Yıkıntının Tarihi ve Teorisi’nin ikinci baskısı çıktı

Özgür Üniversite Kitaplığı’ndan çıkan “Yaşanmamış Sosyalizm İçin, Yaşanacak Barbarlıktan Kurtulmak İçin Yıkıntının Tarihi ve Teorisi” isimli kitabın içeriğini, bu kitabın yazılış koşullarıyla açıklamak en doğrusu olsa gerek. Mehmet İnanç Turan bu kitabı niçin yazdığını kendi özel ideolojik yaşamı üzerinden güzelce açıklıyor. 

 

Şöyle diyor yazar:

“Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov ekibinin öncülüğünü yaptığı “Yeni Düşünceler”in (bunlara kapitalizmin düzeniçi görüşlerine uygun düşünceler denebilir) yanlış olduğunu kavramıştım. Ne var ki “Sosyalist Sistem” denen bloğun dağılabileceğini aklımın ucuna getirmiyordum. 1990-1991 yılları boyunca bu sistemin çökmesiyle birlikte şoka uğradım. Lenin’in resimleri yerlerde sürüklenirken, heykeller yıkılırken içimde anlatılmaz acı duydum. Bu acıyı insanal dünyanın özlemine inanmayanlar anlayamaz.

“Sosyalizm” olarak adlandırdığım düzenlerin birçok yöneticisinin “komünizm karşıtı” propagandaları acılarımı artırmaktan başka işe yaramıyordu. Dün komünizme övgü düzen komünist partilerinin merkez komiteleri, politik büroları şimdi Avrupa burjuva demokrasisine, kapitalist sisteme övgüler düzüyorlardı. Burjuvaziye karşı olan bir barikattan burjuvazinin cephesine bu kadar kolay atlanabilir miydi? Bırakalım komünist kimliği, insan kişiliği bu kadar bozuk muydu?

Ya bu koskoca komünist partilerinin üyelerine ne olmuştu? Onlar da ya sessiz kalarak, ya da yıkıntı sürecini destekleyerek kapitalizme doğru koşuşu hızlandırdıklarını görmüyorlar mıydı? “Sosyalist sistemin” yıkılışını kutlayan burjuvazinin kulağımı sağır eden alkış sesleri yetmezmiş gibi, yıkıntının başımıza düşen taşlarından serseme dönen kimi komünist insanların “biz komünist değiliz,” diye bu alkış seslerine katıldıklarını yeniden hatırlamak bugün bile ıstırap veriyor bana.

Yıkıntının altında kalan insanlara karşı Marksizmi savunmaya çalışıyordum; ama benim kendimin yanıt bulamadığı sorulara kim yanıt verebilirdi? İnsan kendisine karşı inandırıcı olamıyorsa, başkalarına karşı hiç inandırıcı olamıyor. Önce kendimi bilimsel olarak inandırmam gerekiyordu. Marksizm bir din değildi, bilimsel bütünlüğü olan dünyaya bakış ve dünyayı değiştirme tarzıydı. Bilimsel gözle yanlışın nerede olduğunu söylemem gerekiyordu. İşte bunu bilmiyordum. Bunu nasıl yapacaktım?

Marksizmi kılavuz alarak sosyalizmi kurduklarını söyleyen ülkeler (ki ben de bu ülkelerde sosyalizm olduğuna o zamanlar inanıyordum) pratik yaşam içinde yıkıldıklarına göre ortaya bir soru çıkıyordu. Ya Marksizmin teorisi yanlıştı, ya da bu ülkelerde uygulanan teori Marksist değildi. Marksizmin kapitalizmi analiz eden tezleri bana yanlış gelmiyordu. Acaba sosyalizm üzerine olan öngörüleri mi yanlıştı?

Bu sorularla kafamın uğraştığı yıllarda açıkça bunalıma düştüğümü itiraf etmem gerekiyor. Yaşama sevincimi yitirdim. Dışarı çıkmak, arkadaşlarımla görüşmek istemiyordum. Onlarla ne konuşacaktım? Suçluluk psikolojisinde olan bir adamın durumu neyse, benim durumum oydu. Sanki “sosyalist sistemi” yıkan bendim. Sorulacak sorulara yanıt verememem “suçluluk duygumu” artırıyordu. Oysa yıkıntı sürecinde başrolü oynayan Gorbaçov çizgisinin teorisine, politikasına, pratiğine, aklımın erdiği kadar karşı çıkmıştım; ancak demek ki bu yetmiyordu.

Yıkıntının altında kalanlar gibi burjuvazinin yorumlarına, liberal solcuların akıl yürütmelerine kanmıyordum; fakat kendi sorularıma Marksizme dayanarak yanıtlar bulmuş değildim. Bazılarının yaptığı gibi “ideolojik hayatımı” noktalayıp “eski solcu” mu olacaktım, yoksa yıkıntının başıma düşen taşlarının nedenlerini mi araştıracaktım? Birincisi kolay yoldu, Marksizmin ideolojik yenilgisini bilinçsizce kabul etmekti. İkinci yol zordu; ama bana doğru yolu bilimsel olarak gösterecekti. Eğer araştırmalarımdan, incelemelerimden sonra sorularımın yanıtlarını Marksizmde bulamazsam, Marksizmden dürüstçe kopacaktım.

O zor günlerde düşünsel hayatını kaybetmiş bir insandım. Hayatını yitiren insan ölmüş insandır. İdeolojik hayatım açısından ben de öyleydim. Tekrar dirilebilir miyim, ideolojik hayatımı tekrar bulabilir miyim umuduyla yola çıktım. Yolumda nelerle karşılaşacağımı merak ederek…

***

Yıkıntının taşları arasında kaybettiğim düşünsel hayatımın acısıyla yaşıyorum. Yüreğimde şimdi yaprak kıpırdamıyor. Aykırıhayatın rüzgârı, hayatı önüne katıp götüremiyor. Düşüncelerim, duygularım cam kırıkları gibi paramparça. Geçmişim, geleceğimin önünde engel gibi duruyor. Geçmişi yarmadan, şimdiki zamana ulaşamayacağımı, geleceğe yönelemeyeceğimi biliyorum. Ama kutumun içindeyim.

İnsanın kendi “hayat kutusunun” içine girdiği, kendini bu kutuya hapsettiği zamanlar oluyor. Şimdi öyleyim. Kutumun içinde kafamı kutumun duvarlarına vurarak yaşıyorum. Kimse beni duymuyor, kimse bana ulaşamıyor. Kendim bile…

Kendime karşı düşünmeye başlamadan, kendi düşüncelerime karşı savaş açmadan kutumun içinden çıkamayacağım. Kendime ulaşamayacağım. Hayatın ateşine eski gömleğimi atmadan, aykırıhayatın yeni gömleğini giyemeyeceğim.

Kutumun içinden çıkmalıyım. Kutumun içinde yaşadığım ölü yaşamı terk etmeliyim. Ölülerin düşünsel yaşamı olamaz, ölüler dirilmez; ama ölü düşünsel yaşamlar dirilebilir. Yılgınlığımı yenmeli, düşünsel yaşamımı diriltmeliyim. Kanı donmuş hayatımı ısıtmalıyım. Umutsuzluk gemisinden umut gemisine atlamalıyım. Yaşama sevincimi tazelemeliyim.

Düşünsel hayatımı canlandırmak için hayata ve kitaplara yönelmeliyim. Hayatımın yönetileni olmaktan çıkmalıyım, hayatımı yeniden yönetmeliyim. Hayattan, aykırıhayatımı ebe gibi doğurtmalıyım. Aykırıhayatın düşünsel gücünü kullanarak; kendimi, ideolojik hayatımı yeniden yaratmalıyım.

***

1985 yılında SBKP’de yönetime gelen Gorbaçov ekibinin geçtiği süreci yeni bir gözle incelemeye başladım. O dönemde ülke içinde yaptığı “reformları” Marksist gözlükle ele almaya çalıştım. Sonuçta bir yere geldim. Artık Gorbaçov’un gittiği yolun nereye varabileceğini analiz edebiliyordum. Onun nasıl iktidara geldiğini, hangi yöntemleri kullandığını, SBKP üyelerinin niçin şaşkına döndüğünü biliyordum. Geçmiş tarihin sonuçları bana geleceğin olasılıklı tarihsel sonuçlarını öngördürebiliyordu.

Yaşama sevincim yavaş yavaş yerine geliyordu. Anlamak, hayatı kolaylaştıran bir ilaç. İlacı aldıkça iyileşiyorum. İdeolojik hayatım yeniden canlanıyor; sürekli olarak hem okuyorum, hem yazıyorum. Mutlu muyum? Yaşadığım ideolojik olumsuzlukların nedenini fark edebilmiş ve ona karşı savaşmak isteyen bir adamın olabileceği kadar.

***

İnsanın yaşamını bir kitap kurtarmaz ama, ideolojik yaşamını kurtarabilir. Eğer bu kitap yıllarca süren araştırma boyunca kitabın yazarını adım adım ikna etmişse ve yazarın ideolojik yaşamını bütünüyle ayağı üzerine dikmişse; yazanın, araştıranın hayatını kurtarır.

Yıkıntının Tarihi ve Teorisi adlı çalışma benim bilincimde devrim yarattı. Bugün bile bu kitabı yeniden okuduğum zaman düşünsel hayatımın uzun bir süreçte ayağa kalkışının izlerini, acılarını görebiliyorum.

Olağan insanlar sanır ki acı sadece günlük yaşamda, aşkta, sevgide, dostlukta yaşanır. Halbuki yaşamını ideolojiyle şekillendirmiş bir insan için “bilinmez bir yol ortasında kalmak”, “aradığı sorulara yanıt bulamamak” beyinsel acı yaratır. Bu ideolojik sorun çözülemediği sürece de acı devam eder, kalıcıdır.” (Mehmet İnanç Turan, Aykırıhayat, Etki Yayınevi, 2007, s.142,150,155)

***

12 Eylül faşizmi biz komünistleri, devrimcileri fizik olarak darmadağın etmiş ama ideolojik olarak yıldıramamıştı. Devrimciler arasındaki yılgınlık ideolojik değil, siyasi ve pratik yenilgiden ve yanlışlardan kaynaklanıyordu.

12 Eylül faşizminin fiziki darbesini atlatamadan, Sovyet sisteminin çökmesi ise biz Marksist devrimciler için son darbe olmuştu. Bu kez ideolojik bir yenilgi içine düşmüştük. 12 Eylül devrimcileri öldürmüş, tutsak etmiş, sürgün etmiş örgütlerimizi dağıtmış ama beynimize hükmedememişti. Sovyet sisteminin çöküşü ise düşünsel yaşamımıza, beynimize kastediyordu. Tüm hayatını, geleceğini Marksist düşünce, komünizm ideali üzerine kuran devrimciler için, düşünsel ölüm  ölümlerin en acısıydı.

***

Ne kadar ilginçtir ki, Mehmet İnanç Turan’ın yüreğinde duyduğu bu acıyı 1991 yıllarında ben de yaşadım. Uzun yıllar bu acı tedavi edilmez bir kanser gibi beynimde durdu.

Ta ki, Yıkıntının Tarihi ve Teorisi’ni okuyuncaya kadar!

Mehmet İnanç Turan kendi ideolojik hayatını kurtarmak için bu kitabı yazmış. Ama benim ideolojik hayatımı da kurtardı. Yıkıntının Tarihi ve Teorisi’ne duyduğum minnet duygusunu ölünceye kadar unutmayacağım. Uzun yıllar emek harcanmış bu değerli eserlerin başkalarının da ideolojik hayatını bilinmezlikten, yanlıştan kurtarması dileğiyle…

Devrimci harekete büyük bir umut olması dileğiyle…

 

Sait Almış