Sarı Yeleklilerin dersi: Tek yol devrim!

Sarı Yeleklilerin dersi: Tek yol devrim! - Sungur Savran

Fransa, büyük toplumsal patlamaların karakteristik özelliklerini gösteren bir sarsıntı yaşıyor. 17 ve 24 Kasım ile 1 Aralık günlerinde ülkenin dört bir köşesinde, ama özellikle Paris’te, hem de zenginliği ve şıklığıyla ünlü Champs Elysées (Şanzelize) caddesinde ve Arc de Triomphe (Zafer Takı) adını taşıyan anıtın çevresinde yaşanan büyük direniş, toplumda uyumakta olan ne kadar memnuniyetsizlik, öfke, acı ve şiddet eğilimi varsa hepsini ortaya çıkardı. O “zengin” diye bilinen, “sosyal devleti” ile övünen Fransa’da halk kitleleri ne kızgınmış!

Sarı Yeleklilerin isyanına bugün ne kadar çok toplumsal katman kendi köşesinden katılıyor! Liseliler ülkenin dört bir köşesinde, en başta Paris’in işçi banliyölerinde ve Marsilya’da, lise ile üniversite arasında bir bağ oluşturan ve Fransızların ulusal gurur konusu olan “bakalorya” sınavında yapılması planlanan tadilata karşı okullarını işgal ediyor, derslere girmiyorlar. Onları üniversite öğrencileri izliyor, Paris’in bazı üniversitelerinde, liseliler gibi okulları “bloke etme” kararları alınıyor. Ülkenin en büyük çiftçi sendikası FNSEA çiftçileri gelecek hafta boyunca hükümetin “çiftçilere taarruzu”na karşı sokağa çıkmaya çağırıyor. En önemlisi, ülkenin en büyük iki işçi sendikaları konfederasyonu, CGT ve FO, ulaştırma sektöründe çalışan işçileri önümüzdeki Pazar günü akşamından itibaren süresi belirsiz bir greve çağırıyor. 700 bin işçinin çalıştığı bu sektör Fransa’da sınıf mücadelelerinde son on yıllarda (mesela Fransız işçi sınıfının burjuva hükümetine ağır bir yenilgi tattırdığı 1995 eylemlerinde) hep önemli rol oynamış bir işkoludur. Öte yandan, birtakım petrol rafinerilerinde bir süredir devam etmekte olan işçi eylemleri, bazı bölgelerde benzin istasyonlarının tedarik yokluğuyla karşı karşıya kalmasına yol açıyor ve bir başka kriz faktörü olarak gündemi etkiliyor.

Bütün bunlara tüy diken, polis sendikalarından VIGI adını taşıyanının üyelerini greve çıkaracağına dair ajanslara bir haber düşmesiydi! VIGI Fransa’nın en sol konfederasyonu olan CGT’ye mensup bir sendika. İçişleri Bakanlığı personeli içinde sadece yüzde 3,4’lük bir ağırlığı var. Üstelik dar anlamda polis olan üyeleri greve çıkma hakkına sahip değil. Bu yüzden VIGI bilimsel, teknik, yan hizmetler gibi alanlardaki üyelerini greve çıkartıyor. Yani bu çağrı sembolik. VIGI üyesi aşçılar greve çıkarsa Fransız polisi felç olmayacak! Ama sembolün anlamı büyük. Ve de işler derinleştiğinde başka polis sendikalarını etkilemeyeceğine bugünden yemin edenin başı ağrıyabilir. İşte, bir toplum nasıl adım adım isyana ve devrime hazırlanıyor görüyorsunuz.

Fransa’da sanki uzun süre bastırılmış bir kapak açılmış ve biriken basınç büyük bir patlamayla yeryüzüne fışkırmaya başlamış durumda. “Zenginlerin cumhurbaşkanı” Emmanuel Macron’un, kendini pek önemsemesi ve kraliyet sembollerine düşkünlüğü dolayısıyla bazen alayla söylendiği gibi I. Emmanuel’in süngüsü düşmüş durumda.

Bozuk düzen ricat

Bu Macron denen hüdayi nâbit politikacı, güya “ne sağ ne sol” olan, aynen Trump gibi partisiz, başkanlığa paraşütle inmiş ne oldumcuk adam, bir buçuk yıldır Fransız emekçisinin ensesinde boza pişiriyordu. İşçileri “tembel” ve “bir işe yaramaz” göstererek, kendisine işsizlikten şikâyet eden bir işçiye, “şimdi karşı kaldırıma geçsem hemen bir iş bulurum” diyen, Türk esnafından “kıskanma ne olur, çalış senin de olur” lafını duymuş gibi, üzerine dökülen bir tişört geçirmiş işsiz insanlara “çalışırsan sen de takım elbise alabilirsin” diyecek kadar bayağılaşabilen bir “zenginlerin cumhurbaşkanı”.

Hamisi olan eski sözde “sosyalist” cumhurbaşkanı François Hollande döneminde İş Yasası’nda kabul edilen değişiklikler yetmemiş ki, Fransa’nın sanayi ilişkileri alanını bütünüyle esnekleştirme gibi, devlet demiryolları şirketi SNCF’in işçilerinin haklarına saldırma ve çok başarılı bir kamu işletmesi olan bu şirketi adım adım özelleştirme gibi sınıf taarruzlarına, yakın gelecekte emeklilerin haklarına saldırma planlarını ekleyebilirsiniz. Bütün bunlarda Macron’un esas böbürlenmesi, geçmişte başka burjuva hükümetlerine karşı işçi sınıfının grevlerle, eylemlerle, gösterilerle ortaya koyduğu direnişin kendisine karşı işlemeyeceği idi. “Ne yaparsanız yapın, ben bildiğimi okuyacağım” şiarıyla yürüyordu. Başta olduğu bir buçuk yıl boyunca bu politikada başarı kazandığını da teslim etmek gerekiyor.

Şimdi kuyruğunu bacaklarının arasına almış, kaçacak yer arayan köpekler gibi şaşkın! 1 Aralık eylemleri yapılırken, haydi vurgulu söyleyelim Paris yanarken, Mösyö Macron Arjantin’de G-20 toplantısındaydı. “Fransızları anlıyorum, ama şiddeti asla kabul edemem” gibi iri laflar ediyordu. 2 Aralık’ta Fransa’ya döndü. Şanzelize’yi kısa ziyaretinden sonra Bakanlar Kurulu’nu topladı. Basın, “olağanüstü hal” ilan edecekleri konusunda spekülasyon yapıyordu. Ama iki gün sonra Başbakan Edouard Philippe, mecliste yaptığı bir konuşmada, Sarı Yeleklilerin dolaysız hedefi olan karbon vergisini altı ay boyunca ertelediğini açıklıyordu. Anlaşılan megalomani bulaşıcı bir hastalık. Philippe sanki kralmış gibi “erteledim” diyordu. Ama el elden üstündür. Ondan sadece bir gün sonra Macron söz konusu verginin ertelenmediğini, bütünüyle iptal edildiğini belirtiyordu. Bu açıklama, meclisin 2019 bütçesini hazırlama faaliyetinin tam orta yerinde gelmişti. Şimdi hükümet, bütçede 4 milyar avroluk bir açığı nasıl kapatacağını kara kara düşünüyor.

I.Emmanuel’in façası bozulmuştur. Bir buçuk senedir işçi sınıfına “ben sizin bildiğiniz cumhurbaşkanlarından değilim” cakası satan Macron, Fransızca’nın deyimiyle yüzü koyun kapaklanıp “tozu toprağı yutmuştur”!

Bütün dünya bir ülkenin emekçilerinin aç açık bırakıldığında ayağa kalkmasının nasıl da işe yaradığını görmüş bulunuyor. Bütün dünya düne kadar Macron’un heybetli iktidarını, Avrupa Birliği’nin liderliğine oynadığını, Trump’ın el sıkma oyunlarında teslim olmadığını konuşuyordu. Bugün Elysée Sarayı’nda yenik bir adam vardır! Bütün dünya sokağın, grevin, eylemin kazanmanın yolu olduğunu görmüştür. “Sarı Yelek” simgesi şimdiden Belçika ve Hollanda’ya (çok daha alçak gönüllü bir ölçekte) sıçramıştır. Yarın başarı büyürse, hiç kuşkunuz olmasın, bütün Avrupa’ya sıçrayacaktır. Baksanıza Türkiye’nin gericileri bile korkudan ne dediklerini bilmiyorlar. Biri “sarı yelek alan herkes teröristtir” demiş! Fransa nire, Türkiye nire! Ama korku ecele çare değildir.

Üstelik bu başarıyı gerçekleştiren işçi sınıfı da değil. Genellikle solda olmayan, siyasete pek az karışan, hayatında ilk kez eylem yapan, kendi kabuğuna çekilmiş şekilde yaşayan, uydukentlerin, taşranın orta boylu şehirlerinin, kırın insanları. Bu da bizi onlardan nefret eden solculara getiriyor.

“Irkçı ve cinsiyetçi güruh”

Türkiye solcusunun toplumsal olaylara bakışının ne kadar vahim bir yere geldiği, Sarı Yelekliler hareketiyle birlikte bir kez daha acı şekilde ortaya çıktı. Solda birçok insan, Sarı Yelekliler’in kendilerinden olmaması dolayısıyla desteğe layık olmadığı kanısında ya da en azından desteği hak ettiği konusunda ciddi kuşkuları var. Ne demek istiyoruz “kendilerinden olmadığı için” diyerek? Politik olarak kendileri gibi “kimliklere saygılı, çevreye duyarlı, aydınlanmış” insanlar olmadığını duymuşlar, onlara ne sempati duyuyorlar, ne de güveniyorlar.

Toplumsal mücadeleye, önceden alınmış “ilericilik” diplomaları olmayan insanlara destek olmaktan kaçınma zihniyetiyle yaklaşanlar, solda Marksizmin itibarının ve etkisinin 20. yüzyıl sosyalist inşa deneyimlerinin çökmesi dolayısıyla aldığı ağır darbenin bize neler kaybettirmiş olduğunun yaşayan örnekleri. Büyük kitlelerin bilinci mücadele içinde değişir. Anasından babasından Arapların pis ve tembel olduğunu duyarak yetişen sıradan insan, bu fikrini ancak Araplarla ortak düşmana karşı savaşmaya başlayınca değiştirebilir. Kadınlar konusunda çocukluktan itibaren kafasına, ruhuna, kalbine ayrımcı düşünceler fısıldanmış sıradan erkek, ancak kadınla aynı barikatta mücadele ederken onun ne denli cesur ve kararlı olduğunu görünce kendine gelecektir. Örnekleri çoğaltmaya gerek yok. Bugünün tatlısu aydınları kitleleri hor gördükçe toplumsal mücadeleye katkı yapma fırsatından da, istibdad karşısında hürriyeti kazanmanın gerektirdiği ittifakları kurma olanağından da yoksun kalacaktır. Bunlardan bazıları bir de “cahil”, “kaba saba” gördükleri bu kitlelerin işçi sınıfından olmamasını sanki bir gerekçe gibi kullanıyorlar. Bunu da çoktan ıskartaya çıkartmış oldukları Marksizmin başka her durumda unuttukları ama işte şimdi sahip çıkar göründükleri ana stratejik fikrine, yani modern toplumu değiştirebilecek tek gücün işçi sınıfı olduğuna rüşveti kelam yoluyla solculuklarını kanıtlamak için yapıyorlar. İşçiler, bu “güruh”tan daha az mı ırkçı, daha mı az cinsiyetçi, daha mı az homofobik? Bu argümanlar dehşet verici düzeyde tehlikelidir. Yarın bir proleter devrimi patlak verdiğinde buna “sol” gerekçelerle karşı çıkmanın taşlarını döşemektedir.

Sarı Yeleklilere mesafeli durmak Fransa’da da görülen bir dar görüşlülük oldu. Olaylar ilk gelişmeye başladığında, Fransa’nın önde gelen devrimci Marksist kökenli iki partisi, NPA ve LO, bu hareketin küçük burjuvazinin huzursuzluğunun bir ifadesi olduğu ve onların “aşırı sağ” dediği ön-faşist hareketin (en başta Marine Le Pen’in Rassemblement National’inin, yani Ulusal Beraberlik partisinin) hegemonyasında olduğu gerekçeleriyle harekete destek vermedi. NPA’nın post-Leninist karakteri göz önüne alındığında, benimsediği tavırda (açıkça dile getirilmiş olmasa da) Türkiye’deki önyargılara benzer kaygıların rol oynadığını düşünmek için çok neden var. NPA’nın Sarı Yeleklilerin üç hafta boyunca verdiği kararlı mücadeleden sonra nihayet tavrını gözden geçirmesi, insana “zararın neresinden dönülse kazançtır” sözünü hatırlatıyor. LO’ya gelince, işçi sınıfı içinde ciddi bir örgütlülüğü olan bu parti, işçi sınıfının müttefiklerinin mücadelelerinden hep sınıfta kalmıştır. 2005’te işçi mahallelerinin göçmen kökenli gençleri Fransa’yı ateşe ve dehşete düşürdüğünde LO bu yoksullar hareketinden bütünüyle uzak durmuştu. Şimdi de Sarı Yeleklilere ancak yavaş yavaş ısınıyor. Hep “işçi sınıfı” derken şimdi “halk sınıfları” (“classes populaires”) deme cesaretini gösteriyor. İşçi sınıfının öncü partilerinin mücadelenin artçı gücü olması elbette epey ironik!

İttifaklar sorunu

Marksizmin sınıflara karşı tutumunu ezberci ve kalıpçı biçimde ele alanlar her zaman yanılır. Marx ve Lenin proletaryanın devrimci zaferinde köylülüğün büyük rolü olacağını hep vurgulamıştır. Köylülük, büyük çoğunluğuyla, küçük burjuvazinin en belirgin temsilcisidir. Trotskiy, faşizme karşı mücadelede her şeyin küçük burjuvaziyi kimin kendi yanına çekeceğine, hegemonyası altına alacağına dayalı olduğunu defalarca vurgulamıştır. İşçi sınıfı partileri, küçük burjuvaziye güven verdiği ve kazanabilecek bir cepheyi (Birleşik İşçi Cephesi) inşa edebildiği takdirde, adım adım faşizmin tuzağına düşmekte olan küçük burjuvazinin proletaryanın yedek gücü haline getirilebileceğini belirtmiştir.

Sarı Yelekliler hareketinin küçük burjuvazinin ağırlığı altında ve işçi sınıfının en zayıf ve geri katmanlarının katılımıyla, muhafazakâr taşra kentlerinin damgasını yemiş biçimde yola çıkması, Marksistlere yönlerini şaşırtmamalıydı. Küçük burjuvazi de bütün sınıflar gibi çeşitli katmanlardan oluşur. Muayenehanesinde para kıran doktor, devletin otoritesinin uzantısı olduğu için zenginleşen noter, küçük atölyesinde en ağır sömürü rejimini uygulayan küçük işletme sahibi, şehrin en zengin caddesindeki kafesinin kaymağını yiyen işletmeci vb. elbette en tutucu sınıf unsurunu oluşturacak, çıkarlarını savunmak için Marine Le Pen’i ve benzerlerini destekleyecektir. Buna karşılık, geliri girdi fiyatlarını karşılamayan orta ve yoksul çiftçi, işçi mahallesinde tek bir yardımcıyla yoksul genç kadınlara hizmet veren üç çocuk anası boşanmış kuaför kadın, hayatta kalabilmek için aile işgücüyle 24 saat çalışan Türk dönerci ya da Arap “merguez”ci, dükkânını bile zor ayakta tutan elektrik tesisatçısı, sayılamayacak kadar çok başka insan, işçi sınıfından, hele hele örgütlü, sendikalı işçilerden çok daha kötü koşullarda ayın sonunu getirmeye çalışır.

Marksistler, işçi sınıfı ile küçük burjuvaziyi, örgütlü işçi kesimleriyle yarı-proleterleri ve yalnız işçileri karıştırmazlar. Bu sınıf ve katmanlar stratejilerinde farklı yerlere oturur. Ama yoksullar ve emekçiler kapitalizmin zulmüne karşı ayağa kalktığında “bizim amacımız işçi sınıfını örgütlemektir” diyerek bu isyana bigâne kaldıklarında ancak en ilerici, en devrimci amaçların bile somut koşullar göz önüne alınmadan savunulduğunda gerici olacağını kanıtlamış olurlar. Sarı Yeleklilere ön-faşistlerin çengel atması karşısında, “bu bizim bulaşacağımız iş değil” diyen ise, ne kadar Trotskist olduğunu iddia ederse etsin, Trotskiy’in “küçük burjuvaziyi faşistlerden kazanmak gerekir” şeklinde özetlenebilecek politikasından hiçbir şey öğrenemediğini ortaya koymuş olur.

Kızıl yelekler

Bu yazının başlığına bakarak bizim yine “uçtuğumuza” hükmedecek olan Marksizm düşmanlarına bir uyarıda bulunmak isteriz. 2008 yılında “küresel finansal kriz” adı verilen büyük finansal çöküş yaşandığında, “Bu Kış Amerika’ya Komünizm Geliyor!” başlığını taşıyan bir yazı yazmıştık. En ufak bir mizah duygusu olmayan bir âhir zaman liberali, eski faşist  (Taha Akyol) bizi gerçek dışı öngörüler yapmakla suçlamıştı. Biz de ona 30 yıllık neoliberalizmden sonra banka ve sigorta şirketlerinin devletleştirilmesiyle alay ettiğimizi hatırlatmak zorunda kalmıştık. Bazı insanlar şakadan bile anlamıyor!

Bu yazıda Fransa’da bir devrim yaşanmakta olduğunun söylendiğini düşünen de benzer bir hataya düştüğünü fark etmelidir. Hayır, Fransa’da bir devrim yaşanmıyor. Şimdilik! Bütün mesele şudur: Emekçi, yoksul, ezilen, horlanan halk kitleleri, seçimle alamadıklarını sokağa çıktıklarında söke söke alabilmektedir. Devrim ise bunun sadece mantıksal sonucudur. Devrim, kopartılan bu hakların güvence altına alınmasıdır, siyasi iktidarın işçilerin, emekçilerin, yoksulların eline geçmesi sayesinde, elde edilen haklardan geri dönüş olmayacağının güvencesidir.

Öyleyse, bugün Sarı Yelekliler ile el ele mücadele etmeliyiz. Ama yarın işçi sınıfı ağır taburlarıyla işin içine girdiğinde, güçlü ve kararlı bir genelkurmay, bir devrimci işçi partisi yönetimi altında kızıl yelekler giyildiğinde, işte o zaman gerçek kurtuluş asıl o zaman gündeme oturmuş olacaktır.