Nerde varsa böyle zulüm, çaresi isyan olmuştur

(Ataol Behramoğlu- Yunus Gibi)

Türk Tabipler Birliği’nin 17 Haziran tarihli raporuna göre Gezi isyanında 27 Mayıs’tan 17 Haziran’a kadar yaşanan polis saldırıları sonucunda 3 kişi öldü, 59’u ağır 7822 kişi yaralandı, 11 kişi gözünü, 1 kişi dalağını kaybetti, 100 kişi çok kırıklı kafa travmasına uğradı. Hükümet “Polis, halkın güvenliği için gece gündüz demeden çalışıyor” dedi. Kuşkusuz polis çok çalıştı. Halkın üzerine biber gazı, tazyikli, boyalı ve kimyasallı su ve copla saldırdı, hedef gözeterek hem plastik hem gerçek mermi kullandı. İçeride yaralılar ve doktorlar varken eylemciler tarafından kurulan revirlere gaz bombası attı.  Polisin eylemlere katılan kimi gençlere kapalı otoparklarda şiddet uyguladığına dair görüntüler ortaya çıktı. Gözaltına alınanların ifadelerinde bir otele ya da bara götürülerek dövüldükleri, kronik hastalıklarını söylediklerinde özellikle hasta olan organ hedef alınarak şiddet uygulandığı, hakaret edildiği, sövüldüğü, tehdit edildiği kayıt altına alındı.Ve “emri ben verdim” diyen Erdoğan’ın ifadesiyle “kahramanlık destanı” yazıldı!

Evet, polis tüm şiddetiyle çok çalıştı ve bu şaşırtıcı değil. Çünkü devlet zaten toplumun uzlaşması imkânsız karşıt sınıflara bölünmesi sebebiyle onun içinden doğmuş ama ona yabancılaşmış güç olarak, emekçi sınıfların ve ezilenlerin bastırılması vazifesinde bir şiddet örgütüdür. Polis teşkilatı da devletin toplumu zapt etmek için kullandığı denetleme, gözetleme ve baskı araçlarından biridir. Devlet, düzenin bekasını sağlarken belli bir özerlik taşıyor gibi görünse de herkesin çıkarını koruyan, halkın tüm  kesimlerine eşit uzaklıkta duran bir devletten bahsedilemeyeceği gibi,“halkın polisi”nden bahsetmek de mümkün değildir. Dolayısıyla evet, polis işini yapmış ve zulme isyan edenleri perişan etmiştir!

Fakat polis şiddeti konusunda –sol ve sosyalist medya dâhil- kullanılan kimi kavramların tartışılması gerekir:

Birincisi, polisin “orantısız güç” kullandığıdır ki mantıki sonucu “polisin orantılı güç” kullanabileceğidir. En yoğun ifadesini Ethem Sarısülük’ün silahsız olduğu halde polis tarafından hedef gözetilerek vurulması ve şüpheli polisin “meşru müfadafaa olasılığı” gözetilerek salıverilmesine verilen tepkilerde bulmuştur. Ethem’in bırakınız silahı, ne kaskı vardı ne de kalkanı. Polis saldırısına karşı meşru müdafaa hakkı halkındır. İlla hukuki ilkelerle ifade etmek gerekirse, meşru müdafaaya karşı meşru müdafaa mümkün değildir. Meşru taleplerle isyan eden bir halka “orantılı” olsa bile polisin güç kullanmaya, “az” da olsa biber gazı ve su kullanmaya hakkı yoktur.

İkincisi, birinciden daha geniş olarak, “polisin olağanüstü yetki kullandığı ve bu süreçte hukukun askıya alındığı” eleştirisidir. Bu savın temelinde hukuku ve şiddeti bir karşıtlık olarak ele alma ve hukukun olağan işleyişini kutsama tehlikesi yatar. Olağan ve olağanüstünü, hukuki ve hukukdışını kırmızı çizgilerle ayırmak ve bir tutum olarak “polis şiddetine karşı hukuk”u savunmak, hukukun barındırdığı baskı ve bir sınıfın egemenliğini tahkim etmeye dönük mantığını göz ardı ederek “hukukun üstünlüğü” yanılsamasının pekişmesine hizmet eder. Bunun devamı olarak “hukuk devletinde” polisin takdir yetkisinin daralması, sadece güvenliğimizi ve düzeni sağlaması gerektiğine işaret etmek yine liberal bir hukuk fetişizmini anlatır. Bu kavrayış, düzeni korumak için halkı zapt etmenin bir biçimiyle siyaset dışı olduğuna, devletin ve polis gücünün esas varlık nedenine değil, kullanım biçimi ve kapsamına odaklanılmasını sağlar. Polisi sınırlaması beklenen hukuk, siyasi süreçlerden bağımsız, kendinden menkul bir bağımsız organizma değildir. Sınıflı toplumda düzen talebi, egemen sınıfın düzenini sürdürmesine dair bir taleptir.  Düzen demek baskı demektir.

Üçüncüsü, ikinciden de kapsamlı şekilde, “polis devleti”nde yaşamakta olduğumuz iddiasıdır. Bu kavrayış, polis devleti ile hukuk devletini birbirine zıt konumlandırmaktadır. Polis terörünün sermaye  ve sınıf tahakkümüyle ilişkisini göz ardı etmekte ve devletin aslolarak bir sermaye devleti olduğu gerçeğini perdelemektedir.Bir başka perdeleyici tespit ise “faşist AKP diktatörlüğü” tezidir ki, bu da benzer biçimde şiddet uygulayan devletin karşısına “demokratik hukuk devleti”ni koymakta, varolan zulmün kapitalist devletin özü gereği olduğunu görmezden gelerek burjuva sınıfın iktidarından halkı baskı ile değil demokrasiyle yönetmesi beklentisi yaratmakta, gerici bir sınıfa demokrat olabilme payesi vermektedir.

Yasalar, bir tarafta ezenin ve sömürenin diğer tarafta ezilenin ve sömürülenin mücadelesi sonucu yapılır. Dikkatimizi hukukun değil isyanın devamına çevirmek zorundayız. İsyan kazandıkça egemenler var olan yasal haklarımızı hatırlamak, yenilerini yazmak ve uygulamak zorunda kalacaklardır.

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Temmuz 2013 tarihli 45. sayısında yayınlanmıştır.