Putin ve Erdoğan gerçekten mutabık mı?

Putin ve Erdoğan gerçekten mutabık mı?

Putin ve Erdoğan arasında Barış Pınarı harekâtı sonrasında 22 Ekim’de Soçi’de yapılan zirvede 10 maddelik mutabakata varıldı. Aynı, ABD ile yapılan anlaşmada olduğu gibi burada da iki tarafın mutabakatı sunuş biçimi birbirinden çok farklı. Türkiye tarafı varılan sonucu “güvenli bölge mutabakatı” olarak anma eğiliminde. Oysa Rusya açısından durum çok farklı. Birincisi, anlaşmanın en önemli maddesi, Suriye’nin siyasi birliği ve toprak bütünlüğünün tanınması. Türkiye-ABD anlaşmasında âdet yerini bulsun misali 8. madde olarak yer alan bu hüküm, bu anlaşmanın 1. maddesi. Yani anlaşma güvenli bölge üzerine olmaktan ziyade Suriye’nin Türkiye sınır bölgesindeki topraklarına geri dönüşü ile ilgili. Yıllardır ağızlara pelesenk olmuş, sadece hükümetin ve yandaş basının değil Amerikan muhalefetinin de kullandığı saçma sapan “rejim” terimi artık hak ettiği yere, çöplüğe atılması gerekiyor. “Rejim” falan yok Suriye devleti var! İkincisi, Putin meseleye Rusya’nın çok farklı bir yerden baktığını, konuşmasının açılış cümlesi olan şu cümleyle ifade ediyor: “Çok uluslu Suriye halkının parçası olan Kürtlerin hakları ancak böyle savunulabilir.” Putin’in sözlerinin Türkiye’nin askeri ve siyasi pozisyonu ile çelişmediğini “biz zaten Kürtlerle değil terör örgütleriyle savaşıyoruz” diyerek savunanlar olacaktır. Onlara, Rusya’nın sadece YPG ve PYD’yi değil aynı zamanda PKK’yi de resmen terör örgütü olarak tanımadığını hatırlatmak yeterli olacaktır.

Güvenli bölgede mutabakat yok 120 km ile sınırlandırma var

22 Ekim Soçi mutabakatı Erdoğan’ın tanımladığı 440 km. uzunluğundaki güvenli bölge üzerinde bir anlaşma içermiyor. ABD ile varılan anlaşmada olduğu gibi Tel Abyad ve Resulayn’ı içeren 120 km genişliğindeki ve 32 km. derinliğindeki alanda oluşan fiili statükonun korunmasını vadediyor. Rusya’nın Suriye askeri güçleriyle birlikte 150 saat içinde bu alanın doğu ve batısındaki sınır hattına konuşlanması ve hem bu hatta hem de Fırat’ın batısında yer alan Tel Rıfat ve Mınbiç’ten YPG’nin çıkarılmasını temin etmesi öngörülüyor. 150 saat sonra ise sınır hattında Kamışlı hariç 10 km. derinlikte Rus ve Türk askerlerinin ortak devriyeye başlamasından bahsediliyor.

Mınbiç anlaşmasının aynısı: Bu sefer ABD’nin yerine Rusya ile…

Bu haliyle Soçi mutabakatı daha önce ABD ve Türkiye arasında varılan Mınbiç anlaşmasıyla neredeyse birebir aynıdır. Dolayısıyla bu anlaşmanın akıbetinin 150 saat sonra değil aylar boyu belli olmayacağını öngörmek yanlış olmaz. Zira ABD ile Türkiye’nin Mınbiç’te yaptığı ortak devriyenin hiçbir zaman ilçe merkezine yönelik bir denetim sağlayamadığı ve göstermelik kaldığı biliniyor. Soçi mutabakatının da durumu farklı olmayacaktır. Daha önce de öngördüğümüz gibi ABD, Türkiye ile arasında sürekli gerginlik kaynağı olan PKK/YPG sorununu tam anlamıyla Rusya’ya havale etmiş durumdadır.

Güvenli bölge olarak ayrılan topraklar dışındaki Rus-Türk ortak devriyesinin Türkiye-Suriye sınırından sadece 10 kilometre içeride olması, PYD-YPG güçlerinin 32 kilometre derinliğe kadar çekilmesini kâğıt üzerinde bir hüküm hâline getiriyor. 10 kilometre ile 32 kilometre arasındaki bölgede neler olduğunun kim tarafından kontrol edileceği belli olmadığına göre orası fiiliyatta bir “no man’s land”, yani savaş diliyle iki cephe arasındaki sahipsiz toprak hâline gelecektir. Yani bir süre sonra 32 kilometre fiilen 10 kilometreye inebilir.

Adana mutabakatı vurgusu ne anlama geliyor?

Türkiye’nin Rusya’yı mutabakata uymadığı için eleştirmesi ABD’ye nazaran daha zor olacaktır. Çünkü Rusya metinde bir kez daha “1998 Adana mutabakatı”na referans vererek Türkiye’nin süreci Esad’la yürütmesini fiili bir koşul olarak dayatmaktadır. Rusya’nın Adana mutabakatından ne anladığını Soçi’den hemen önce Putin’in Suriye Özel Temsilcisi Lavrentiyev şöyle açıklamıştı: “Adana anlaşmasına göre TSK, Suriye’ye girebilir ama orada daimi olarak kalamaz. Biz, Türk askerlerin Suriye topraklarında daimi varlığına karşıyız.” Türkiye ise Esad’la resmen görüşmeyi ve işbirliği yapmayı kategorik olarak reddettiği müddetçe mutabakatın kendi lehine olan maddelerini uygulatmak için zorlayıcı olamayacaktır. Yine mutabakat metninde yer alan “Suriye’nin toprak bütünlüğü” vurgusu olası bir Kürt oluşumu aleyhinde yorumlanabilirse de aynı kavramın Türkiye’nin Suriye içindeki fiili askeri varlığını gayrimeşru hale getirecek şekilde yorumlanabileceği de unutulmamalıdır. Nitekim sadece Suriye devletinin değil Rusya’nın da resmi pozisyonu tam da budur. Üstelik bu, zamanla, sadece güvenli bölge olarak anılan 120 kilometre uzunluğunda, 32 kilometre derinliğinde alan için değil, Afrin ve İdlib’de de geçerli olacaktır.

Terörizm üzerine maddeler ne anlama geliyor?

Kendi dileklerini gerçeğin kendisi zanneden, daha doğrusu halkı aldatmak için konuşan sözde medya yorumcuları, mutabakatta “terör” sorununun iki maddede birden ele alındığını (madde 2 ve madde 7), bunun da Rusya’nın Türkiye’nin “terör” tezine bütünüyle hak verdiğini gösterdiğini tekrarlayıp duruyorlar. Oysa o maddeler, hele yedinci madde, Rusya açısından tam tersi bir amaçla yazılmıştır. İkinci madde “Terörizmin tüm şekilleriyle mücadele etme” vurgusuyla güvenli bölge konusundaki bütün gerekçesini “terör”e yaslayan Türkiye’ye sadece senin söz ettiğin değil, başka biçimleri de demektedir. Daha önemlisi, yedinci madde “Her iki taraf terörist unsurların sızmalarının önlenmesinin temini için gerekli tedbirleri alacaktır” ifadesiyle aslında tekfirci-mezhepçi örgütlerin kontrolünü kast etmektedir. Çünkü güvenli bölgede Türkiye zaten kontrole sahip olacaktır. Güvenli bölge dışında ise sınıra 10 kilometre mesafede Rus-Türk ortak devriyesi öngörülmektedir. Demek ki, konu PYD-YPG olamaz. Ona ilişkin tedbirler alınmıştır zaten. Burada “her iki taraf da” denerek Türkiye tezine cevap verilmekte, gerek İdlib’deki Ali kıran baş kesen çeteler gerekse Fırat’ın doğusunda önemli bir kısmı tutsak konumda olan binlerce DAİŞ militanının “sızma” faaliyetlerinin sözü edilmektedir.

ABD ve Rusya arasında çok önemli farklar var

Türkiye ve ABD arasında Suriye sahasında bir dizi gerginlik yaşandı. Ancak her iki ülke de NATO üyesi olması sıfatıyla askeri olarak karşı karşıya gelmekten kaçınabildiler. Rusya ile yaşanan gerginlikler ise bu kadar barışçıl şekilde seyretmedi. ABD hiçbir zaman hâkimiyet altında tuttuğu bir bölgede Türkiye’ye hava sahasını kapatmamış, Türk Hava Kuvvetleri’ni silahla tehdit etmemiştir. Rusya ise Zeytin Dalı harekatı sırasında İdlib’de tekfirci-mezhepçi örgütler tarafından bir SU-25 uçağının düşürülmesinin ardından fiilen hava sahasını kapatmıştı. Türk ve Amerikan askerleri hiçbir zaman çatışmadılar, yanlışlıkla bile olsa iki ülke birbirine silah sıkmadı. Öte yandan Fırat Kalkanı harekâtı sırasında TSK, Rusya ile fiili anlaşma sınırını aşarak M4 karayolunu geçince bir Rus uçağı tarafından “yanlışlıkla” bombalanmış, bu olayda 3 asker hayatını kaybederken 11 asker de yaralanmıştı.

Türkiye, ABD’nin terör örgütü olarak tanımladığı PKK ve onunla bağlantısını kabul ettiği YPG için NATO müttefiki ile karşı karşıya gelmekten kaçınacağını biliyor ve buna güveniyordu. PKK’yi ve YPG’yi terör örgütü olarak görmeyen Rusya’nın böyle bir kısıtı yoktur. Dahası Soçi mutabakatının hemen öncesinde yine Lavrentiyev, Türkiye’nin operasyonuna “kabul edilemez” diye karşı çıktıktan sonra Esad’la YPG arasında Suriye ordusunun Mınbiç, Kobani ve Rakka gibi bölgelere girmesine yönelik arabulucuk yaptığını açıklamıştı. Dolayısıyla Rusya, Suriye ordusunun en azından belli bölgelerde YPG’yi kendisine entegre etmesi ya da ona kalkan olmasını, mutabakatın gereğini yerine getirmek şeklinde yorumlayacaktır. Türkiye buna katılmasa bile “kendi göbeğimizi kendimiz keseriz” dediğinde Rusya’nın himayesindeki Suriye ordusuyla uluslararası meşruiyet açısından tamamen çürük bir zeminde çatışmaya girmeyi göze almak zorunda kalacağından fiili durumu kabul etmek ya da tam da ABD’nin istediği gibi Rusya ile köprüleri atmak zorunda kalacaktır.

Astana’nın ipi çekilecek mi?

Soçi’deki görüşmeden çıkan metne mutabakat ismi koyulmasından başka gerçekten mutabık kalınmış bir başlık bulmak zordur. Öte yandan ABD’nin “Astana’nın ipini çekme” ve “PKK sorununu Rusya’ya havale etme” niyeti elbette ki Rusya tarafından okunmaktadır. Dolayısıyla Putin, Türkiye ile erken bir karşı karşıya gelişi engelleyen sorunları zamana yayacak ve Astana zeminini koruyacak şekilde top çevirmeyi başarmış, Erdoğan’a da kendi iç kamuoyuna “başarı” olarak sunabileceği ama Rusya’yı istemediği hiçbir adımı atmak zorunda bırakmayan bir metin vermiştir.

ABD, Trump’ın deyimiyle “petrolü güvene almak” stratejik hedefi için güneydeki Deyrizor’a odaklanmış ve Kuzey Suriye’de öngörülen NATO koridoruna Rus kaması sokulmasına yol vermiştir. ABD’nin bu taktik tavizinin neticesinde şimdi hem Fırat’ın doğusu hem Tel Rıfat ve Mınbiç hem de (en önemlisi) İdlib Türkiye-Rusya ilişkileri açısından tam bir mayın tarlası niteliğindedir. ABD emperyalizmi bu mayınlı arazinin Türkiye-Rusya ilişkilerini paramparça etmesi için elinden geleni yapacak, türlü provokasyonlar içinde olacaktır. James Jeffrey’nin Astana’nın ipini çekme planı yürürlüktedir. ABD istediğini gerçekleştirebilir mi? Rusya bunu engellemek için elinden geleni yapacaktır. Peki ya Türkiye? Amerikan madalyalı Savunma Bakanı Hulusi Akar, Amerikan devletinin kendi şahsı üzerindeki ambargonun henüz kaldırılmadığı bir aşamada bile bu sorunun cevabını verdi: “ABD ile yıkılmaz bir bağımız var. Bu harekât ile burada Erdoğan'ın vizyonuyla bölgeye barışı getireceğiz ve müttefikliğimizi Amerika ile devam ettireceğiz.”