Kimin malını kime veriyorsun? Ya da, asgari ücret masalı…

Çalışma Bakanlığı’nın asgari ücretin 1300 TL’ye yükseltilmesi üzerine yayımladığı bilgi notundan aktarıyorum: “Anayasamızda da ifade bulduğu üzere ücret, en temel anlamıyla emeğin karşılığıdır. Anayasamızın devletimize verdiği en önemli görevlerden biri de çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri için gerekli tedbirleri almaktır.

Gerçekten de T.C. Anayasası’nın 55. maddesi aynen şunu söyler: “Ücret emeğin karşılığıdır.” Bir bakıma, anayasanın en komünizan maddesi! Malum, Marksist emek değer teorisi kapitalist emek sürecini, kapitalist olmayan emek süreçlerinden değerlenme süreciniinceleyerek ayırır.  Bu incelemenin kavramsal temeli emek-gücü / emek  ayrımındadır.Emek-gücü işçinin ücret karşılığı sattığı ve karşılığında ücret aldığı metanın adıdır. Dolayısıyla, ücret, söz konusu metanın mübadele değeridir (fiyatıdır). Emek ise emek-gücüadlı özgül metanın kullanım değeridir. İşçi, işe koşuldukça, yani, artık kapitalistin malı olanemek-gücü tüketildikçe, icra edilen “şey” emek faaliyetidir. Ve bu faaliyet değer yaratan bir süreç olduğu, yaratılan değerin sadece bir kısmı ücret olarak işçiye ödendiği, geri kalan kısmıartık-değer olarak kapitalist tarafından gasp edildiği için, sürecin kendisine değerlenme süreci denir.  Oysa T.C. Anayasası, “Ücret emeğin karşılığıdır” diyerek, emek faaliyetinin yarattığı değerin tamamının işçinin ücreti olduğunu deklare etmektedir.  Bir tür komünizm propagandası yaptığı bile söylenebilir 12 Eylül Anayasası’nın!

***

Asgari ücretin net 1300 TL olması medyada değişik yanları ile alındı. Yandaşlar, “AKP sözünü tuttu” eksenini tuttururken, kısmen eleştirel olmaya çalışanlar ise, devletin bu artış vesilesi ile patronların ödemesi gereken ek sigorta primlerinin % 40’ını (110 TL) üstlenmesine dikkat çektiler. Çalışma Bakanı ise bas bas bağırarak, özel sektörün rekabetçi kapasitesini kaybetmemesi (yani, kapitalizmin bekası) için devletin sigorta primlerinin % 40’ını üstlenmiş olduğuna bizleri ikna etmeye çalıştı.

Bütün bunlar aktarılırken gözden kaçırılan iki husus oldu: ilki, devletin ödemeyi üstlendiği payın (henüz) yasal dayanağının olmadığı; diğeri ise, yasal dayanak sağlansa bilekaynağının gayri-meşru olduğu!

Açıklamaya çalışayım; 29 Aralık Salı akşamı, gece yarısı TBMM’de “Yükseköğretim Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” görüşülürken, torba yasa uygulaması ile “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu“na ek bir madde sokuşturulmaya çalışıldı. İşte, bu ek madde ile daha sonraki açıklamalarda 110 TL şeklinde belirtilecek devlet payının yasallaştırılması sağlanacaktı. Ek madde önerge metninde belirtilen gerekçelerden biri “işverenlerin rekabet gücünün artırılması” idi; herhalde milletvekillerinin gözü korkmasın diye 110 TL yerine de “günlük 3,67 TL” ifadesi tercih edilmişti.

Bahsedilen ek madde önergesi verilmiş, artık 30 Aralık başlamış, görüşmelere geçilmek üzere iken, HDP’den Baluken “görüşülmekte olan tasarı veya teklifin, konusu olmayan sair kanunlarda ek ve değişiklik getiren yeni bir kanun teklifi niteliğindeki değişiklik önergeleri işleme konamaz. Şu anda da görüşülmekte olan bu temel kanun yasasıyla burada bahsetmiş olduğumuz ilgili kanunların herhangi bir ilgisi olmadığı kanaatindeyiz. Dolayısıyla, bu değişiklik önergesini işleme alamayacağınızı düşünüyoruz” diyerek duruma müdahale etti (http://bit.ly/1Vu4mLd). AKP ek madde önergesini çekmek zorunda kaldı. Tahmin edilebileceği gibi MHP ve CHP’den bir destek gelmemesine rağmen, HDP’nin son derece yerinde itirazı ile devletin patronlara 110 TL’lik (ya da, günlük 3,67 TL’cik) kıyağı şimdilik yasallaşamamış oldu!

Gelelim ikinci hususa; ek madde ayrı bir yasa değişikliği olarak TBMM’ne getirildiğinde HDP’nin tek başına karşı çıkmasının bir anlamı olmayacağı açık. Dolayısıyla, devletin üstlendiği pay bir biçimde yasallaştırılacaktır. İddiamız, devletin patronlara ödeyeceği (daha doğrusu, patronlar adına SGK’ya ödeyeceği) paranın kaynağının gayri-meşru olduğu.  Devlet, harcamalarını esas olarak topladığı vergilerden yapar. Eğer, vergi gelirleri yetmez ise borçlanarak sağlayacağı kaynaklar ile harcamalarını sürdürür. Dolayısıyla, kaynak konusu açıldığında Marksistlerin hangi sınıfın devlete ne kadar kaynak sağladığını ve bu sağlanan kaynaklardan hangi sınıfın ne kadar yararlandığını bilmeleri gerekir. 1984’te doktora tezimi bu konu üzerinde (ABD’de işçilerin devlete ödedikleri vergiler karşılığında devlet harcamalarından ne kadar yararlandığı konusu) yaptığımdan beri Türkiye’de de bu alanda ampirik çalışma ihtiyacı olduğunu dile getiririm. Maalesef, hala elimizde çok az sayıda çalışma mevcut. Son yapılan çalışmalardan biri Yakup Karabacak’ın, Türkiye’de Emek Kesiminin Kamu Bütçesi Karşısındaki Konumu: 2004-2010dur. Karabacak’ın ele aldığı yılların tamamında, T.C. devleti, emekçilerden almış olduğu vergilerin çok daha azını, hem de giderek daha da azını emekçilere dönük harcamalar yolu ile geri vermektedir!

Karabacak’ın hesaplamalarına göre, 2010 yılı için emekçilerin devlete veya emek dışı kesimlere vergiler yolu ile aktardığı kaynak miktarı 53,5 milyar TL’dir. Öte yandan, devletin sermaye adına üstlendiği işçi başına aylık 110 TL’lik SGK prim payının en az 8,5 milyon işçiyi kapsayacağı varsayımı ile toplam kaynak ihtiyacı yaklaşık 11 milyar TL olarak tahmin edilebilir. Demek ki, devletin “rekabet güçleri azalmasın” diye sermayeye aktardığı kaynak aslında fazlasıyla zaten emekçiler tarafından finanse edilmektedir. Daha Marksistçe söylemek gerekirse, devlet üstlendiği 110 TL’lik SGK prim payı ile fiili olarak artık değer oranını arttırmıştır!

Hatırlayanlar olacaktır, Enerji Bakanı Taner Yıldız, 6 Haziran seçim kampanyası sırasında asgari ücreti 5000 TL’ye yükselteceklerini söyleyen Bağımsız Türkiye Partisi Genel Başkanı Haydar Baş’ı “Kimin malını kime veriyorsun?” diye azarlamıştı (http://bit.ly/1TtyeWQ)

Oysa, “Kimin malını kime veriyorsun?” diye sorma sırası çoktan işçi sınıfına gelmiştir.