Üniversitede safları netleştirme ve sıklaştırma zamanı

Barış için akademisyenler (BAK) grubunun imzaya açtığı metin katliamların durmasını, insan hakları ihlâllerinin cezalandırılmasını istiyordu. Aslında bu bildiri hükümeti doğrudan hedef almadığı gibi ondan bir yol haritası da talep ediyor, imzacılar metin aracılığıyla dönülmesini istedikleri müzakere sürecinde görev almayı istediklerini de belirtiyorlardı. Barış için akademisyenler grubu daha önce de benzer imza kampanyaları düzenlemiş, Âkil İnsanlar Heyeti sürecini de aktif şekilde desteklemişti. İnisiyatif içinde Baskın Oran gibi Kamu Güvenliği Müsteşarlığı'nın organizasyonunda sürdürülen bu süreçte bizzat görev almış akademisyenler de vardı.

Aslında "çözüm süreci" denen şey, baştan itibaren Kürt ulusal hareketinin siyasi ve askeri tasfiyesini hedefliyordu. Âkil İnsanlar Heyeti’nden müzakerelere kadar her şey Erdoğan ve AKP iktidarı açısından bu amaca tabiydi. Sürece destek veren Türkiye büyük sermayesi de bu tasfiyenin gerçekleşmesini ve Kürt petrollerine özgürce ulaşabilmeyi bekliyordu.  Bu tasfiye planı barışçıl yöntemlerle uygulamaya konduğunda buna destek olan akademisyen, aydın, sanatçı, siyasetçi vb. kim varsa tehdit edilmek, hedef gösterilmek bir yana el üstünde tutuldu. Belki de biraz da bu geçmiş deneyim dolayısıyla Barış İçin Akademisyenler (BAK) grubu son yaşanan biçimde bir saldırıyla karşılaşmayı hiç beklemiyordu. Daha önce düzenlenen benzer bir imza kampanyasında sürece yönelik pozisyonlarını şöyle ifade etmişlerdi: "2013 Ocak'ta resmi olarak başlayan barış/çözüm süreci Türkiye'de yaşayan çoğu insan gibi biz akademisyenleri de 30 yılı aşkın bir süre boyunca yaşanan çatışmalardan sonra yeni bir dönemin başladığına dair umutlandırmıştı... Bizler 2013-2015 arasında çözüm sürecinin her aşamasına destek verdik. Âkil İnsanlar Heyeti’nin kurulmasını ve çalışmalarını, Meclis'te çözüm süreci ile ilgili bir yasa çıkmasını ve Dolmabahçe mutabakatını olumlu karşıladığımızı belirttik." 

Peki, Erdoğan ve siyasi iktidar, daha önce çözüm sürecinde paralel yürüdüğü bir çevreye neden şimdi ve neden bu kadar sert bir saldırıya geçti diye sormak gerekiyor? Aslında Erdoğan ve AKP iktidarı sadece akademisyenlere değil tüm bir üniversiteye karşı taarruza geçti. Çünkü 1 Kasım'dan sonra burjuva medyası çark etmiş, cemaat ricat etmiş, muhalefet teslim bayrağını çekmişken üniversiteler direnmeye devam ediyordu. Bu direniş durdurulmalı ve ezilmeliydi. AKP milletvekilinin ağzından kaçırdığı gibi Cizre'ye nasıl girildiyse ODTÜ'ye de öyle girilmeliydi. Akademisyenlerin barış bildirisi vesile oldu.

Çözüm sürecinin sahte umutlarının etkisinden sıyrılamayan, AKP iktidarından bir yol haritası talep etme naifliği gösteren bir metinle kamuoyu karşısına çıkan akademisyenler karşılarında Erdoğan'ın, AKP iktidarının, TSK'nın ve Türkiye tekelci sermayesinin yeni yol haritasını buldular. Bu yol haritasında kuşatma, sokağa çıkma yasakları ve yok etme vardı. Erdoğan bu yol haritasının üniversitelere de uygulanmasını istedi. Sokağa çıkma yasağı ilan eden valilerin görevini rektörler üstlendi, Esedullah Tim görevine ise Sedat Peker talip oldu. Kuşatma işini ise PÖH ve JÖH'e değil de Ülkü Ocakları'nın yönlendirdiği öğrencilerle bir süredir üniversitede boy gösteren tekfirci mezhepçi gruplara havale ettiler. Üniversitede adeta bir söz söyleme yasağı ilan edildi. AKP iktidarı bir kez daha 12 Eylül'ü sağladı geçti ve üniversite özerkliğini çiğneyen YÖK'ü de çiğneyerek bizzat üniversitelerin yönetimini rektörlerle toplantılar düzenlemeye başlayan İçişleri Bakanı Efkan Ala'nın uhdesine bıraktı. Şu durumda hâlâ Türkiye'de yeni bir Anayasa hayali kuran, "Türkiye'nin yeni bir Anayasa'ya ihtiyacı var" edebiyatı yapmaya devam eden, karşı çıkana da “yoksa siz 12 Eylül anayasasını mı savunuyorsunuz?” diyen olursa zannediyorum artık ağır konuşmak gerekecek.

Üniversitelere yönelik ilk taarruz dalgasının ardından bir hasar raporuna ihtiyaç var. Taşradaki üniversitelerde iktidara muhalif tutuma sahip akademisyenler varlık yokluk savaşı veriyor. Zaten gerici bir tahakküm altındaki bu üniversiteler çorak çöllere dönmüş durumda. Söz söyleme yasağının hâlâ delinebildiği üniversitelerde ise "düşünce ve ifade hürriyeti" mevzisine çekilmiş durumdayız. Bu tam da iktidarın istediği şey. Çünkü akademisyenlerin karşı çıktığı katliam ve insan hakları ihlâlleri sürüyor. Bunlardan konuşmuyoruz artık. Gündemimiz gözaltılar, savcılar, soruşturmalar, ifadeler, savunmalar.

Oysa şimdi bunlardan daha fazla bahsetmeliyiz. Evet, Sur'da katliam var. Cizre'de, Silopi'de siviller katledildi, katlediliyor. TİHV, her gün ölenlerin isimlerini yaşlarını, sivil ölümlerinin toplam sayılarını yayınlıyor. Bölgeye giden CHP heyetinin raporları ortada. Davutoğlu devlet katliam yapmaz diyor. Nasıl inanalım? Esedullah Tim'lerin hesabı soruldu mu? Kim bunlar, çıkarıldı mı ortaya? Hayır. Davutoğlu Esedullah Tim'lerine de mi kefil? Davutoğlu, kamuoyuna yansıyan cenazenin polis aracında sürüklenmesi olayı ile ilgili özeleştiri yaptık diyor. Devlet özeleştiri yapar mı? Yaparsa örgütler özeleştiri yapar. Devlet suç varsa cezasını verir. Söz konusu polislerin meslekten men edildiği söyleniyor. Ya o polislere cenazeyi sürükleyin talimatı veren amire ne oldu? Dilek Doğan'ı evinde vuran polislere ne yapıldı? Duvarlara, sınıflardaki tahtalara ırkçı ve saldırgan yazılar yazan önünde de fotoğraf çektiren kamu görevlileri için ne işlem yapıldı? TSK'nın askerlere savcının karşısına çıkmaktan çekinmeyin diye talimname yayınladığı, Reis-i Cumhur’un kaymakamları toplayıp "yeri geldiği zaman koyun mevzuatı bir tarafa ben böyle yaparım deyin ve yapın" dediği yerde, MİT'in yasadışı uygulamalarını ifşa eden gazetecilere müebbet istendiği, IŞİD yöneticiliğinden suçlanan kişilerin tutuksuz yargılandığı bir adalet sisteminin varlığında devletin katliam yapmadığına, insan haklarına ve hukuka saygı gösterdiğine kim inanır? Tabii ki kimse inanmaz. Akademisyenler de yayınladıkları bildiriyle bu yalın gerçeğe işaret etmiştir. Tüm baskılara rağmen yazdıklarının arkasında durarak da son derece örnek ve onurlu bir davranış sergilemişlerdir. O yüzden de bu gerçekleri söyleyenlerin baskı ve şiddetle susturulması kalanların da bu terör ortamı içinde yıldırılması gerekir. Bugün üniversitelerde estirilen terörün sebebi budur.

Türkiye'yi yönetenler bu kadar suç işlemişken, ülkenin akademisyenleri elbette kendilerini savunacaktır ama üniversite bir bütün olarak daha öteye geçmeli ve bu suçların hesabını sormaya devam etmelidir. Tüm toplumu da bu suçların hesabını sormaya çağırmalıdır. Erdoğan'ın "müstemleke aydını" suçlamasını layıkıyla iade eden ODTÜ ve İstanbul'daki üniversite emekçilerinin sendikası Eğitim-Sen'in anti-emperyalist çıkışı ve Erdoğan'dan emperyalizm ve Siyonizm ile yaptığı işbirliklerinin ve ortak olduğu suçların hesabını sorması ihtiyacımız olan tutumun nasıl olması gerektiğine işaret ediyor.

Üniversiteler yarıyıl tatilinde. İkinci dönem çok gelişmelere gebe. Rektörlüklerle fazlaca içli dışlı olmanın, yönetişimciliğin, yetmez ama evetçiliğin, sahte çözümlerden medet ummaların cezasını çokça çektik artık. Bu noktada metni imzaya açan BAK’ın geçmiş tutumları ile metni imzalayan geniş akademisyen kitlesi arasında elbette ki ayrım yapmak gerekiyor. İmzacıların tümünün BAK’ın önceki ve şimdiki pratiğini ve tüm görüşlerini otomatik olarak paylaştığını söyleyemeyiz. Metnin imzacıları en başta iktidar baskısına karşı haklı bir direnişin onurunu paylaşıyor bugün. Ancak en hafif deyimle yapılmış ve yapılmakta olan büyük hataların bedelini tüm üniversite, tüm toplum ödüyor. Artık yönetişim yapılacak rektörlükler, çözümüne bel bağlanacak hükümet kalmadığına göre mücadeleden başka yol, akademinin fildişi kuleleri de iktidarın top atışlarıyla yerle bir edildiğine göre sendikal ve siyasal örgütlerimizden başka sarılacağımız kurum kalmamıştır. O hâlde örgütlenme ve safları sıklaştırma zamanı.