Siyasetin sağında fırtına bulutları

Siyasette sıcaklık erken seçim tartışmalarıyla epeyce artmış durumda. Son yılların deneyimi, “erken seçim gündemimizde yok” açıklamalarının “erken seçim geliyor” diye anlaşılmasına neden oluyor. Cumhur İttifakı cephesinde yeni bir seçimi kazanamama endişesi açıkça görülüyor. Bunun en büyük sebebi halka anlattıkları hikâyeler ne olursa olsun ekonominin berbat halini en iyi iktidarın görüyor olması. Anketlerden biri Erdoğan’ı yükselişte, diğeri düşüşte gösteriyor. Ama en çok endişe yaratan, halkın ezici çoğunluğunun ekonomiyi en büyük sorun olarak gördüğünü gösteren anketler. Bu durumda AKP’den kopan Ali Babacan (Deva Partisi) ve Ahmet Davutoğlu’nun (Gelecek Partisi) kurduğu partiler büyük bir tehlike haline geliyor. Zira bu partilerin Cumhur İttifakı’ndan çalacağı her oy, bıçak sırtı olan dengeyi Erdoğan ve müttefikleri aleyhine değiştirebilecek durumda. Bu yüzden olan biteni anlamak için merceği siyasetin sağ kanadına koyup gelişmeleri analiz etmek öncelikli hale geliyor.

Babacan Amerikan muhalefetine kaydını yaptırdı

Bu noktada Babacan’ın, merkezinde CHP’nin yer aldığı Amerikan muhalefetine (bu muhalefet odağı büyük oranda Millet İttifakı ile örtüşmektedir) büyük bir şevkle şimdiden kabul edildiğini görüyoruz. En büyük argümanı batmış ekonomi. Önerisi de Kemal Derviş modeli, Türkiye’yi yabancı sermaye için dikensiz gül bahçesine çevirmek. Çok övündüğü bakanlık dönemini bu açıdan emperyalistlere pazarlayabilir belki. Ama işçi sınıfının haklarına en büyük saldırıların yapıldığı, mesela iş kanununda kölelik dayatmalarının yasalaştırıldığı, EYT zulmünün katmerlendirildiği, özelleştirme yağmasının hızlandığı yılların Babacanlı yıllar olduğunu bu halka unutturamaz. Babacan, İngilizce belgesellerle kendisini seçmenden önce Batı emperyalizmine kabul ettirmeye önem veriyor ve muhalefetin Batı’ya açılan yüzü olarak öne çıkmaya çalışıyor. Babacan’ın Cumhur İttifakı’nın seçmenlerinden ne kadar destek bulacağı meçhul. Ancak ekonomideki gidişat dolayısıyla Cumhur İttifakı’nın arkasındaki sermaye gruplarının, özellikle de yıllar içinde Erbakan’ın ardından Erdoğan’lı yıllarda giderek AB’ye daha fazla angaje olan MÜSİAD nezdinde etkili olabilir. Böyle bir durumda TÜSİAD cephesinin muhalefetin dozunu arttıracağı beklenmelidir. Böylesi bir gelişme iktidara oydan daha çok şey kaybettirebilir.

Davutoğlu ve Gül’ün İslamcı taban ve devlet içindeki referansları

Davutoğlu ise farklı. İslamcı tabanda ciddi referansları var. Erdoğan’ın 15 Temmuz sonrasında oluşan yarı-askeri rejim ile birlikte edindiği “ulusalcı” ve “28 Şubatçı” müttefiklerini belli ki zayıf karın olarak görüyor ve sürekli oraya hücum ediyor. Daha önemli olanı ise Davutoğlu’nun Hakan Fidan’la geçmişe dayanan özel ilişkisi ve yakınlığı. Bu yakınlığın Davutoğlu’na oy potansiyelinden başka potansiyeller getirip getirmediğini göreceğiz. Abdullah Gül ise Babacan’la çıktığı yolculukta parti kurulmadan hemen önce trenden indi. Ekibini de yanında tuttu. Onun hangi aşamada ve kimin yanında tekrar sahneye çıkacağı da bilinmiyor. Abdullah Gül’ün de Hulusi Akar’la özel ilişkisi hatırda tutulmalı. 15 Temmuz’dan beri Türkiye’nin yarı-askeri rejimle yönetiliyor olması, muhalefete geçen unsurların rejimin askeri kanadının unsurları olan Fidan-Akar ile ilişkilerini her zaman dikkatle izlemeyi gerektiriyor.

İyi Parti’nin Türkiye masası

İyi Parti’nin Erdoğan’ın yanında MHP’nin yerini alma hayali bitmek bilmiyor. Ancak bu aşk sonsuza kadar karşılıksız kalmayabilir. İyi Parti’nin “Türkiye masası” çağrısının Erdoğan’ın bir dönem “Türkiye ittifakı” söylemlerini çağrıştırması boşuna değil. Erdoğan’ın yarı-askeri rejim içindeki müttefiklerinin baskısı altında olduğunu Akşener de pekâlâ görüyor. Erdoğan, ilk defa “Türkiye ittifakı” kelimesini ağzına aldığında bu yolu, daha tartışılmadan kapatan, Kılıçdaroğlu’na Çubuk’ta linç girişiminde bulunulmasıydı. 23 Haziran yenilgisinden sonra da “Türkiye ittifakı” tartışmaları HDP’li belediyelere atanan kayyımlarla tekrar dumura uğramıştı. Erdoğan yıllarca tüm seçimleri kazanmakla övünüyordu. 31 Mart ve 23 Haziran’da üst üste iki seçim kaybettikten sonra Bahçeli ve Soylu’nun inisiyatif ve aklıyla hareket etmeyi sorgulaması hayatın olağan akışının bir gereği olsa gerek. Akşener de tüm gücüyle bu çatlağa yükleniyor.

Yarı askeri rejimde siyaset meydanı

Türkiye’deki darbe tartışmaları da başka bir anlam kazanıyor. 27 Mayıs vesilesiyle de alevlendirilen darbe karşıtlığı, CHP tarafından gelen ataklara karşı bir siyasi kalkan vazifesi görmekte. Öte yandan askerin siyasete müdahalesinin TSK’nın doğrudan Milli Savunma Bakanlığı’nda temsil edilmekte olduğu, öyle ki Genelkurmay Başkanı’nın halk tarafından hâlâ Hulusi Akar zannedildiği bir rejim altında tartışılıyor olması, bir ironi abidesi olarak karşımızda duruyor. Süleyman Soylu ile Tayyip Erdoğan arasındaki istifa restleşmesi de ancak yarı-askeri rejim gerçekliği temelinde anlaşılabilir. O kadar ki istifa restleşmesinin ardından Erdoğan cephesi basında Soylu’ya fiili ambargo uygularken Soylu’nun siyasi propagandasını askeri helikopterlerden ve dağdaki mevzilerden yürütüyor olması gözden kaçacak bir ayrıntı değil.

“Tek adam” mı? “Tek bırakılan adam” mı?

Erdoğan hep önde. Yarı askeri rejimin tartışmasız lideri görünümünde. Ama perde arkasında hareket alanı sürekli daralıyor. Yarı-askeri rejimin askeri kanadı kendi alanında Erdoğan’a neredeyse hiç dayanak bırakmadı. Paramiliter SADAT’ın devletin tepesinden tasfiye edilmesi ile Bahçeli ile yakınlığı bilinen Alaattin Çakıcı’nın içeriden çıkartılıp Erdoğan için silahlı miting düzenleyen Sedat Peker’in yurtdışına gönderilmesi üst üste gelen önemli gelişmeler. Doğrudan Erdoğan’a sadakat gösteren oluşumlar tasfiye edilirken “Erdoğan’a dokunan olursa ölüm listelerimiz hazır” diyen güruhun sadece CHP’ye gözdağı verdiğini düşünmek fazla sığ bir yaklaşım olur. Bu açıdan bakıldığında “tek adam” olmakla eleştirilen Erdoğan’ın devletin tepesinde “tek” bırakıldığı ve kuşatılmakta olduğu bir senaryo da dikkate alınmak zorunda.

Darbe tehlikesine karşı mücadele

Darbe tehlikesi var mı diye soruluyor. Biçimi nasıl olur bilmek zor. Türkiye son 40 yılda 28 Şubat (1997), 28 Nisan e-muhtırası (2007), 15 Temmuz (2016) gibi, daha önce örneği görülmemiş askeri müdahale biçimlerine tanık oldu. Bu tehlike hep vardı ve halen de var. Kimin nerede ne plan yaptığından bağımsız olarak, ekonominin battığı, dış politikada ABD’nin ipleri eline aldığı, İsrail’in ülkedeki nüfuzunu arttırdığı bir ortam bu ülkenin emekçi halkı için her daim tekinsiz olmuştur. Bu tekinsiz ortamda iktidarda ya da muhalefette plan yapan tüm gerici güçler iki şeyi elde etmeye çalışır. Emperyalizmin onayını ve halkın desteğini… Bu güçlerin emperyalizmle ilişkilerine bir şey yapamayız. Ama halkın gerici bir hesaplaşmaya taraf olmaması için var gücümüzle çalışmalı ve mutlaka bağımsız ve anti-emperyalist bir işçi-emekçi odağı kurmalıyız.

Bu yazı Gerçek gazetesinin Haziran 2020 tarihli 129. sayısında yayınlanmıştır.