DEYK Uluslararası Sekretaryası bildirisi (20-04-2010)

Uluslararası Sekretarya Bildirisi (Aralık 2009)

Gitgide derinleşen bir krizin ortasında

Kapitalizmin dünya çapında iflası

Kapitalizmin bugüne kadarkilerin en kötüsü olarak görülen dünya çapındaki krizi, henüz sona ermedi, daha yayılmasının ortalarındayız. 2009 sonunda Dubai ve Yunanistan'dan İrlanda'ya kadar uzanan yelpazede birçok devletin borcunu ödeyememesi, bir bütün olarak Avro bölgesini ve Avrupa Birliği'ni sarstı. Başta ABD olmak üzere tüm dünyadaki kapitalist ülkelerde dağ gibi biriken borçların yıkıcı etkisi ortaya çıktı ve krizin yaralarının sarıldığı iddialarını yalanladı.

Hükümetler ve merkez bankaları tarafından daha önce benzeri görülmemiş miktarda likiditenin piyasaya enjekte edilmesi, özellikle 2008-2009 döneminde Lehman Brothers çöküşüyle yaşanan panikten sonra, çökmekte olan uluslararası finans sistemini kurtarma operasyonuydu. Bu operasyonla sistemin çelişkilerini çözemediler ve sadece hızla gelen yıkımı geçici bir süre için ertelediler. Sonrasında çelişkiler daha da derinleşti ve yeni problemler ortaya çıktı.

Söylemin aksine, istihdam olanaklarında düzelme değil, işsizlikte artış var; bireysel kredilerde ve küçük işletmelere verilen kredilerde düzelme değil daralma var; tüketici harcamalarında düzelme değil, yetersiz tüketim var; aşırı kredi vermiş ve sermayesi yetersiz bankaların borçlarını azalttıkları da yok. Türev ürünler okyanusunda en ufak bir azalma yok. Her halükârda bunların günümüz kapitalizminde hayati bir işlevleri vardır ve sistemin tümüyle çöküşü başlamadan da bu işlev ortadan kalkmaz. Hazırda bulunan büyük miktardaki likidite tekrardan spekülatif faaliyetlere aktarılınca, yeni devasa hayali sermaye balonları yaratıldı. Bilhassa zayıflayan Amerikan doları temelinde işleyen faiz arbitrajı spekülasyona güç verirken kurtarma paketinin altını oyup para akışını da ABD dışına yönlendirdi. Mali piyasalar yükselişteyken üretim alanında kapasite fazlasının ve aşırı sermaye birikiminin egemen olması, hayali sermayeyle üretken sermaye arasındaki makası daha da açtı. Balonlar er ya da geç bir noktada patlamak ve çift dipli bir resesyona yol açmak zorundalar.

Devletin makroekonomik müdahalesi, kapitalist çöküşün bu emperyalist safhasında egemen olan finans kapitali yıkımdan korumak için, bilinçli olarak spekülasyonu teşvik eder.  Ama bu sefer de  kamu borçları, değer üreten alanda sürdürülebilir bir temeli olmaksızın katlanarak büyür. Kamu borçlarını ve kamu açığını finanse etmek için kullanılan uluslararası geçerlik sahibi tahviller, daha önce kaçınılmaz çöküşüyle mevcut krizi tetiklemiş olan mortgage piyasasının boşluğunu doldurmuş oldu. Yunanistan örneği üzerinde yorum yaparken büyük Batı bankalarının yönetim kurulu üyeleri şöyle diyor: "İki yıl boyunca mortgage kredilerinin ve şirketlerin oluşturacağı riskler hakkında telaşa düştükten sonra, şimdi hem bankalar için hem de daha geniş çapta yatırım çevreleri için 2010'un asıl meselesi ülke riski olacak." (Financial Times, 21 Aralık 2009)

Hem metropoldeki ülkeler hem de çevre ülkeler mali küreselleşmenin iflasından etkilenmekteler. Dünya sisteminin ve dolayısıyla krizin merkezi, iflasını küresel ölçeğe yaymaya çalışan, dünyanın en güçlü ve en büyük borç fazlasına sahip ülkesi olan ABD'dedir. Avrupa, Japonya, Rusya ve Çin de bu uluslararası kasırgayla sarsılmaktalar ve tüm çelişkiler keskinleşmekte.    

Avrupa Birliği bilhassa darbe aldı. İflas eden kapitalist Yunanistan münferit bir vaka değil, devasa açıklara ve ezici borçlara sahip listedeki diğer AB ülkelerinin başını çekiyor sadece: İrlanda, İspanya, Portekiz, İtalya ve diğerleri. Borcunu ödeyemeyen devletler hem kredi vermede aşırı açılmış olan bankaları hem de bir bütün olarak Avrupa Para Birliği'nin varlığını ve emperyalist bir proje olan Avrupa'nın kapitalist entegrasyonunu tehdit ediyor. Merkezkaç kuvvetler büyüyerek tüm AB yapısını sarsmakta.

Kapitalistlerin ve kapitalist hükümetlerin kendi krizlerinin faturasını işçilere ödetme girişimleri toplumsal direnişlere ve sınıf mücadelesinin şiddetlenmesine yol açıyor.  İrlanda'ya altından kalkması mümkün olmayan önlemler dayatıldı, daha da beter bir program da (Letonya'ya empoze edilene benzer bir şey) AB tarafından Yunanistan'a bir ültimatom mahiyetinde sunuldu; IMF'ye "yardım" için yüzünü dönme "alternatifi" de halk kitleleri için eşit ölçüde yıkıcıdır. Yunanistan'daki 2008 Aralık ayaklanması ve polisin bir yıl sonra bu olayın yıldönümünde göstericilere yaklaşımındaki vahşet - Özel Delta Gücü'nün EEK'li Trotskistlere yönelik kanlı saldırıları dahil - ve kitlesel gözaltılar ve açılan davalar özellikle çoğunluğu işsiz veya aşırı sömürülen esnek işgücüne dahil olan isyankâr gençler arasında gitgide artan huzursuzluğa işaret etmekte. Bu çatışmalar tüm Avrupa kıtasına ve uluslararası platforma sıçrayabilecek ve de sıçraması gereken bir siyasi sürecin ilk tezahürleridir. Yunanistan dünya çapındaki tarihsel gelişmelere ayna tutuyor.

Ana akım iktisatçılarının yaymaya çalıştığı illüzyonun aksine, Çin dünya krizinin çözümü değil aksine sorunun önemli bir kısmıdır.

Çin ekonomisinin gözalıcı büyümesi ve kapitalist restorasyonun hızlanması tamamen Çin ihracatının, ABD'nin ucuz para arzının büyümesine, ABD'de tüketimin  - hayali sermayenin benzeri görülmemiş bir aşırı üretimine bağlı olarak - patlamasına dayanıyor.

Çin devlet yetkililerinin ekonomiye 4 trilyon Yuan'lık kurtarma paketi enjekte etmesi de eksik kapasite krizini çözmedi (örneğin çelikteki kapasite fazlası daha 2005'te 120 milyon ton idi, yani dünyanın ikinci büyük üreticisi olan Japonya'nın yıllık üretiminden fazlaydı). Bu da borsa değerlerinde yeni balonlara ve gayrimenkul spekülasyonuna yol açtı. Sebepler yapısaldır. Büyük ölçüde ihracata dayalı bir ekonomiyle hâlâ melez yapısını koruyan bir sosyal formasyonun yetersiz, az gelişmiş iç pazarı arasındaki orantısızlık - uluslararası pazarın içine girmekte olduğu depresyon da düşünüldüğünde - Çin devlet-partisindeki restorasyonist bürokrasinin lider kanadının sınıflar arasında ve kırla sınai merkezler arasında geçici de olsa bir sosyal denge kurma girişimini baltalamaktadır. Giderek artan sosyal gerilimler ve mücadeleler "Çin'e has karakterde uyumlu piyasa sosyalizmi toplumu" denilen şeyin boş laf olduğunu ortaya sermektedir.

Aynı zamanda, kendi iflasından çıkışı Çin'de arayan uluslararası sermayenin de basıncı artıyor. Yuan'ın revalüasyonu yönündeki baskıların asıl hedefi Çin mali piyasalarını açmak, yabancı sermayenin egemenliğinde bir iç pazar geliştirmek ve nihayetinde bu geniş ülkeyi ABD, Avrupa ve Japon sermayesinin bir yarı sömürgesi haline getirmektir. Şüphesiz böyle bir hedefe uzatmalı ve vahşi bir emperyalist müdahaleler, ekonomik baskılar ve savaşlar silsilesinden geçmeden - ve bizzat Çin'de şiddetli bir direniş ve devrimci ayaklanmalar yaratmadan -  ulaşmak mümkün değildir.

Rusya da son on yıldaki ilk ciddi resesyonuna, ruble'nin %30 oranında devalüasyonuna, bir dizi firmanın iflasına, Kremlin'in kefaletiyle kurtulan oligarkların batmasına ve devlet rezervlerinin önemli oranda azalmasına yol açan bugünkü dünya krizinin muazzam baskısı altında.  1998 iflasıyla sonuçlanan IMF'nin "şok terapisi"yle ve 90'larda kamu mallarının topyekûn yağmalanması ve zenginliğin oligarkların elinde toplanmasıyla birlikte Yeltsin döneminin ardından, günümüzdeki uluslararası fırtına Putin'in istikrar ve yenilenmiş devlet kontrolü dönemine ölümcül bir darbe vurdu. Egemen elit bölündü ve başkan Medvedev liderliğinde hatırı sayılır büyüklükteki bir kesimi, yeni bir özelleştirme ve yabancı sermayeye açılma politikasına geri döndü.

ABD ve AB emperyalizmleri sistem krizinden çıkış yolu bulabilmek için Doğu Avrupa'dan Rusya ve Çin'e kadar uzanan geniş coğrafyada yenilenmiş bir tür sömürgeleştirme çabasına kapıldılar. İnsanlık, ne yöne doğru evrileceği ancak dünya çapında canlı güçlerin canlı mücadelesiyle belirlenebilecek şiddetli bir sarsıntılar dönemine girdi.

Obama Savaşları

ABD sadece dünya çapındaki ekonomik krizde değil, siyasi krizde de merkezi bir rol oynuyor.

Obama yönetiminin Afganistan'daki askeri müdahaleleri yükseltme kararı, Bush yönetiminin başlattığı sözde "terörle savaş"ın devam ettiğini ve daha da batağa girdiğini göstermekte ki Obama'nın seçilmesi her şeyden çok buna karşı çıkmak içindi. "Obamani" ve Nobel Barış Ödülü sahibi hakkında yayılan diğer illüzyonlar ölümcül bir darbe almıştır. Amerikan ve dünya işçi sınıfının bu siyasi iflasın bir bilançosunu çıkarması artık hem elzem hem de acildir.

Her ne kadar Siyonist lobinin gözbebeği Hillary Clinton'u ve Demokrat Parti'nin savaş düşkünü tonunu ve emperyalist ideolojisini ön planda tutsa da, Obama, Bush'un savaş politikalarının hasmı olarak sunulmaktaydı. Şimdi ise, Afganistan, Pakistan ve Irak'ta süregiden insanlık suçlarını meşrulaştırmak için, emperyal dönemden kalma Augustinci "haklı savaş" safsatasını diriltiyor.

Yeni başkan yeni bir Keynesyen New Deal'ı hayata geçirecek yeni bir Roosevelt olarak lanse edilmişti.  Neoliberalizmin de, onu önceleyen Keynesciliğin de başarısızlığa uğradığı günümüz koşullarında bu imkânsızdır; Beyaz Saray'da bir Roosevelt'in Obama'nın şahsında reenkarne olması mümkün değil. Emlak piyasasındaki felaketin ardından Amerikan halkının kitlesel olarak yoksullaşması, kitlesel işsizlik ve başarısızlığa mahkûm sağlık reformu gösteriyor ki, Obama yönetimi sadece Orta Asya'daki savaş cephelerinde değil, evindeki sosyal cephelerde de hezimetle karşı karşıya.  

ABD emperyalizminin, kendi iç dengesinin çöküşüyle birlikte artık savaş çığırtkanlığı yapmaktan ve dünya liderliğini ve emperyal "misyonu"nu yeni bir temelde tekrar kurmaktan başka çaresi yoktur. Bu da özellikle Orta Asya, İran ve Orta Doğu'da daha zalim savaşlara ve sıkışmalara yol açacaktır.

Türkiye bu bölgedeki emperyalizmin planlarında önemli bir rol üstlenmiştir. Hem bu role hem de Kürt halkının ezilmesine tüm gücümüzle karşı çıkmalıyız. DEYK olarak Kürtlerin partisi DTP'yi kapatan Anayasa Mahkemesi ve "derin devlet"in zorba kararını şiddetle kınıyoruz.

Emperyalistlerin Filistin sorunu için düzmece çözüm üretme tertipleri artık iflas etmiştir. İsrail tarihinin en sağcı hükümeti yurdundan koparılmış Filistin halkı üzerindeki baskısını, Gazze'ye yönelik ambargoyu, Batı Şeria'ya yeni yerleşim birimleri kurmayı sürdürmekte. Abbas-FKÖ liderliğinin ihanetine rağmen Filistin halkı, liderlikten yoksun da olsa, işgale karşı direnmekten geri durmadı.

İsrail'in ve ABD'nin İran'a yönelik savaş tehdidi İran'ın nükleer çalışmalarını bahane ederek yoğunlaşmakta. 1979'da Ortadoğu'nun gördüğü en büyük halk devrimine sahne olan bu ülkedeki gelişmeler önemli bir noktaya ulaştı. Molla rejiminin çıkmaza düşmesi ve çözülmesi, 2008 Haziran seçimlerinin ardından gelen eylemler, muhalefetin önderliği içindeki burjuva emperyalizm yanlılarının rolü, ama aynı zamanda öğrencilerin ve kadınların baskıcı ve gerici rejime yönelik meşru isyanları hep birlikte İran'daki siyasi manzarayı önemli ölçüde değiştirdi. DEYK devrimci bir kavrayış ve müdahale hattı oluşturmak için bu gelişmelerin her adımını dikkatle izleyip analiz etmelidir.

Merkezde pasifizm ile çevre ülkelerde burjuva milliyetçiliği ve/veya köktendincilik, savaş tehlikesine ve günümüz dünyasındaki diğer tarihsel tehditlere derman olmaktan uzaktır. Bize gerekli olan, sürekli savaşa karşı sürekli devrim perspektifiyle işçi sınıfının ve anti emperyalist halk güçlerinin uluslararası seferberliğidir.

İşçi sınıfı içindeki eğilimler ve işçi sınıfının siyasi görevleri

Avrupa'da işçi sınıfı mücadelesi içinde gelişen bütün ana eğilimler yoğun bir şekilde orta çıkmaktadır.

Kitlesel eylemler, kitlesel grevler, fabrika işgalleri, patronların mallarına işçiler tarafından el konması ile yoğun işsizlik, esneklik, ücretlerdeki kesintiler, sosyal güvenliğin çökertilmesi, devlet baskısı gibi basınçlar altında proletaryanın büyüyen öfkesini ve mücadeleciliğini gösteren ve Avrupa'da bir çok ülkede (Fransa, İtalya, Yunanistan, İrlanda, ama ayrıca Romanya, Sırbistan vb.) düzenlenen gençlik ve işçi isyanları, vb.

Mücadele ve toplumsal bilinçteki bu gelişme doğrusal değildir ve hatta tersine ülkeden ülkeye değişir. Devrimci partiler her bir adımı dikkatlice izlemeli ve bugünkü mücadeleyi işçi iktidarı için mücadele ile bağlayacak ve böylece kendi zaferine hazırlayacak geçiş talepleri programı ile mücadeleye dahil olarak mücadele içindeki eğilimleri ve gelişmeleri anlamaya çalışmalıdır.

Oluşabilecek devrimci durumlar için dikkatli, yöntemli, sistematik bir örgütlenme ve hazırlık dönemine girdik.

Kapitalist sistem sınırları içinde kapitalizme karşı savaşıyormuş gibi görünen, kendi hükümetlerinin ve AB'nin işçi sınıfı ve halk düşmanı politikalarını, onların iktidarını alaşağı etmeden yenilgiye uğratmaya çalışıyor gibi görünen her "anti-kapitalist" cephe ya da parti oluşumu (Fransa'da NPA, Portekiz'de Sol Blok, Yunanistan'da SYRIZA ve daha sol versiyonu olan ANTARSYA, Britanya'da SWP ve onların uluslararası benzerleri tarafından savunulan perspektif) gerici bir aldatmacadır.

Biz, acımasız kemer sıkma politikalarıyla emekçilere karşı sınıf savaşı yürüten, tüm kıtayı göçmenlere karşı "Avrupa Kalesi"ne dönüştüren tüm kapitalist hükümetlerin ve emperyalist AB'nin alaşağı edilmesi için savaşıyoruz. Bu savaşımız aynı zamanda Avrupalı emperyalistlerin Doğu Avrupa'yı, Balkanları ve daha öteye giderek Rusya'nın kendisini yeniden sömürgeleştirme çabalarını yenilgiye uğratmak ve Atlantik'ten Pasifik'e kadar tüm Avrupa halklarını sosyalist bir temelde, Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri içinde birleştirmek içindir.

İklim Değişikliği

BM sponsorluğunda gerçekleşen Kopenhag İklim Değişikliği Zirvesi kaçınılmaz biçimde tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Dünyanın kapitalist liderleri ekolojik felakete karşı en ufak bir adım atmakta bile isteksiz olduklarını gösterirken, ekolojik tehlikeye karşı Danimarka'nın başkentinde doğrudan eylemlerle mücadele edenlere karşı barbarca bir polis şiddeti uygulamaktan geri durmadılar.

ABD, Çin, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika tarafından çerçevesi belirlenen sahte "anlaşma", uluslararası şirketlerin kârlarını savunmak için olanlar dışında hiçbir somut taahhüt olmaksızın genel hedefleri vurgulamakla yetinmiştir. Hatta değersiz bir kağıt parçasından ibaret olan bu anlaşma hemen ardından iki ortak imzacı Brezilya ve Güney Afrika tarafından yırtılıp atılmıştır.

Açgözlü biçimde kâr peşinde koşan kriz içindeki çürüyen kapitalizm, şimdi daha önce hiç olmadığı kadar, insanlığı, tüm canlıları ve insanoğlunun "inorganik bedeni" olan doğayı ekolojik bir felaketle tehdit etmektedir. İklim değişikliğine ve çevresel felaketlere yol açan üretici güçlerin kendisi değil - örneğin uygarlığın doğal ve toplumsal sınırları aşmak için maddi ve zihinsel kapasitesini geliştirmesi- köhnemiş kapitalist sosyal üretim ilişkileri tarafından hor kullanılması, yabancılaştırılması ve yozlaştırılmasıdır. Kapitalizm koşullarında sözde "Yeşil kalkınma", Kuzey'in gelişmiş kapitalist ülkelerinin, çevre sorununu gerçekten önemsemeksizin sadece Güney'in 3. Dünyasına karşı değil ama tüm gezegenin ölüm kalım sorununa karşı sermaye fazlasına yeni pazarlar bulmak için uyguladığı aldatıcı ve demagojik bir yoldan ibarettir.

Bu ölüm kalım meselesi ve insan uygarlığı bir bütün olarak dünya ekonomisinin yeni bir sosyal temelde, bir avuç para babasının kârlarına göre değil, yaşamın ihtiyaçlarına göre yeniden örgütlenmesine bağlıdır.

Tüm kirli endüstrilerin tazminat ödenmeksizin işçi denetiminde kamulaştırılmasını talep ediyoruz!

Hilkat garibesi metropollere karşı yaşam alanlarımız üzerindeki hakkımızı talep ediyoruz!

Sermayenin kan emicilerine karşı yaşamlarımızı geri almak için! Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi için! Dünya sosyalizmi için!

Kadınlara uygulanan baskıya karşı

İddiaların aksine son yirmi yılda hem metropol hem de çevre ülkelerde kadınlara uygulanan baskılar artmıştır. Kapitalizmin krizi ve çöküşü ile erkek egemenliğinin krizi, cinsiyetçilik, kadın ticareti ve kadınlar üzerindeki her türlü şiddet arasında kopmaz bir bağ vardır.

Tüm emekçilerin kendi kurtuluşlarının koşulu kadınların kurtuluşudur. Dünya sosyalist devrimi yoluyla insanlığın kurtuluşu ve komünizm cinsiyetçi baskıların tüm biçimlerini  ortadan kaldırmadan mümkün olmayacaktır.

Nasıl bir Enternasyonal?

Dünya kapitalist krizi ve onun sosyal/politik, sonuçları kapitalizmi yıkmak ve tüm gezegen ölçeğinde toplumu sosyalist temellerde yeniden örgütlemek için proletarya ve tüm ezilenlerin devrimci bir enternasyonale duyduğu acil ihtiyacı hiç olmadığı kadar yakıcı biçimde ortaya koymaktadır.

Ancak işçilerin devrimci Enternasyonal'i bir Başkanlık kararnamesiyle ya da askeri popülist bir Bonapartın üstelik bir burjuva devletinin Bonapartının çağrısıyla kurulamaz. Chavez tarafından yapılan Beşinci Enternasyonal çağrısı hiçbir programatik temel olmaksızın burjuva liberal partiler de dahil farklı ve karşıt sınıf güçlerini kapsayan, geniş ve heterojen bir siyasal yelpazeye işaret etmektedir. Dış politikanın, iç politikanın devamı olması ilkesine uygun olarak Chavez'in 5. Sosyalist Enternasyonal'i de işçi sınıfının her türlü politik yönelimini kontrol etmeye, denetlemeye ve disiplin altına sokmaya çalışan Chavezci PSUV'un politikalarının uluslararası uzantısıdır.

Lev Trotskiy ve yoldaşlarının kurduğu 4. Enternasyonal geleneğini göstererek 5. Enternasyonal'e yapılan referans, bu gelenekten gelen devrimci güçleri etkileme ve tuzağa düşürme amacına yöneliktir.

Birleşik Sekretarya'nın önde gelen liderlerinden François Sabado, Avrupa'da, özellikle Fransa'da ve şimdi kendini NPA'da likide eden eski LCR saflarında revaçta olan "sol" liberal görüşlere bağlı bazı noktaları tartışmakla birlikte bu çağrıya şimdiden olumlu yanıt verdi. Böylece aslında, işçi sınıfının enternasyonal örgütünün kuruluş inisiyatifinin bir burjuva devletinin başı tarafından alınabileceğini kabul etti. Tüm Marksist Devlet, sınıflar ve sınıf mücadelesi teorisini, proletarya diktatörlüğü ile Paris Komünü tipinde sönümlenecek bir devlet ile komünizme geçişi de reddetmiş oldu. Sabado'nun bağlı olduğu uluslararası akımın gelecek Dünya Kongresi, Dördüncü Enternasyonal geleneğinden kalan ne varsa tasfiye edecek bu likidasyonist perspektif tarafından tescil edilmiştir.

Benzer bir yol Trotskist referanslı başka eğilimler tarafından da takip edilmektedir. (Alan Woods "Uluslararası Marksist Eğilim" ve daha kimle kimler.)

Dördüncü Enternasyonal'in Yeniden Kuruluşu Koordinasyonu, bugünkü koşullarda şunu üzerine basa basa vurgulamaktadır ki; işçi sınıfının sermayeye karşı, krizden işçi sınıfının sosyalist çıkış yolu için, işçi iktidarı ve sosyalist bir dünya için mücadelesinde her şeyin ötesinde olmazsa olmaz koşulu işçi sınıfının, programının, örgütlerinin, siyasi partilerinin ve sendikalarının siyasi bağımsızlığının sağlanması, korunması ve gelişmesidir.

Atina, 12 Aralık 2009

Ek: Uluslararası Yürütme Kurulu Bildirisi (Mayıs 2009)

Krizin bedelini kapitalistler ödemeli!

İşçiler iktidara!

1. 2009 1 Mayıs'ında, uluslararası işçi sınıfı gününde, proletarya ve tüm dünyanın halk kitleleri bugüne kadar görülmemiş bir krizle ve eşsiz bir tarihsel durumla karşı karşıyadır.

Dünya kapitalist krizi gezegenin her yerinde milyonlarca insanın hayatını, onları mülksüzleşmeye, işsizliğe, mahrumiyete, sefalete ve dahası savaşlara ve devlet baskısına mahkûm ederek mahvetmekte. Aynı zamanda, krizin ezici ağırlığı hissedilmekle birlikte, kapitalist barbarlığa karşı direniş de büyüyor. Giderek yükselen toplumsal mücadeleler, kitle grevleri, işgaller ve Yunanistan ve Guadalup'ta olduğu gibi halk ayaklanmaları dalgası mevcut.

IV. Enternasyonal'in Yeniden Kuruluşu Koordinasyonu (DEYK ) uluslararası işçi sınıfını, tüm ezilenleri ve sömürülenleri, bu sosyal felakete son vermek, dünya kapitalizminin iflasının yıkıntıları altında gömülüp kalmayı reddetmek üzere harekete geçmeye çağırıyor. Kapitalistler kendi sistemlerinin yarattığı krizin bedelini ödemeli! Sermaye hayatlarımıza el koyuyor, biz de sermayeye el koyalım ve bugünkü yıkımdan çıkmak için sosyalist bir yol açalım!

2. Kapitalistlerin kendileri bile 2007'de ABD'de yüksek riskli mortgage piyasası balonunun patlamasıyla ve uluslararası kredi arzı daralmasıyla ortaya çıkan bugünkü krizin dönemsel bir kriz veya konjonktürel bir çalkantı olmadığını teslim etmek zorunda kaldılar. Bu kriz, 1929 Çöküşü ve Büyük Depresyon'dan beri en kötü kriz. Kapsamının ve derinliğinin tarihi boyutları var, tüm dünya ekonomisini küresel olarak etkiliyor ve sonu da ufukta görünmüyor.

Artık şurası açık ki kriz, sadece mali sektörü değil, küresel ölçekte ekonomik hayatın tüm veçhelerine nüfuz edip birbirine bağlayarak kontrol altına alan finans kapitalin yıllar süren aşırı birikimiyle yön verdiği tüm kapitalist ekonomiyi etkiliyor.

İlk olarak 2007-2008'de, uluslararası bankacılık sistemini iflasa sürükleyerek kendini finans alanında gösteren kriz, artık "gelişmiş" denen kapitalist dünyanın tümünü içine çekerek ve General Motors ve ABD, Avrupa ve Asya'nın otomobil endüstrisi gibi dev sanayileri uçuruma sürükleyerek (Financial Times'ten Martin Wolf'un tabiriyle) bir "Büyük Resesyona"a kapıyı açıyor. Martin Wolf'a göre bu Büyük Resesyon'un Büyük Depresyon'a dönüşmesini şu ana kadar engelleyen tek şey, son dönemdeki eşi benzeri olmayan ölçekte devlet müdahaleleri, şirket kurtarmaları ve paketlerdir.

IMF'in Nisan 2009'da yayımlanan Dünya Ekonomik Görünüm Raporu, Ocak 2009'da yapılan %0,5'lik tahminini revize edip, dünya ekonomisi için %1,3'lik bir küçülme öngörüyor. Oysa bir yıl önce 2008'de IMF 2009 için dünya GSYİH'sinde %3,8 büyüme öngörüyordu... İşsizler ordusuna 60 milyondan fazla kişi eklenecek.

İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) son yayımladığı ara dönem Ekonomik Görünüm raporunda şunun altını çiziyor: "dünya ekonomisi küresel bir finansal krizin yol açtığı, dünya ticaretinin çöküşüyle derinleşen ve ömrümüz boyunca gördüğümüz en derin ve en eşzamanlı yaşanan resesyonun ortasındadır." Financial Times gazetesi şöyle yazıyor: "ABD'de imalat sanayiindeki düşüş Büyük Depresyon dönemindekiyle boy ölçüşüyor, Japonya'da imalat sanayii şimdiden neredeyse 1930'ların ABD'sinde olduğu kadar düştü." (FT 21/04/2009) Britanya ve Avro Bölgesi ülkeleri zaten şimdiden resesyondalar. IMF'nin şu an için Avro Bölgesi ekonomisine yönelik tahminleri 2009'da %4,2 küçülme ve 2010'da en kötüsünden bir resesyon ile işsizliğin bu yıl %10,1'e, önümüzdeki yıl ise %11,5'e sıçraması yönündeydi. OECD Alman ekonomisinin 2009'da %5,3'e kadar daralabileceğini tahmin ediyor. "5,3'lük küçülme ekonominin yaklaşık %7,5 daraldığı 1932 Büyük Depresyon dip noktasından beri - 1945-1948 arası yaşanan II. Dünya Savaşı sonrası yıkım hariç - Almanya için en büyük düşüş anlamına gelmektedir. Almanya'nın GSYİH'sinin orta Avrupa'daki komşularının toplam üretiminin üç katına eşit olduğunu düşünürsek, durgunluğun Avrupa'nın geri kalanında da çok derin etkileri olacağı kesindir." (Stratfor, 21/04/2009)

Dünya resesyonunu sadece aşırı sermaye üretimi krizini ifade etmemekte, aynı zamanda son tarihsel dönemde dünyadaki sermaye birikimi sürecinin üzerinde şekillendiği yapının da çöktüğünü göstermektedir.

Bu sadece "neo-liberal" denen modelin, "aşırı finans spekülasyonları"nın bir başarısızlığı değildir. Finans kapital küreselleşmesinin bizzat kendisi, Büyük Savaş, Ekim Devrimi ve 1929 Çöküşü' nden II. Dünya Savaşı sonrası döneme ve 70'lerin başında Bretton Woods yapısının çöküşüne kadar devam eden kapitalist gerileme, savaşlar ve devrimlerden oluşan emperyalist çağ boyunca kapitalizmin çelişkilerinin derinleştiği uzun bir tarihsel sürecin ürünüydü zaten.

3. 80'lerden itibaren finans kapitale geçiş ve bunun da son onyıllarda ardı ardına şoklar ve çöküşlerle (1984, 1987, 1989, 1997) küreselleşmesi, sistemin yeniden üretimini devam ettirebilmek için devasa bir hayali sermaye piramidi yarattı. Bu süreç doruk noktasına 1997-2001 uluslararası çalkantısından sonra her türden balonun ve egzotik (şimdilerdeki tabiriyle  "toksik") mali enstrümanın üretilmesiyle 2002-2007 döneminde ulaştı. Türev piyasaları 550 trilyon dolarlık efsanevi bir boyuta ulaşırken dünya GSYİH'si yaklaşık 60 trilyondu. Bir yanda üretken sermayenin aşırı birikimini körükleyen ve değer üretmeyen parazit hayali sermaye Leviathan'ı ile diğer yanda doğrudan üreticilerin sömürüsünden edinilen küresel artı değer arasındaki orantısızlık değerlenme sürecinin önünde muazzam bir engel oluşturuyordu. Sermaye kendi tarihsel sınırlarını kendi koyuyor.

Kriz, sömürü oranını (göreli ve mutlak artı değer oranı) "esnek" çalışma ilişkileri vb. her türlü eski ve yeni yöntemle muazzam ölçüde artırma eğilimi doğursa da, orantısızlık o kadar büyük ki, krizin üstesinden gelinemiyor. Mesele hali hazırdaki artı değer sömürme mekanizmalarının sınırlarına gelmesi değildir, asıl mesele artı ürünün bir sosyal biçimi olarak artı değerin ve beraberinde ekonomik hayatın düzenleyici unsuru olarak değer yasasının, tarihsel sınırlarına geldiklerini, köhneleştiklerini belli etmiş olmalarıdır.

Sermaye için krizden çıkmanın tek yolu krizdir. Kâr oranını tekrar yükseltmek için, devasa miktarlardaki birikmiş sermayeyi tahrip ederek birikim sürecini yeniden başlatması gereklidir. Bu yıkıcı süreç zaten başladı: en son Küresel Mali İstikrar Raporu'nda IMF şimdiden mali sektörde 4,1 trilyon ABD doları tutarında sermaye kaybedildiğini ve miktarın sürekli arttığını belirtiyor. Bu tutar çok büyük olsa da, sermaye birikimi yasası uyarınca tahrip edilmesi gereken hayali (ve üretken) sermayenin yanında devede kulak kalıyor. 

Gelişmekte olan bu felaket, artık sermayenin, dünyanın üretici güçlerinin ve herşeyden önce en önemli sosyal üretim gücünün, işçi sınıfının, kitlesel imhası anlamına geliyor.

Doğası gereği, ansızın gelen otomatik bir çöküş veya dipsiz bir kuyuya ebediyen gömülmekten ziyade, uzatmalı bir süreç söz konusu. Günümüzdeki dünya krizi tarihi kalkışmalar dönemine işaret ediyor; sadece ekonomik-teknik yeniden düzenlemeleri ve tasfiyeleri, "mali aşırılıkların" ve "offshore mali cennetlerinin" kontrolünü değil, ulusal ve uluslararası düzeyde keskin siyasi ihtilaflarla ve şiddetli çatışmalarla tüm sosyal ilişkilerin büyük çapta istikrarsızlaşmasını, çözülmesini ve yeniden örgütlenmesini içeriyor.

Geçiş, birbirini takip eden noktalardan oluşan bir çizgi değil, keskin çatışmalarla, zikzaklarla, sürekliliklerle, kesintilerle ve sıçramalarla dolu çelişkilerin diyalektik gelişimidir.

Yaşadığımız kriz eğer kapitalizmin düşüş çağının taşıdığı geçiş süreci özelliğinden ayrı düşünülürse, içinden çıkılmaz bir muamma haline gelir.

Hayali sermayenin dev Babil Kulesi, yani son yıllarda inşa edilen küresel kredi yapısı, küresel bir genişleme aracından küresel çözülmenin ve krizin belirleyici unsuruna dönüşmüştür. Marx'ın öngördüğü gibi, kapitalizmden dünya sosyalizmine doğru, tarihteki geçiş dönemlerinin en ileri tezahürüdür:

 "Kredi sisteminin, aşırı-üretimin ve ticarette aşırı-spekülasyonun ana manivelaları gibi görünmesinin biricik nedeni, doğası gereği esnek olan yeniden-üretim sürecinin burada son sınırlarına kadar zorlanmasıdır; [...]  kapitalist üretimin çelişkili niteliğine dayanan sermayenin kendi kendisini genişletmesi, ancak belli bir noktaya kadar gerçek serbest bir gelişmeye izin verir ve böylece, aslında, sürekli olarak kredi sistemi ile yıkılması ve kopartılması gereken kaçınılmaz engeller ve bağlar yaratır. Dolayısıyla, kredi sistemi, üretken güçlerin maddi gelişmelerini ve bir dünya-piyasası kurulmasını hızlandırmaktadır. Yeni bir üretim tarzının bu maddi temellerini böyle bir yetkinlik derecesine yükseltmek, kapitalist üretim sisteminin tarihsel görevidir. Aynı zamanda, kredi, bu çelişkinin şiddetli patlamalarını -bunalımları- hızlandırır ve böylece eski üretim biçimini çözüp dağıtacak öğeleri oluşturur.

Kredi sisteminin özünde yatan iki karakteristiğinden birisi, kapitalist üretimin itici gücü olan, başkalarının emeğinin sömürülmesi yoluyla zenginleşmeyi, en katıksız ve en dev boyutlara ulaşmış bir kumar ve sahtekarlık sistemi halini alıncaya kadar geliştirmek, ve toplumsal serveti sömüren azınlığın sayısını gitgide azaltmak, diğeri de, yeni bir üretim tarzına geçiş biçimini oluşturmaktır.  (K. Marx, Kapital, III. Cilt, s. 390, Sol Yayınları, Ankara, 1997, Çeviren: Alaattin Bilgi )

4. Bugünkü krizin aniden patlak vermesiyle, özellikle de Eylül 2008'den itibaren hızlanmasıyla birlikte, kapitalistler ve onların hükümetleri üç yönde çıkış aradılar:

a. Yeni uluslararası düzenlemeler, "yeni mali yapı" veya bir "İkinci Bretton Woods" tesis etme arayışlarıyla,

b. Son yıllardaki çarpıcı büyüme oranıyla dünya ekonomisini durgunluktan çıkartacak "lokomotif" olmaya namzet gibi görünen Çin'e yüzlerini dönerek,

c. En başta da, yoğun devlet müdahalesiyle, can çekişen bankacılık sistemine ve sanayiye "kurtarma" paketleri sunarak, devletleştirmelere girişerek vb.

Şu ana kadar sonuçlar kapitalizm için hayal kırıklığı oldu.

Yeni bir Bretton Woods ile bu kaostan bir yeni dünya düzeni çıkartma umutları boş çıktı. Kasım 2008'de Washington'da yapılan ilk G20 buluşması fiyaskoyla sonuçlandı. Geçenlerde Londra'da yapılan G20 zirvesi ise bariz bir bozgun olmasa da, istenen hedeflerinin (yeni uluslararası mali düzenlemeler, Avrupa'da canlandırma paketleri) hiçbirine ulaşamadı. En önemli kazançları sadece G20'nin IMF fonlarını 500 milyar dolar artırıp (başta Doğu Avrupa ülkeleri olmak üzere borçlarını ödeyemez hale gelen ülkeleri "kurtarmada" etkin rol oynasın diye ayrılan 250 milyar dolarlık Özel Çekme Hakkı kredileri dahil) 1,1 trilyon dolara yükseltme taahhüdü oldu. Avrupa bankalarının halihazırda bu ülkelerde ve Türkiye'de 1,6 trilyon dolarları var. Hem bu rakamlar yetersiz, hem de IMF'nin öne süreceği sosyal sıkıntıları ve kitlesel huzursuzluğu alevlendirecek zalimane tedbirlerle birlikte geleceklerdir.

Merkezkaç kuvvetler, korumacı eğilimler ve emperyalist çelişkiler dağılmış olmaktan uzaklar, bu da yeni bir uluslararası düzenlemeye yönelik her girişimin altını oyuyor.

ABD, dünya kapitalizmi içindeki tarihsel hegemonyasını ve ABD dolarının uluslararası rezerv para olma özelliğini kullanarak bir önceki Paulson Planı veya bugünkü Obama Planı gibi paketleri desteklemek için büyük miktarlarda dolar basıyor. Ama "toksik varlıklar" okyanusu o kadar uçsuz bucaksız, öngörülemez ve zehirli ki, bu çabaların boşa çıkması kaçınılmaz.

ABD şu ana kadar kendi ekonomisine yaklaşık 1,2 trilyon dolar enjekte etti. ABD'nin aşırı borçlanması ve bütçe açığı astronomik boyutlara ulaştı ve yalnızca ABD dolarını değil uluslararası para ilişkilerinin tümünü çökertme tehdidi yaratan basınç artmakta. Avrupa Birliği ABD'yi, kendini iflastan kurtarmak için dünya kaynaklarını tüketerek, AB'yi ve Avrupa Para Birliği'ni rayından çıkartacak dayanılmaz bir basınç yaratmakla suçluyor.

5. Öte yandan Çin'in çözümden ziyade sorunun bir parçası olduğu ortaya çıktı.

Dünyadaki durgunluk Çin ekonomisini de kötü vurdu. Ocak 2009 rakamları ithalatta (yıllık % -41,3) ve doğrudan yabancı yatırımlarda ( % -32,7) tepe taklak gidişe, ihracatta da düşüşe (% -17,5) işaret ediyor. 

Cüretkâr ve çok reklamı yapılmış 500 milyar dolarlık canlandırma planına rağmen Çin'in Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla'sındaki (GSYİH) büyüme 2009'un ilk çeyreğinde %6,1'e düştü ki bu oran 2007'deki %13'lük oranın yarısı kadar ve 2008'in son çeyrek rakamlarından daha az. Çift haneli %12'lik, %13'lük yıllık büyüme dönemleri geride kalmış görünüyor. GSYİH büyümesindeki yavaşlama şimdiden Çin Komünist Partisi - devlet yetkilileri tarafından hem şehir merkezlerinde hem de kırsal alanda sosyal huzursuzluk ve isyanları ateşleyecek seviyede görülüyor.

Bu kaygıları "protestoların ve ayaklanmalara dönüşebilecek gitgide büyüyen çekişmelerin" yarattığı tehditten bahseden (Stratfor 15 Nisan  2009) emperyalist Batı'daki analistler de paylaşıyor. Sosyal patlamanın sebepleri bizzat ekonomik yapıda bulunuyor: "En basit düzeyde, son otuz yılda Çin ekonomisi ihracat ve yabancı yatırımlardan beslenerek şekillenmiştir. Bu ikisi birlikte Çin ekonomisinin belkemiğini oluşturur. Bunlar, küresel ekonomik hareketlilik dönemlerinde bir güç teşkil ederler ama küresel yavaşlama zamanlarında da ayakta pranga olurlar. Yurtiçinde, Çin'in 1,3 milyarlık nüfusunun yalnızca dörtte bir kadarı ekonomik olarak aktif olan "orta sınıf" veya üzerindedir. Bu da ciddi bir rakam ama nerdeyse bir milyar insan sadece alıcı konumunda..." (Stratfor 15 Nisan  2009)

Dünya ticaretinin daralması sonucu Çin ihracatına olan talepteki düşüş, dünya çapındaki iflas sebebiyle yabancı sermayenin ülkeden kaçması ve gelişkin bir kapitalist iç pazarın yokluğu Çin'i dünya krizinin basıncına karşı savunmasız bıraktı. Kır ile şehirler arasındaki tüm çelişkileri alevlendirip kitlesel huzursuzluğa ve sosyal patlamalara yol açmadan iç pazarı geliştirmeye yönelmek de mümkün değil. Kapitalist restorasyon süreci yabancı sermaye ve yükselen yerel orta sınıf için olağanüstü kârlar ve beraberinde Çin'in 21. yüzyılın önümüzdeki kısmında dünya hegemonyasını ele geçireceği yanılsamasını yarattı. Çin'in sosyal yapısı dünya krizinin basıncına teslim olurken, hem geçmişin illüzyonları paramparça oluyor hem de bu uçsuz bucaksız ülkede bir sosyal devrim ihtimali yeniden ufukta beliriyor.

Çin'deki kapitalist restorasyon süreci ABD emperyalizminin devasa açığını finanse etmesinde ve dünya ekonomisinin 2002-2007 arasındaki zayıf yukarı doğru hareketini desteklemede kilit bir rol oynadı. Şimdi kriz bu ABD-Çin ekonomik bağlantısını hem uluslararası düzeyde hem de Çin'de çok büyük sonuçları olacak şekilde yerle bir ediyor.

Petrol fiyatının düşmesiyle, ruble'nin çökmesiyle ve çoğu hakim unsurunun dünya finans kapitalinin baskısıyla iflas etmesiyle birlikte Rusya da 1998'de düştüğü borç batağından beri en kötü krize girdi. Doğu Avrupa, Avrupa bankacılık sistemini yutabilecek bir kara deliğe dönüştü. Bürokratikleşmiş işçi devletlerinin 1989-91'deki çöküşünün ve uçsuz bucaksız Sovyet bölgesinin dünya kapitalist pazarına entegrasyon yolunun açılmasının ardından emperyalist Batı'da oluşan iyimser hava, kapitalizmin tarihi rüyasından, erken 21. yüzyılın kâbusuna dönüştü.

6. Yıllar süren neoliberal "kuralsızlaştırma" ve özelleştirmelerin ardından, örneği görülmemiş sermaye aktarımlarından faiz indirimlerine, şirket kurtarmadan kamulaştırmalara kadar devlet müdahalesi önce 2007-2008'de ABD ve Britanya'da, sonra birinden diğerine dünyadaki tüm ülkelerde tekrar sahnenin ortasında yerini aldı.

Gelişmiş kapitalist ülkelerde savaş sonrası Keynesçiliğe dönüş ya da refah toplumunun canlanması değildir söz konusu olan; devlet "genişlemiyor", kamu hizmetlerini (hastaneler, eğitim vb.) özelleştirip yok ediyor ve bankaları ve diğer kapitalistleri kurtaracak kaynakları yaratmak için bütçe açığını ve kamu borcunu şişiriyor.  Aslında kapitalist devletin kapitalizmin iflasına karşı "son kurtarıcı" olma rolü gitgide kuvvetleniyor. Ekonomiye düzenleyici müdahalesinin başarısı ise oldukça şüpheli. Philip Stephens Financial Times'da (06.04.2009) "Piyasa iflas etmiş olabilir, ama devlet de öyle" diye yazıyor.

Kapitalist kamulaştırmalar - "kapitalizmin bizzat kapitalist sistem içinde olumsuzlanması" - sermayeyi iflastan kurtarmak için alınan keskin bir önlemdir. Mevcut sosyal rejim çerçevesinde kamulaştırma krizin yükünü kamu borcu, işsizlik, enflasyon vb. olarak işçi sınıfının omuzlarına yüklüyor. Öte yandan, bizzat doğrudan üreticilerin kontrolü ve idaresi altında üreticilerin kolektif mülkiyetine hazırlık ve geçiş sürecinin de nesnel bir tezahürüdür.

Meta ve sermaye fetişizminin en uç ifadesi olan devlet fetişi, kapitalistlerin kendilerinde bir yanılsama yaratıyor. Aslında bir toplumsal ilişkinin ifadesi olan devlet, onların gözünde tüm borçları karşılayabilen ve tüm iflaslara para sağlayabilen bir şeye veya üstün bir kuvvete dönüştü: Krizin yoğunlaşmasıyla devletin iflası (devlet kredilerinin tasfiyesi, karşılıksız kamu borçları, para sisteminin batışı, tüm devlet içi ilişkilerin dağılması) süreci işliyor. Emekçi insanlık için kriz, devlet sorununu yani bizzat siyasi iktidar sorununu nesnel olarak ortaya koyuyor.

Sisteme ilişkin çelişkilerin uzlaştırıcısı olarak öne çıkan devlet, rekabet halindeki özel kapitalist çıkar gruplarının hem kendi aralarında hem de işçi ve halk kitleleriyle yoğun politik çatışmalarının merkezi haline geliyor. "Krizin faturasını kim ödeyecek?" sorusu da en temel ve tartışmalı politik soru haline geliyor. Aynı zamanda, "Toplumu kim yönetiyor?" sorusu ve buradan hareketle devlet iktidarının merkeziliği başlı başına anlaşmazlık kaynağı oluyor.

Devlet, kapitalist grupların çıkarları ve kitleler arasındaki çatışmalar, siyasi istikrarsızlığı ve rejim krizini besliyor. Baskıcı Bonapartist eğilimler yükseliyor; aynı zamanda halkın memnuniyetsizliğini, yükselen sosyal hareketleri ve anti-emperyalist direnişleri etkisiz hale getirmek ve yönünü saptırmak için yeni Obama yönetiminin ortaya koyduğu gibi türlü türlü burjuva demokrat manevra yapılıyor.

7. Dünya kapitalizmi bu yeni sarsıcı krizler safhasına girerken ardında emperyalizmin amaçlarına ulaşmasını sağlayamadan Balkanları, Ortadoğu ve Orta Asya'yı yıkıma uğratan on yıllık emperyalist savaşları geride bırakmıştı.

Sistemin soğuk savaş sonrası dönemde çözemediği ve gitgide keskinleşen çelişkilerin bir ifadesi olan bu emperyalist savaş, yeni çıkmazlar yarattı. Bush yönetimi tarafından başlatılan "terörle savaş" adı altındaki terörist Haçlı Seferi, Irak bataklığına ve Pakistan‘ın ve tüm Hindistan yarımadasınının istikrarını bozan Afganistan çıkmazına girdi. Obama yönetimindeki ABD'nin savaş stratejisi odağını Orta Asya'ya çevirirken bunu sadece ABD ve NATO birliklerinin sayısının arttırılması yoluyla değil, yeni diplomatik köprüler kurarak ve Türkiye, Rusya ve İran'ı kapsayan güçlü bir ittifaklar ağı geliştirerek yapıyor.

Irak ve Afganistan'daki askeri güçlüklerin yanı sıra ABD'nin tam merkezinde bulunduğu dünya kapitalist kriziyle de ABD emperyalizminin pozisyonu iyice zayıflamış durumda. Emperyalist çelişkiler ve rekabet gün geçtikçe şiddetleniyor. Fakat bunlar yeni bir kapitalist süpergücün ABD'nin yerine dünyanın hakimi olabileceği anlamına gelmiyor: Amerikan kapitalizmi dünya kapitalizminin tarihi gelişiminin ve çöküşünün doruk noktasını temsil ediyor. İnsanlık halen kendi egemenliği altında yeni bir dünya dengesi kurmadan kendi içsel dengesini de kuramayan ve gerilemekte olan ABD kapitalizminin volkanik patlamalarıyla yüzleşiyor.

2006 yılında Siyonist Ordu'nun Lübnan'da uğradığı yenilgiden 3 yıl sonra ve Gazze'de Aralık 2008 sonundan Ocak 2009 başına kadar Filistinli sivillerin soykırıma varan katliamının külleri soğumadan 2009 Şubat ayında en aşırı sağ kanat, ırkçı, karanlık Siyonist hükümetin kurulmasıyla ABD'nin bu yeni stratejik hamlesi çok şiddetli sorunlarla karşı karşıya kaldı. Aşırı gerici bir Siyonist koalisyon hükümetinin seçilmesi, Siyonist ve emperyalist sömürgeci projenin içine girdiği krizin ve açmazın bir ifadesidir. Onunla birlikte güçsüz Bantustanlardan oluşan bir Filistin devletçiği ile etrafını kuşatan Siyonist göçmenler ve ordudan oluşan sözde "iki devletli çözüm" de tarihe gömülmüş durumda.

Filistin ulusal hareketinin tüm siyasi mahkûmların özgürlüğü uğruna savaşmak için, apartheid duvarının yıkılması ve yerleşimlerin dağıtılması için, tüm Filistinli mültecilerin kendi topraklarına dönebilme hakkı için, kendi kaderini tayin hakkı için ve tüm Filistin topraklarında Ortadoğu Sosyalist Federasyonu çerçevesinde bir laik sosyalist cumhuriyet kurabilmek için devrimci bir strateji ve taktikle tekrar silahlanarak sözde Filistin Hükümeti içindeki Siyonizm ve emperyalizm işbirlikçileriyle ve de kökten dinci Hamas önderliğiyle göbek bağını kesmesi gerekiyor.

Mısır'daki kitlesel grevlerde laik ve sosyalist güçlerin varlığından anlaşıldığı gibi Arap işçi hareketinin uyanışı, sadece iflas etmiş laik burjuva milliyetçi önderliklerin değil aynı zamanda bugüne kadar sahneyi kaplamış olan gerici İslamcı grupların da üstesinden gelmek için koşulların geliştiği yönünde olumlu bir işarettir.

Dünya kapitalist krizinin bu yeni evresi toplumsal manzarayı yeniden şekillendirerek Filistin ve Ortadoğu devrimcilerine dini ve etnik ayrımların ötesinde birleşip Sürekli Devrim bayrağı altında emperyalizm ve Siyonizm ile savaşmaları için yeni fırsatlar sunuyor.

8. Dünya krizinin Latin Amerika'da, zaten 20. yüzyılın son yıllarındaki dünya ekonomik krizleriyle bağlantılı siyasi krizlerle ve 2001'de "Argentinazo"yla doruk noktasına varan devasa eylemlerle boğuşan bu kıtada ciddi etkileri olmuştu. Geleneksel burjuva partileri tamamen iflas etmiş durumdaydı.

And bölgesinin yerlici/milliyetçi rejimleri krizlerin çözümünün değil, derinliğinin bir ifadesiydi. Bunların büyük sermayeyi kısmen (ve bedelini ödeyerek) kamulaştırma ve kitleleri geleneksel sağa ve emperyalizme karşı sınırlı olarak harekete geçirme politikaları, bağımsız ulusal devlet kurma konusundaki tarihi görevde başarısızlığa uğradı ve şimdi kent ve kırdaki yoksul kitlelerin desteğini almak ve onları disipline etmek için uygulanan "sosyal politikaların" temelini tartışmalı kılan dünya hammadde fiyatlarındaki baş döndürücü düşüşten de etkilenmiş durumda.

Mücadele hattını, (Brezilya'da veya Şili'de Michelle Bachelet örneğinde olduğu gibi) kökeni solda olan hükümetlerle ittifaklar temelinde kurma zorunda kalışı emperyalizmin siyasi bakımdan geri çekilmesinin ifadesiydi. Bu politika, sağcı ve paramiliter rejimlere (Meksika, Kolombiya) verilen destek ile ABD Donanmasının Üçüncü Filosu'nun, kıtanın doğu kıyısında devriye faaliyetinin yeniden canladırılmasıyla bir çelişki içinde değildi, onu tamamlıyordu. Obama "Büyük Uluslararası Anlaşma" yı, Küba'ya yönelik ambargoyu çözme noktasına getirdiğinde, (bu hamle olağanüstü kriz koşullarında emperyalist hakimiyeti koruma girişimi olması bir yana, ABD'nin bu Karayip adasına karşı yarım yüzyıldan beri sürdürdüğü saldırıların ve provokasyonların tarihi hezimetidir de) Bush'un politikalarında süreklilik sağlamaktan öte onları derinleştiriyordu. Bunun yanısıra ABD ikili ticaret anlaşmalarıyla yerel burjuva milliyetçi "entegrasyon" çabalarını yok ederek kıtanın ekonomik sömürgeleşmesine de süreklilik kazandırıyor.

Önceden "şer ekseni" olarak damgalanan ülkelerle istikrarsız da olsa bir arada yaşama yönündeki siyasi hat daha oluşur oluşmaz dünya krizinin şiddetli yumruğuyla paramparça oldu. Kriz sadece milliyetçi küçük burjuva rejimlerin değil, devasa bir kriz ihtimaliyle ve hatta siyasi çözülme durumuyla (Arjantin) "sol-kanat cankurtaran" (Lula, Kircher, Bachelet) hükümetlerin de ekonomik temellerini aşındırıyor.

Latin Amerika'da son on yıla yayılan kapitalist iflaslar, siyasi krizler ve ayaklanmaların üzerine gelen dünya krizi, tüm sosyal sınıflar ve tüm devletler tarafından olağanüstü bir gerginlikle karşılandı.  Milliyetçi deneyimler (Chavez, Evo Morales, Correa gibi "radikal" versiyonları da dahil) bir kez daha, bırakalım finans kapitalin egemenliğine son verip işçileri ve köylüleri iktidara geçirmeyi, bağımsız bir milli devlet kurma ve bağımsız bir kapitalist sanayileşme süreci başlatma girişimlerinde bile yenilgiye uğradılar. Milli burjuvazi yaratmayı beceremedikleri gibi, ki buna kapasiteleri yetmezdi, yaptıkları kamulaştırmalar o yöne doğru devlet egemenliği altında bir geçiş süreci oluşturmaya bile yetmedi.  Kamulaştırma ancak finans oligarşisinin biriktirdiği sermayeyi topluma aktarırsa ve sömürülenleri siyasi iktidara taşırsa devrimci bir niteliğe bürünebilir. Öte yandan devlet fonlarının kamulaştırılan sermayeye tazminat için kullanılması bağımsız gelişim olanağının önünü tamamen kapayarak toplumu daha fazla fedakârlık yapmaya zorluyor; sanayi alanından kovulan yabancı sermaye de kamu borçlarını kapatan mali sermaye olarak geri dönüyor.

Milliyetçilik, kamulaştırmaları, işçileri yönetici sınıf haline getirmek için değil, bağımsız örgütlenmelerine mani olmak ve işçi liderlerini devletin vesayeti altına sokup milliyetçi demagojiye ve baskıya boyun eğmelerini sağlamak için kullanıyor. Emperyalizmi durdurmak yerine, tam aksine yayılmasına imkân veren  Morales'in kamulaştırmalarıyla, "milliyetçi bürokrasi" sık sık yolsuzluklarla gerçekleştirdiği cep doldurma yarışı için zor da olsa sırasını bekliyor. Venezüella ve (Evo Morales'in kamulaştırmalarıyla emperyalizmin nüfuzuna karşı egemenliği korumaktan ziyade çanak tuttuğu) Bolivya'da ayyuka çıkan skandallardan da anlaşılabileceği gibi, "milliyetçi" bürokrasiler ceplerini doldurmak için bir saniye bile beklemediler. Evo Morales'e göre petrol devleri "artık bizim ortağımızdır". Fakat bu, zenginlik ve barışçıl işbirliği dönemini başlatmak bir yana, Latin Amerika'nın dünya ekonomisine ve krizine eklemlenmesini derinleştirmekte. 20.yy da milliyetçi hareketlerin ve hükümetlerin pıtrak gibi çıkmasına sebep olan dünya kapitalist krizi, bu yeni genel uluslararası iflas döneminde onların mezarı olmaya aday. Milliyetçiliğin yenilgiye uğraması işçi ve köylü devletleri federasyonu olarak Latin Amerika Birleşik Sosyalist Devletleri'nin zamanının geldiğini gösteriyor.

9. Küba'ya yönelik ablukanın kaldırılması bedeli çok ağır olsa da emperyalist sabotajın üstesinden gelme adına bu ülke için tarihi bir zafer olabilirdi. Fakat ambargonun kaldırılması, Küba'nın gelişimindeki çelişkileri sermayenin hakimiyetini yeniden tesis etmek suretiyle çözmeyi hedefleyen uluslararası bir anlaşmanın parçasını oluşturuyor. Asıl soru ise, Küba ekonomisi için elzem olan dünya ekonomisiyle alışverişe kimin yön vereceği: Bürokrasi mi yoksa şehirdeki ve kırdaki işçiler mi? Bu da bizi daha da belirleyici başka bir soruya yöneltiyor: ABD ile Latin Amerika arasındaki baskıcı ilişkilerin tarihi krizinde kararı kim vermeli, sermayenin küçük burjuva hükümetleri mi işçi köylü ittifakı mı? Dünya krizi Yanki emperyalizmi ile Latin Amerika arasındaki tüm tarihi ilişkileri apaçık ortaya koymuştur. Yarı sömürge teslimiyetinin ortadan kaldırılması için tarihi koşullar oluşmak üzere. Fakat bu durum, kendilerini toplumsal hedeflerine çoktan ulaşmış sayan yerli kapitalist sınıfların ve küçük burjuvazinin bir kesiminin çıkarlarına çomak sokacaktır. Latin Amerika burjuvazileri merkez sol hükümetleri aracılığıyla bu yarı sömürge ilişkilerini kurtarma operasyonunun başına geçtiler. Fakat bu operasyon kısa sürede başarısızlığa mahkûmdur. Latin Amerika hükümetlerinin hedeflediği asgari ulusal otonomiyi ya dünya krizi ya da Yanki emperyalizminin kendini yeniden karşı-devrimci bir krizden çıkış hamlesinin odağına yerleştirme girişimleri yok edecektir. Küba Devrimi'nin kaderi Latin Amerika sosyalist devriminin ellerindedir.

Ancak siyasi kriz nedeniyle merkez sol hükümetler, bu türün kıta çapında (ve dünya çapında) standardını belirleyen hükümetin yani Brezilya'daki Lula hükümetinin rüzgârına kapılmış durumdalar. Bu kuzeyli sabık işçi bütün sorunların çaresi olarak tüm dünyada gezerken aslında kendi ülkesinin siyasetinde bir saatli bomba yerleşmiş durumda. Devasa ticaret fazlaları geçmişte kaldı, son bir kaç ayda, vergi gelirlerinde daralma kaydedildi. Lula hükümetince, büyük sınai ve finansal sermayeye verilen sübvansiyonlar milyar dolarlık "vergi muafiyetlerine" ulaştı ve artık döviz rezervlerini aşındırmakta.  Bu bir finans krizi (ödemelerin durması) ve sosyal felaket ihtimaline işaret ediyor. 2010 başkanlık seçimine doğru muazzam bir siyasi kriz gelişmekte. Lula ve örgütü (adayı Dilma Roussef dahil) buna karşı burjuva adaylarla başa çıkabilmek için sağa doğru sınırsızca esneyebilen bir halk cephesi öne sürüyorlar.

Bu krizin bir göstergesi de yapılan kamuoyu anketlerinde PSOL ile adayı Heloísa Helena'ya (diğer kıtalardaki siyasi maceralara örnek teşkil eden -en başta Fransa'daki NPA- sol kanat ve hareketçi eğilimlerin koalisyonu) %10'un üzerinde oy çıkması. Ancak, PSOL'ün programsız, küçük sol kanat aygıtlar ve parlamenter gruplar arasında ittifaklara dayanan "parti-cephe" modelinin faziletinden ziyade PT'nin vahşice içinin boşaltılmasıyla (ve CUT'un bürokratikleşmesiyle) açıklanabilecek bu geçici fenomen, siyasi bir deprem yaratabilir. Bu konum aslında bir burjuva programıyla (Brezilya'da burjuvazinin tüm kesimlerinin talebi olan faizlerin düşürülmesi ve devalüasyon), bürokratik ve lider suntasına dayanan bir rejime sahip partisiyle ve sınıf bağımsızlığının son kırıntılarını da burjuvazi ve kilise yanlısı partiler ile açık ittifak içinde (örneğin Heloísa Helena kürtaj hakkına karşı çıkıyor) kurban edişiyle krizi örtbas etmeye çalışan bir bakış açısını gizliyor. Bu sağ kanat ittifak-çılık işçilerin devrimci örgütünü ve işçi sınıfının sosyalist bilinci için mücadeleyi reddedip bunların yerine şefler arasındaki uzlaşmaları ikame eden bir "eğilimler partisinin" doğal sonucudur. Brezilya'nın PSTU'sunu bekleyen mesele sınıf bağımsızlığını savunmakla PSOL'ün başını çektiği - ve burjuvazinin gölgesiyle yapılan ittifakın hakimiyetindeki -"sol kanat cephesi" adına feda etmek arasında yapacağı tercihtir. İşçi sınıfının uluslararası devrimci öncüsü "parti otobüsü" (yani parti biçimine bürünmüş bir anti-parti) fikrinin yeniden itibar kazanmasına karşı savaşmak zorundadır. Ve daha da zoru, sınıf içeriğinden ve programdan yoksun, çeşitli zamanlarda ev sahipliğini üstlenip çığırtkanlığını yapan Brezilya PT'si örneğinde görüldüğü gibi kaçınılmaz olarak burjuva ve emperyalist politikalarla entegrasyon ile sonuçlanan Dünya Sosyal Forumu fikrinin itibar kazanmasına karşı savaşmak zorundadır.

Latin Amerika'da sömürülenlerin hareketliliğinde yeni bir aşama ufukta görünüyor. Burjuva ve küçük burjuva milliyetçiliği karşısında siyasi bağımsızlıklarını ele geçirmenin, bağımsız (devrimci) bir işçi partisinin, sömürülenlerin kendi gücü sayesinde toplumun yeni (sosyalist) temeller üzerinde yeniden örgütlenmesinin kaçınılmaz zorunluluğu altında, en temel ihtiyaçlar (ücretler, istihdamın korunması, toprak ve temel doğal kaynaklara erişim) için mücadele öne çıkıyor.

Tüm doğal ve ekonomik kaynakların yeniden ele geçirilmesi ve bunların değerlendirilebilmesi için sağlanması gereken (ara ara gündeme gelip milliyetçilik tarafından yerle bir edilen) kıta çapındaki birlik, ancak sosyalist birlikle mümkün olacak ve bu köprü üzerinden Latin Amerika kitle mücadeleleri tüm dünyadaki sömürülenlerin anti-kapitalist kavgasıyla buluşacak. Latin Amerika'da sosyalist devrimin hazırlığı, Küba devrimi gibi derin ant-emperyalist deneyimler içeren uzun bir tarihsel süreçten geçmiştir. Dünya çapındaki iflas ile milliyetçi deneyimlerin sınırlarına ulaşması arasındaki eklemlenme, bu tarihsel evrenin doruğu olacaktır. Devrimci sosyalizm, bir yandan emperyalizm v eonun ajanlarıyla, bir yandan da milliyetçi girişimlerle ilişkilerinin sınırlarını böyle çizer ve siyasi iktidara talip olur. Latin Amerika'da en acil görev, sosyalist güçlerin dünya krizi bağlamından bir yeniden kümelenmesini sağlamaktır.

10. DEYK bizzat Avrupa'nın "Latin Amerikalaşma" sürecinin çeşitli tezahürlerine yalnızca koşulların hızla bozulması, metropollerde varoşların ve Üçüncü Dünya ülkelerine özgü sefalet ve polis baskısı bölgelerinin var olması anlamında değil, baskı altındaki kitlelerde ve özellikle de güvencesiz ve düşük ücretli işlerde çalışan genç işçilerde isyan eğiliminin artması anlamında da işaret etmişti. Fransa'daki 2005 "banliyö" ayaklanmaları, 2006'daki CPE (contrat première embauche / ilk işe alım sözleşmesi) karşıtı militan eylemler, 2006-2007'de Yunanistan'da AB direktifleri uyarınca yapılan üniversite özelleştirmelerine karşı gençlik hareketleri ve Aralık 2008 isyanına kadar çeşitli örnekler sıralanabilir.

Yeni, çelişkili ancak yükselen radikalleşme dalgası sosyal demokrasinin ve yeniden dönüştürülmüş Stalinist KP'lerin eski bürokratik aygıtları ile çatışıyor. İngiltere, İtalya, Fransa, Yunanistan gibi ülkelerdeki korkunç sosyal liberal, üçüncü yolcu, merkez sol ve "çoğulcu sol" hükümet deneyimleri geleneksel reformist solun ve sözde radikal soldaki uydularının itibarını zedeledi. Devrimci politika için yeni bir siyasi alan oluştu.

Fakat kitleler sola doğru kayarken tarihi potansiyelini bürokrasinin kuyruğuna takılarak çoktan tüketmiş merkezci kuvvetler, kendilerini daha da sağa çekerek bu radikal tabaka ile buluşmaya çalışıyorlar. Son dönemde bir dizi "geniş anti-kapitalist parti ve cepheler" oluşturuldu: İskoç Sosyalist Partisi (SSP), İngiltere'de Respect, Danimarka'da Kızıl-Yeşil İttifak, Portekiz'de Sol Blok, ve son olarak Fransa'da Yeni Antikapitalist Parti (NPA). Parlamenter reformist partiler olan İtalya'daki Rifondazione Comunista ve Yunanistan'daki SYRIZA da genellikle bu listeye dahil edilir. Radikal sol kökenli bu "anti-kapitalist" parti ve cephelerin çoğu alenen reformizme dönerek Avrupa Sol Partisi'nin (Sol Blok, Respect ) parçası oldular. Bazıları şimdiden kendilerini mahveden kriz ve bölünmeler yaşamıştır. Respect, SSP ve Prodi hükümetine girme ihanetiyle çökmeden önce, uzun süre radikal anti kapitalist solun Avrupa'daki öncü gücü kabul edilen İtalya'daki Rifondazione Comunista örneklerinde olduğu gibi.

Fransa'da kendini fesheden LCR'nin inisiyatifiyle resmen Şubat 2009'da kurulan Olivier Besancenot'un NPA'sı işçi hareketinde birbirine zıt akımlar arasındaki eski, tarihi ayrılıkların aşılarak, çeşitli sol güçlerin ve geleneklerin biraraya gelmesini savunuyor. Devrim ile reform arasındaki sınır çizgisinden itinayla kaçınarak, "toplumun devrimci dönüşümünden" bahsediyor ve stratejik hedefini "21. Yüzyıl Sosyalizmi" olarak beyan ediyor. Bu yalnızca Chavez'e yaranmaya çalışan bir gönderme değil aynı zamanda 1917 Ekim Devrimi, Bolşevik komünist gelenek ve Trotskizm çizgisinden bilinçli bir kopuştur da. Yıllar önce LRC tarafından zaten gerçekleştirilen proletarya diktatörlüğünün reddi artık tamamlandı. Bu red vaktiyle proletarya diktatörlüğünün itibarını Stalinizm'in sarstığı bahanesiyle yapılırken, şimdi açıkça ortaya çıkıyor ki asıl sebep, genel seçimlere dayanan temsili demokrasinin yenilenmiş parlamenter kurumlarıyla, sosyal hareketlerin tabandan/doğrudan demokrasisinin bir tür bileşimiyle geliştirmeye ve genişletmeye çalıştıkları burjuva parlamenter demokrasisini benimsemekmiş.

Fransa ve Avrupa'daki şu anki patlamaya hazır durumun sorunlarına bu muğlak sol demokrasi bakış açısından yaklaşılıyor. Sosyal mücadele ve hareketlere destek antikapitalist oylarda artışa yansımalı ve seçim sonuçlarındaki başarı yeni sosyal mücadele ve hareketlere yol açmalı. Sosyal kurtuluş için parlamentarizm ve hareketçiliğin bir bileşimi siyasi strateji olarak ileri sürülüyor.

Avrupa Birliği'ne gelince, Birliğin yaşadığı krize ve parçalanma tehdidi yaratan merkezkaç kuvvetlere son derece tezat bir şekilde NPA, sosyal bir devrimle kıtanın sosyalist birliği için devrimci programa ve Avrupa Sosyalist Devletler Birliği'nin oluşturulmasına karşı çıkıyor. Bunun yerini kapitalist yapıya dokunmayan ve sosyalist bir Avrupa talebini gelecekteki "evrensel oy hakkıyla demokratik olarak seçilmiş" Avrupa Kurucu Meclisi'ne sunulacak bir tasarı olarak erteleyen bir dizi anti-neoliberal talep ileri süren "sosyal ve demokratik bir Avrupa" çağrısıyla dolduruyor.

Fransa'da, Avrupa'da veya dünyanın herhangi bir yerinde toplumun devrimci dönüşümüne böyle bir demokratik söylem fetişizmiyle asla ulaşılamaz.

11. Küresel krizin sömürülen ve ezilen insanların hayatı ve mücadelesi üzerindeki patlayıcı etkisi, kitlelerin hareketi ve bilinci üzerinde ani ve çoğunlukla beklenmedik değişimler yaratıyor. Doğrusal olmayan bir radikalleşme süreci sözkonusu.

Kitlesel işten atılmalar, kapanan fabrikalar ve işsizlik başta kafa karışıklığı, hayal kırıklığı ve savunmacı bir eğilime yol açıyor. Sendika bürokrasileri, kapitalist bozguna karşı durmaktan, en azından buna karşı kısmi bir seferberlik organize etmekten tamamen aciz ve bu konuda isteksizler. İşçi hareketinin mücadelesi ile elde edilmiş birçok kazanımı terk ederek, imkansız bir uzlaşma için taviz ve geri adımlarla kapitalistlere ve devlete yaslanıyorlar. Trotskiy'in analiziyle: "memnuniyetsizliğin muhafazakâr ruhlarımızın zincirlerinden kurtulması ve kitlelerin isyan çıkartması için bireylerin ve partilerin iradesinden bağımsız istisnai durumlar gereklidir. Dolayısıyla, devrim zamanında kitlelerin fikirlerinde ve ruh hallerinde görülen ani değişimlerin kökü, insan ruhunun esnekliğinde ve değişebilirliğinde değil, tam tersine, koyu muhafazakârlığındadır. Fikirler ve sosyal ilişkiler, afete tutulmuşcasına yerle bir oldukları ana değin, yeni nesnel koşulların sürekli gerisinde kalırlar [...] sınıfın krizin karşısına çıkarttığı sorunları bilincine çıkarabilmesi ve kitlelerin eyleme yöneltilmesi ancak ardı ardına kestirimler yaparak mümkün olur." (Rus Devrimi Tarihi) Bu radikalleşme hareketi "ivme nesnel koşullar karşısında erirse" tersine dönebilir.

Şu anda gericiliğin ve aşılmaz engellerin yenilgiye uğratamadığı bir radikalleşme aşamasındayız.  Devrimci partilerin, ekonomik ve siyasi krizin her anını en ufak savunma mücadelesinden kitle eylemlerine, genel grevlere ve Yunanistan ve Guadalup'taki gibi ayaklanmalara kadar işçi ve halk direnişinin her örneğini tüm detaylarıyla incelemesi, sistematik olarak harekete müdahale etmesi, kitlelerle ve - hem eski hem yeni - talepleriyle sürekli diyalog içinde olması, mücadelenin ilerlemesi ve zaferi için çok gerekli olan programı geliştirmesi ve propaganda, ajitasyon ve örgütlenme yoluyla işçilerin iktidarı ve sosyalizm için devrimci mücadeleyi hazırlaması gereken bir geçiş dönemindeyiz.

Dünya krizi sosyal patlama eğilimini artırarak sosyal devrime ve toplumun devrimci dönüşümüne - ya da barbarlığa - geçiş sorununu gündeme getiriyor.

Yunanistan isyanı bu geçişte çözülmesi gereken sorunların çoğunun özetidir. İsyanın bir siyasi parti veya örgütlü güç tarafından siyasi bir proje ve program çerçevesinde yönlendirilmediği açıktır. Ama burada sadece polis baskısına karşı başkaldıran gençliğin kendiliğinden hareketini görmek de hata olur. Öncü güçlerin genel bir siyasi greve doğru ilerlemeye yönelik bilinçli girişimleri mevcuttu. Geçmişteki mücadele deneyimlerinin birçoğu yeniden canlandı ve hatta aşıldı, pek çok durumda bürokrasiye meydan okundu ve yerel makamlardan uzaklaştırıldı. Devletin şiddet tekeliyle birlikte, egemen sınıfın enformasyon, kitle iletişim araçları ve kültür üzerindeki kontrolüne de meydan okundu. İlk defa, toplumsal ilişkilerin yeni ve sosyalist tarzda yeniden örgütlenmesi ve hayatı her türlü tezahürüyle yeniden ele geçirme talepleri birçok işgal edilmiş bölgede, açık toplantılarda ve eylem merkezlerinde dile getirildi.

Ama Aralık isyanının sınırları çok geçmeden ortaya çıktı: kitlenin öncüsünü bir araya getirecek ve isyanın enerjisini devrimci bir "gökyüzü fethine" kanalize edecek devrimci bir siyasi örgüt yoktu. Resmi merkez sol burjuva muhalefet odağı PASOK doğal olarak ayaklanmaya düşmandı, zaman zaman sağ kanat hükümetin de sağına düşüp onları polisiye önlemler almaktan "aciz" olmakla suçlayacak ölçüde hem de. PASOK'un sendika bürokrasisi olan GSEE (Genel Emek Konfederasyonu) genel grevi boykot etti ve ayaklanmaya karşı çıktı. Stalinist KKE tam bir düzen partisi olarak burjuva devletin safında yer aldı. Ayaklanmış olan kitleler, anarşist ağlar dahil diğer sol güçleri de geride bıraktı. Radikal sol içinde yüzünü doğrudan eylem yerine ilk seçimler için seçim blokları kurmaya çeviren tutucu eğilimler belirdi. Sınıf bilincine sahip burjuva gazetesi Le Monde  korkuyla "Yunanistan devletsiz kaldı" (10.12.2008) yazsa da, işçi sınıfı siyasi ve örgütsel olarak siyasi iktidarı ve kaderini eline alıp sarsılmış burjuva rejimi devirmeye hazırlıklı değildi.

Yine de Yunanistan'daki Aralık isyanı yenilmiş değil, Yunanistan'da Avrupa'da ve uluslararası düzeyde bir sonraki kapışma için prova olarak ve gelecek tarihsel kapışmalar için tüm dünyadaki devrimcilere ilham kaynağı olarak dimdik ayaktadır.

Dünya krizi "krizin faturasını kim ödeyecek?" ve "toplumu kim yönetiyor?" sorularını gündeme getirdi. Bu soruların cevabı ancak dünya çapında düşünülerek verilebilir. Bugün görev her zamankinden daha açık: ihtiyaç hissettiğimiz, devrimci bir işçi Enternasyonal'i, yeniden kurulan Dördüncü Enternasyonal! 

Buenos Aires, 14 Nisan 2009