İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 70. yılında üç küçük hatırlatma

1968 Derby işgali: İşçilerin örgütlenme hakkı patronun mülkiyet hakkına karşı

Birleşmiş Milletler, 10 Aralık 1948’de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni kabul etti. Bugün, 10 Aralık 2018, Bildirge’nin kabulünün 70. yıldönümü. Bugün dünyada ve Türkiye’de birçok devlet bu 70. yıldönümünü ikiyüzlü biçimde kutlayacak. Halkların hakları üzerinde tepinen devletler, bu arada Türkiye Cumhuriyeti devleti de Bildirge’ye canı gönülden destek verecek, kendi ülkelerinin insan haklarına büyük önem verdiğini ileri sürecekler.

İnsan hakları örgütleri ve samimi ve fedakâr insan hakları savunucuları ise haklı olarak bu söylenenlerin yalan olduğunu, insan haklarının, demokrasisi en ileri görülen ülkelerde bile ayaklar altına alındığını iddia edecekler. Biz de onların bu söylediklerine sonuna kadar katılacağız.

Ama biz bu insan hakları örgütlerine ve insan hakları savunucularına bir şey hatırlatmak istiyoruz: Onlar bütün ülkelerin devletlerine biraz haksızlık ediyorlar. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin bir maddesi var ki, bugün, birkaç istisnai devlet dışında bütün devletler o maddenin üzerine titriyorlar, ona gözbebekleri gibi bakıyorlar. Okuyalım:

Madde 17
1.    Herkesin, tek başına ya da başkalarıyla ortaklık içinde, mülkiyet hakkı vardır.
2.    Kimse mülkiyetinden keyfi olarak yoksun bırakılamaz.

Bu maddenin içerdiği “mülkiyet” kavramı içinde elbette ve en önde üretim araçları üzerinde özel mülkiyet, yani kapitalist özel mülkiyet vardır. 1989-1991’de Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ndeki işçi devletleri çökeli beri, dünya devletlerinin ezici çoğunluğu, bazı istisnai uygulamalar dışında, bu hakkı sonuna kadar savunmuşlardır! Bunu görmeyen insan hakları örgütleri ve insan hakları savunucuları, dünyayı gerçekçi biçimde anlamakta zorluk çekiyorlar demektir.

İnsan hakları örgütleri ve samimi ve fedakâr insan hakları örgütleri, bilerek ya da bilmeyerek, bir başka konuyu daha atlıyorlar. Bugün, bir-iki istisna dışında, dünyada var olan devletlerin hepsi kapitalist devletlerdir. Bunlar İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde sayılan hakların bir bölümünü çiğnemekle birlikte bu haklara sahip çıkar gibi görünmektedir. Öteki hakları çiğnemekte ise kendilerini serbest hissetmektedir. Bunları insan hakkı gibi kabul dahi etmemektedir. Esefle söylemek gerekir ki, insan hakları örgütleri ve insan hakları savunucuları da (özellikle emperyalist ülkelerde örgütlenmiş olan ve uluslararası alanda sözü geçen insan hakları örgütleri) bu ikinci tür hakları savunmayı aklına bile getirmemektedir.

Nedir bunlar? Bildirgenin kendisinden, önemli ifadeleri vurgulayarak okuyalım:

Madde 20
1.    Herkes, barış içinde toplanma ve örgütlenme hakkına sahiptir.
2.    Hiç kimse, bir örgüte üye olmaya zorlanamaz.

Madde 21
1.    Herkes, doğrudan ya da serbestçe seçilmiş temsilcileri aracılığıyla ülkesinin yönetimine katılma hakkına sahiptir.
2.    Herkesin, ülkesinde kamu hizmetlerinden eşit yararlanma hakkı vardır.
3.    Halk iradesi, hükümet otoritesinin temelini oluşturmalıdır; bu irade, genel ve eşit oy hakkı ile gizli ve serbest oylama yoluyla, belirli aralıklarla yapılan dürüst seçimlerle belirtilir.

Madde 22
Herkesin, toplumun bir üyesi olarak, toplumsal güvenliğe hakkı vardır; ulusal çabalarla, uluslararası işbirliği yoluyla ve her Devletin örgütlenme ve kaynaklarına göre herkes insan onuru ve kişiliğin özgür gelişmesi bakımından vazgeçilmez olan ekonomik, toplumsal ve kültürel haklarının gerçekleştirilmesi hakkına sahiptir.

Madde 23
1.    Herkesin çalışma, işini özgürce seçme, adil ve elverişli koşullarda çalışma ve işsizliğe karşı korunma hakkı vardır.
2.    Herkesin, herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, eşit iş için eşit ücrete hakkı vardır.
3.    Çalışan herkesin, kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır bir yaşam sağlayacak düzeyde, adil ve elverişli ücretlendirilmeye hakkı vardır; bu, gerekirse, başka toplumsal korunma yollarıyla desteklenmelidir.
4.    Herkesin, çıkarını korumak için sendika kurma ya da sendikaya üye olma hakkı vardır.

Madde 24
Herkesin, dinlenme ve boş zamana hakkı vardır; bu, iş saatlerinin makul ölçüde sınırlandırılması ve belirli aralıklarla ücretli tatil yapma hakkını da kapsar.

Madde 25
1.    Herkesin, kendisinin ve ailesinin sağlığı ve iyi yaşaması için yeterli yaşama standartlarına hakkı vardır; bu hak, beslenme, giyim, konut, tıbbi bakım ile gerekli toplumsal hizmetleri ve işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ya da kendi denetiminin dışındaki koşullardan kaynaklanan başka geçimini sağlayamama durumlarında güvenlik hakkını da kapsar.
2.    Anne ve çocukların özel bakım ve yardıma hakları vardır. Tüm çocuklar, evlilik içi ya da dışı doğmuş olmalarına bakılmaksızın, aynı toplumsal korumadan yararlanır.

Madde 26
1.    Herkes, eğitim hakkına sahiptir. Eğitim, en azından ilk ve temel öğrenim aşamalarında parasızdır. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleki eğitim herkese açıktır. Yüksek öğrenim, yeteneğe göre herkese eşit olarak sağlanır.
2.    Eğitim, insan kişiliğinin tam geliştirilmesine, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yönelik olmalıdır. Eğitim, bütün uluslar, ırklar ve dinsel gruplar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu yerleştirmeli ve Birleşmiş Milletlerin barışı koruma yolundaki etkinliklerini güçlendirmelidir.
3.    Ana-babalar, çocuklarına verilecek eğitimi seçmede öncelikli hak sahibidir.

Demek ki bazı haklar (“birinci kuşak haklar” olarak ya da “negatif haklar” olarak anılan siyasi ve sivil haklar) zaman zaman uygulanıyor, zaman zaman ayaklar altına alınıyor. Bu haklar ayaklar altına alınınca insan hakları örgütleri seslerini yükseltiyor, devletler ise kendilerini savunuyor, ihlal olmadığını ya da “münferit” ihlaller olduğunu ileri sürüyor.

Ama bazı haklar (“ikinci kuşak haklar” ya da “pozitif haklar” olarak bilinen sosyo-ekonomik haklar) daima ayaklar altında. Devletler kendilerini savunmuyor bile. Neden savunsunlar ki, insan hakları örgütleri de eleştiri yapmıyor. (Bazı insan hakları örgütlerinin bu konularda da çoğunlukla cılız eleştirileri istisnadır, kuralı bozmaz.)

Buraya kadar iki noktanın altını çizmiş olduk. Bir, mülkiyet hakkı, Büyük Fransız Devrimi’nde ilan edilen İnsan ve Yurttaş hakları Bildirgesi (1789)  adını taşıyan ilk insan hakları bildirgesinden bu yana devletlerce en kutsal insan hakkı olarak kabul edilmiştir. Sosyalist devrimlerin kurduğu devletler dışında hiçbir devlet tarafından sistematik olarak ihlal edilmemiştir. Bu durumda olan tek haktır.

İki, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde yer almayan ama Büyük Ekim Devrimi’nin (1917) açtığı yeni işçi devletleri çağında kabul edilen Birleşmiş Milletler İnsan hakları Evrensel Beyannamesi’nde ilk kez kabul edilen ve yukarıda uzun uzun alıntılanan haklar artık sürekli olarak ve pervasızca ihlal edilmekte ve insan hakları örgütlerince de savunulmamaktadır.

Şimdi başlığımızda yer alan “üç küçük hatırlatma”dan üçüncüsüne gelelim. Burjuvazinin ayak işlerini üstlenmiş olanlar, yani son yıllarda çok yaygın olan “insan hakları emperyalizmi”nin çığırtkanları bir yana bırakılırsa, samimi ve fedakâr insan hakları savunucuları muhtemelen bize şöyle diyeceklerdir: Doğru, artık İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ndeki bütün hakları aynı şiddetle, aynı kararlılıkla, aynı ısrarla savunalım.

Bizim buna cevabımız, bu samimi ve fedakâr insan hakları savunucularının meselenin özünü kavrayamamış oldukları olacaktır.

Madde 20-26 arasındaki haklar daima ve sistematik olarak çiğneniyorsa, Madde 17’deki mülkiyet hakkının kapsadığı kapitalist özel mülkiyet “hakkı” asla çiğnenmediği içindir. Çünkü kapitalist özel mülkiyet “hakkı”, sosyo-ekonomik haklarla özsel olarak çelişir. Ya biri ya öteki! Liberal insan hakları anlayışı ile işçilerin, emekçilerin, yoksulların sosyo-ekonomik hakları birlikte savunulamaz!

Üçüncü noktamız da budur. İnsan hakları savunucuları, temel çerçevelerindeki bu çelişkiyi gidermedikçe bazı yaraların acısını hafifletebilirler. Ama dünya yaralı bir dünya olarak kalacaktır.