzdeki dönem ilginç sürprizlere gebe olabilir. Elbette, bu tür büyük bir değişiklik epeyce sancılara yol açabilir. (İşçi Mücadelesi, eski dizi, sayı 7, Yaz 2003. Bu yazı web sitemizden okunabilir.)"

Olmayan özneye yeni adaylar doğuyor

Demek ki, daha 2003 yılında şu nesnel çelişki açıkça ortadaydı: ABD’nin iki müttefiki arasındaki muazzam gerilim, aynı zamanda ABD ile Türkiye arasında bir çelişki yaratıyordu ve bu çelişki çözümünü bekliyordu. Ama bu nesnel çelişki ile Türkiye siyasetinin öznel koşulları arasında da bir uyarsızlık vardı. Son bir yıl içinde Türkiye politikasında ortaya çıkan bir tür gelişme işte bu çelişkiler dizisinin çatlağında hayat bulmuştur. Önce MİT’in Müsteşarı ve Müsteşar Yardımcısının, Öcalan ve Barzani de dahil olmak üzere, bir dizi görüşme ile Türkiye’nin kürt politikasına yeni bir mecra aramakta olduğu ortaya çıkmıştır. Daha yakınlarda Müsteşar Emre Taner MİT’in kuruluş yıldönümü vesilesiyle Türkiye’nin statükocu politikayı mutlaka terk etmesi gerektiğini belirten, çok yankı getiren bir açıklama yapmıştır. Bugün artık emekliye ayrılmış olan Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş ise Ocak ayında Ankara’da toplanan “Türkiye Barışını Arıyor” Konferansı’na katılacak kadar olağan dışı bir adım atmıştır!

Bu haberlerin dumanı üzerindeyken, DYP genel başkanı Mehmet Ağar, “dağda silah tutacağına düz ovada siyaset yapsın” diyerek gerillanın siyasal yaşama katılması yönünde fikir açıklayarak ortalığı sarsmıştır. Ağar, son günlerde Evren’in beyanatına ilişkin açıklamasında kendisinin federasyonu (eyalet sistemini) değil, üniter devleti savunduğunu belirtmektedir, ama unutulmasın ki, Evren’in bu açıklamasından çok kısa süre önce de Türkiye’ye “Benelüks” modelini önermiştir. Bilindiği gibi, “Benelüks” Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’un ekonomik birliğine verilen addır. Ağar, Türkiye’nin Kuzey Irak, Suriye, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile benzer bir ekonomik birliğe gitmesini, bunun bir süre sonra da siyasi birlikle taçlanmasını savunmuştur. Bunun Evren’inkinden de ileri bir federasyonlaşmayı bile öngören bir formül olduğu tartışılmaz. Burada da en yakın adayın (belki Azerbaycan’ın yanı sıra) Kuzey Irak’ın Kürt bölgesi olduğu açıktır.

İşte Evren’in “eyalet modeli”, İkinci Cumhuriyet programını yeniden gündeme taşıyan girişimlerin sadece sonuncusudur. 12 Eylül’ün zorbasının bugün Kürtlere karşı hoşgörünün ve demokrasinin kisvesine bürünmesi hiç şaşırtıcı değildir. Diziye bir bakın: MİT, Mehmet Ağar, Kenan Evren. Bunlar aslında tam da aynı yolun yolcusu değil mi? MİT geçmişten beri kontrgerillanın en faal bileşenlerinden biri olmuştur. 12 Mart döneminde Erenköy Köşkü’nde kontrgerilla adına işkenceleri yöneten MİT görevlileridir. 1970’li yıllarda Sivas, Kahramanmaraş, Çorum katliamlarını MHP’nin müttefiki olarak düzenleyen MİT yetkilileridir. O günden bu yana MİT’in ne görevi, ne de politikası değişmiştir. Ama MİT Müsteşarı ve onun yardımcısı Türkiye’nin Kürtlerle “diyalog” içine girmesini, “barışçı” ve “demokratik” bir çözümü seçmesini savunmaktadır! Mehmet Ağar Emniyet Genel Müdürü ve İçişleri Bakanı sıfatıyla kontrgerillanın kirli savaş sırasındaki beyinlerinden biri olmuştur. Susurluk kazası sonrasında kontrgerillanın bütün kirli çamaşırları ortaya döküldüğünde, “ne var yani?” tavrıyla “bin operasyon yaptık” diye açıklama yapmış biridir. Bugün gerillanın siyaset yapmasını, Türkiye’nin Kuzey Irak’la bütünleşmesini savunmaktadır. Bu durumda Evren’in de benzer bir tavır almasına şaşırmak, kurnazlık değilse saflıktır.

Taktik yöneliş bellidir. ABD, hem Türkiye ile, hem de Kuzey Irak Kürt önderlikleriyle ittifakını korumak ve iki müttefikini birbirine yaklaştırmak için özellikle devletin mutemet adamlarını seçmekte ve onlara yaptığı telkinlerle İkinci Cumhuriyet programının önünü açmaya çalışmaktadır. Bu açılımları başkaları yapsa, anında başları yanabilirdi. Devlet düşmanlığı, hatta vatana hıyanet ile suçlanırlardı. Ama bu kişiler Türkiye Cumhuriyeti devletinin en önemli kurumlarının (MİT, kontrgerilla, TSK) temsilcileridir, geçmişte onun bekası için her türlü gericiliği yapmışlardır. İşte tam da bunun için onlar seçilmektedir. Bu taktik eskiden beri bilinen bir gerçeğin üzerine bina edilmiştir: Bir devletin geçmiş politikalarına köklü biçimde aykırı düşen, tehlikeli görünebilecek yeni yönelişleri, burjuvazinin sağcı, gerici, düzene bağlılıklarından hiçbir kuşku duyulamayacak temsilcileri çok daha kolay üstlenebilirler. Bunun son yarım yüzyıldaki en çarpıcı örneği ABD’nin en sağcı başkanlarından Richard Nixon’ın ülkenin Çin politikasını baştan aşağı değiştirmesidir. 1949 Çin Devrimi’nden 1970’li yılların başına kadar ABD Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanımamış, devrimin devirdiği burjuva Çan Kay-şek önderliğinin bir adaya sığınarak kurduğu Tayvan Cumhuriyeti’ni Çin’in meşru (!) temsilcisi olarak kabul etmişti. Nixon 1971’den itibaren bu politikayı altüst edecek, Mao ile yaptığı görüşmeler sonrasında Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanıyacak, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde o güne kadar Çin’i temsil etmiş olan Tayvan’ın yerini bu ülkenin almasını sağlayacaktır. Bugün Ağar ve Evren Nixon rolüne soyunmuştur!

Buradan nereye?

Evren’in açılımını yerli yerine oturttuktan sonra bu meselenin geleceğine ilişkin bazı gözlemlerde bulunabiliriz. Her şeyden önce, MHP’nin Muğla İl Başkanı’nın eyalet modeli önerisine karşı Evren’i savcılığa ihbar etmesi veya Muğla Savcılığı’nın soruşturma başlatması konusunda insanın aklına Evren’in 12 Eylül döneminde işlediği ve Anayasa’nın geçici 15. maddesi sayesinde kovuşturulması bile mümkün olmayan büyük suçlar dolayısıyla değil de bu açıklaması nedeniyle soruşturmaya layık görülmesinin Türkiye’deki rejimin ne kadar gerici olduğunu bir kez daha kanıtladığını belirtmek gerekir. Muğla savcısına rica edelim, hazır Evren dosyasına el atmışken daha pek yakın geçmişte Muğla Üniversitesi’nde çıktığı bir televizyon programı vesilesiyle 12 Eylül dönemi idam ve işkencelerinden pişman olmadığı yolundaki beyanını, yani suç olan fiili övmesini de mercek altına alma zahmetini göstersin! Yaşar Okuyan gibi proto-faşistlerin “12 Eylül darbesinin amacı şimdi ortaya çıktı” türünden demagojisi de, iliştirilmiş sol Cumhuriyet gazetesinin bunu manşete çıkarması da gülünçtür. Nixon, 1953-60 arasında Eisenhower yönetiminde ABD’nin başkan yardımcısı idi. Yani bir bakıma Çin’i tanımama politikasının mimarlarından biri idi. Kim Nixon’ın ta başından beri Çin’i tanımayı planladığını ileri sürebilir? İnsanlar, aynen bugün faşistlerle işbirliği yapan “ulusalcı” solcular gibi, değişebilirler. Evren de geçmiş politikasına uymayan bir öneri yapmıştır. Hepsi bu!

Üstelik Evren’in amacı değil, sadece o amaca ulaşmak için kullanmayı önerdiği yöntemler değişmiştir. Aynen MİT yetkilileri ve Ağar gibi. Kuzey Irak’ta hızla bir Kürt devletinin oluşması ve Türkiye Kürtlerinin statükoya boyun eğmeyeceğini kanıtlaması, devletin bu mutemet adamlarını eski düpedüz baskıya dayanan askeri yöntemlerden başka yöntemler aramaya itmiştir. Amaç, Türk devletinin Kürtler üzerindeki hakimiyetini yeni koşullar altında da sürdürmektir.

Başka biçimde söyleyelim. Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti gözlerimizin önünde doğmaktadır. Bu elbette büyük riskler altında yaşanan bir doğumdur. ABD şu ya da bu nedenle bölgeden çekilirse Irak Kürtleri, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ermenilerin yaşadığı türden bir katliam felâketini bile yaşayabilir. (O durumda da Barzani’nin Türkiye’ye sığınmak istemesi büyük bir olaıslıktır.) Ama ABD bölgede kaldığı ve Kürtleri Araplara ve İranlılara karşı bir koz olarak oynamaya devam ettiği sürece süreç kaçınılmaz olarak ilerlemektedir. Eski politika sürdürüldüğü takdirde bu olgu Türkiye devletine büyük bir güvenlik tehdidi olarak algılanmaktadır. Türkiye’nin Kürtlerinin de bu devletin cazibesine kapılacağı korkusu Türkiye devletini yönetenlerin saflarında çok yoğun olarak hissedilmektedir. İşte bu koşullar altında, Evren’in “eyalet modeli” Irak’ta doğmakta olan Kürt devletini Türkiye’nin siyasi, iktisadi ve idari yapısına massetmek üzere planlanmış bir yeni yaklaşımdır. Yukarıda, Diyarbakır dışındaki eyaletlerin hangileri olduğunun önem taşımadığını söyledik. Önem taşıyan Evren’in sekiz eyaletinin dışında adı (henüz) verilmeyen dokuzuncu eyalettir: Musul Eyaleti. Evren’in bütün önerisi, Osmanlı’nın Musul eyaletinin, yani petrol zengini Kerkük de dahil Irak’ın Kürt bölgesinin Türkiye’nin hakimiyetine sokulmasıdır.

İkinci Cumhuriyetçi yaklaşımın somut biçimi ne olursa olsun, özü Kuzey Irak Kürtlerini “hamilik” yoluyla (çeşitli vesilelerle söylendiği gibi “ağabeylik yaparak”) kazanmaktır. Bu yaklaşım, Türkiye burjuvazisinin saflarında bilinenden çok daha yaygındır. Evren boşuna dememiş: “Herkes söylüyor ama cesaret edip ortaya atan yok. Ben bu cesareti ortaya attım.” Yukarıda TÜSİAD’ın 2003’teki başkanının da soruna benzer tarzda yaklaştığına ilişkin bir gözlemde bulunmuştuk. Türkiye burjuvazisinin baş ideologlarından bir olan Ertuğrul Özkök’ün Evren’e ilk günden destek vermesi de önemli bir göstergedir. Burjuvazinin saflarındaki bu eğilim, Kuzey Irak ile milyar dolarlara varan iş hacmine ulaşan ticaret, müteahhitlik işleri ve yatırımlar arttıkça büyüyecektir. TSK’ya gelince, bugün böyle bir çözümden çok uzak olduğu doğrudur. Ama son MGK toplantısında Kuzey Irak’a yönelik olarak “siyasi ve diplomatik” adımlar yönünde alınan karar, küçük de olsa, bu yöndedir.

Bu Kürtler açısından bir kurtuluş yolu mudur? “Diyalog”, “barış”, “demokrasi” gibi kavramlara başvurduğu ölçüde, İkinci Cumhuriyetçi program Kürtlere olumlu ve ileri gibi görünüyor. Oysa bu kisve altında Kürtlerin Ortadoğu çapındaki tâbiyeti ve ezilmişliği sürdürlmek isteniyor. Daha da önemlisi, Kürtler, aynen Türkiye gibi, Ortadoğu’da ABD’nin sürekli savaşının, ilk elde İran ve Suriye karşısındaki askeri haline getirilmeye çalışılıyor. Türk ve Kürt gençlerinin ABD’nin emperyalist savaşı için heder edilmesine izin vermeyin!

Çin’in Nixon tarafından tanınması ilk bakışta Çin devriminin tarihsel zaferinin tescili gibi görünüyordu. Ama bunun ardındaki amaç zamanla ortaya çıktı. Nixon ve sonrasındaki ABD başkanları Çin’i Sovyetler Birliği’ne karşı bir koz olarak kullandılar. Bu gerici politikanın ve buna temel oluşturmak için Mao tarafından uydurulmuş olan Üç Dünya teorisinin sonuçlarından biri Sovyetler Birliği’ni zayıflatmak oldu ise, bir başkası da Çin’in kendisinin kapitalist restorasyonun yoluna girmesi oldu.

Kürt sorunu ne askeri çözümle, ne de ABD patentli İkinci Cumhuriyet politikası ile çözülebilir. Kürtler bütün Ortadoğu çapında hem bölge devletlerinin, hem de emperyalist ABD’nin manipülasyonundan kurtularak kendilerini özgürleştirebilirler. Türkiye’nin Kürt sorunu ise ancak Türkiye’nin Kürtlerinin meşru yöneticileriyle diyalog içinde çözülebilir.

Eski Genelkurmay başkanı Evren’den gelecek çözüm de, aynen onun bugünkü halefi Büyükanıt’ın askeri çözümü gibi çıkmaz yoldur.

Ortadoğunun yaşamakta olduğu felâketin de, Kürt sorununun da çözümü, özgür halkların bir araya gelerek kuracağı Ortadoğu Sosyalist Federasyonu’dur. Ama bunu ancak işçi sınıf önderliğinde bütün emekçiler ve ezilenler kurabilir.