Kapetan Kemal öldü, Yunan iç savaşı sürüyor...

Mihri Belli’nin Mirası: Aşamacılık, Türk Solu, Stalinizm, Milli Demokratik Devrim, milliyetçilik-enternasyonalizm ikilemi, 12 Eylül’e karşı direniş girişimi, “Kürtler vardır”...

İlk gençliğimin idolü Mihri Belli’yi kızıl bayrağa sardılar ve gömdüler. Bir dönem bitti, o dönemden elimizde Vedat Türkali kaldı. Türkiye’nin ikinci kuşak komünistlerinden Kapetan Kemal, İspanya iç savaşına uluslararası tugaylarla katılmak istediğinde yaşı küçük diye kabul edilmemiş, 1940’larda Amerikan Komünist Partisi hücresinde yer alan 20. Yüzyılın uzun tarihi bitti. Bu yazıyı yazmak benim için zor olmasa da, okur açısından yazı bittiğinde, niye yazıldı ki bu yazı, sorusunu içinde barındıracak bir duruma dahilim şu anda. Mihri Belli’ye hayranlığımla onu reddetmem insan ömrü açısından kısa bir döneme tekabül eder. Bundan 5-6 sene evvelinde Ona hayrandım, bugünse bir mitoloji kahramanı kadar uzağımda. Herşeye rağmen “Mihri Belli öldü” cümlesi, birkaç sene evvel duyduğum “Mahmud Derviş öldü” cümlesi kadar ağırdır benim için. Mihri Belli, bir çelişkiler adamıydı aslında, söyledikleriyle yaptıkları çoğu zaman bir birini tutmadı... Bu yüzden ona kısa bir zaman diliminde hem hayrandım hem de reddettim Usta’yı. Özellikle milliyetçilik bahsinde öyle bir tutumu var ki, bu sözleri eden adamın ne işi var Yunan iç savaşında deyesi gelir insanın; işte Mihri Belli’yi Kapetan Kemal yapan bu çelişkiydi... Kemalizmi, milliyetçiliği/yurtseverliği idealize eden ve aslında hakikatteki karşılıklarından başka bir şekilde muamele eden bir yerde durdu, kendi içinde tutarlı ama kavramsal zeminde, pratikte ve bıraktığı miras itibarıyle çelişkili bir yerde durdu Kaptan. Hele ki Kürt sorunundan çok başka bir yerde durdu. Kürdistan’a sömürge demekten çekinmedi, PKK ile arasına duvarlar da koymadı; tam aksine dirsek temasında oldu... Kürt devrimi ile Türkiye devrimini bir bütün olarak gördü. Kemalizme karşı çıktığını sanan, milliyetçiliği yerden yere vuran sol liberaller, Kürtler söz konusu olduğu zaman nasıl en azılı Kemalist, en kanlı Devlet ve en uslanmaz Milliyetçi oluyorlarsa, yeni tür inkâr ve asimilasyon politikalarıyla ortaya çıkıyorsa bu sol liberal aydınlar; milliyetçilik ve enternasyonalizmi kardeş gören Mihri Belli de bir o kadar Kürt oluveriyor Kürt devrimini konuşurken...

Bu yazıda benim dert edindiğim nokta, bir asrı uzun uzun yaşamış bir komünistin anılarından çok fikriyatına ve geride bıraktıklarına dairdir. Kaldı ki Usta’nın anılarını okuyan ona hayran kalmamazlık edemez, fikriyatta “Geriye Kapitenos Kemal’den ne kaldı?” sorusunu sorduğumuz zaman, cevap çok ağırdır... Hakkını yememek ve birçok noktayı göz ardı etmemek için yavaş yavaş cevaplayalım. Zira bir gazete yazısında bir asırlık ömrü yazmak haddimiz değil. Hele ki çelişkiler yumağı Mihri Belli’yi... Vatan, ulus, yurtseverlik ve enternasyonalizm kavramlarını iç içe geçirerek kullanan ve yurtseverlik-enternasyonalizm düzleminde bile hiçbir zıtlık görmeyen, hatta Lenin’in yaptığı gibi “vatan savunması”na karşı çıkarken “Milli gurur iyi şeydir. Milli gurur insanı sosyalizme götürür” diyen bir Mihri Belli’den bahsediyoruz. Oysa milli gurur insanı faşizme götürür... Bu yüzden Mihri Belli’yi biraz da şöyle tanımlayabiliriz: Kendinden başka kimse Mihri Belli’yi anlayamaz... Çünkü eğer Mihri Belli’nin sürekli dile getirdiği görüşlerle propaganda çalışması yürütürseniz, çok çok elinizde ulusalcı bir kesim toplanır. Çelişkiler adamı diyorum Mihri Belli’ye; bu yüzden... Örneğin Ergenekon davası konusunda şöyle bir yorumu vardı Yeni Harman dergisinde: “Doğu (Perinçek), zaten Dev-Genç içindeki zengin çocuklarını çevresine toplamıştı...” Yine, Yeni Harman’da bir yazısının başlığı şöyleydi: “Anti-Kemalist devrim sürüyor!” Tamam da tüm bu çelişkiler nerden geliyor:

Türkiye solunun resmi tarihini oluşturan ‘üç tarz-ı siyaset’ten biri olan Milli Demokratik Devrim (MDD) teorisinin babasıydı Mihri Belli. Tuhaf olan ise, yukarda alıntıladığımız ve aşağıda da alıntılayacağımız bir çok sosyal-şoven görüşünün, Kürt sorununa Kürtlerin cephesinden bakmasına engel olmaması. Ama bu durum hep böyle değil; çünkü geride bıraktığı miras kendisi kadar sağlıklı davranamamıştır... Ardında aşamacı ve sosyal şovenist bir MDD geleneği bıraktı Mihri Belli. Sürekli devrim çizgisinin bilinmediği bir Türkiye’de “demokratik devrim” ve “sosyalist devrim” kutuplaşmasında demokratik devrimin başını çekti Mihri Belli. Türkiye solundaki ‘kutsal bölünme’ böyle başladı. Emperyalizmin basıncı altındaki azgelişmiş bir kapitalizmde Cumhuriyet, emperyalizmle uzlaşma rejimi olarak ortaya çıkmışken “demokratik devrim” hiç bir zaman tamamlanamazdı. Ama MDD’ci akıl, aşamacı olduğu için sosyalist devrimin ön koşulu olarak demokratik devrim aşamasını kendi önüne koydu. İşte hendek işte deve, dedi... Tarihi bir kısır döngüye hapsetti. Olan biten kısaca Stalinizm’di. Daha bir yıl öncesine kadar Birikim dergisine baktığınızda, kısacası sol liberallere baktığınızda, anti-stalinist olduğunu iddia eden bu kesimler hala Türkiye’de burjuva demokratik devriminden bahsetmektedirler. Dergiyi düzenli okumadığım için bilemiyorum, AKP devrimi tamamladı mı, tamamlamadı mı; ama işte Mihri Belli’nin ‘yaptığı’ budur: Birikim gibi aşırı bir örnek olan kesimin iliklerinde bile, bugün “demokratik devrim tamamlandı mı?” sorusu varsa, bir türlü hendekler atlanamıyorsa, Türkiye solunun resmi tarihini yazan MDD ‘başarmıştır’, demek ki... Nail Satlıgan’ın sözleriyle, “Mihri Belli Yön dergisiyle stratejik bir ittifak içine giriyor. Daha sonra da giderek yükseliyor, kalabalıklaşıyor bu hareket. TİP’i ele geçirme raddesine geliyor, sınırına geliyor. Bu yüzden bir takım şiddet hareketleri uygulanıyor. Sonuç olarak TİP’i ele geçiremiyorlar. Ama TİP’in işlevini büyük ölçüde sekteye uğratıyorlar.” (Devrimci Marksizm, Kasım 2006) ‘Kutsal bölünme’ dediğimiz, işte tam da böyle başlıyor... Aslında işin bir de TİP’in cazibesini kaybetmesi üzerine Mihri Belli’nin çekim gücünün güçlenmesi noktası var (C. Kıral’a göre):

“TİP, o tarihte gençliğin kucaklayıcı, belki daha cesur bir politika izleyebilmiş olsaydı; M. Belli’nin çevresine ‘hiç giden olmazdı’ demiyorum, ama gençliğin ana gövdesi TİP çevresinde kalırdı. Mihri tarihsel bir isim olarak cazipti, sihirli bir isimdi. Bu, M. Belli olmayabilir bir başkası da olabilirdi. Arkadaşı öldürülüyor, onun heycanını parti binalarına hapsetmeye uğraşıyor. Bir TİP var, pasifist. Bir de Yunanistan iç savaşında savaşmış, yanağına yara almış bir M. Belli. Efsane. O yüzden de gençliğin, o gençlik heycanını da tatmin edeceğini zannediyordu. Oysa M. Belli o tarihlerde, Dünya Komünist Hareketi’ne denk düşen hiçbir şey söylemedi. Gençlik M. Belli’nin çevresine, uygun bir ortamı orada bulacağı için o çevrede toplandı.” (Aktaran Naciye Babalık, Türkiye Komünist Partisi’nin Sönümlenmesi, İmge Kitabevi) Bu bağlamda Sungur Savran’ın o dönemi teorize etmesi anlamlıdır: “...12 Mart’ın bir “cuntalar savaşı” olarak okunmasının gerekçesini oluşturan 9 Mart cuntası da, dönemin gerilla hareketleri de sınıf mücadelesinin yükselişinin ürünlerinden başka bir şey değildir. İlki mücadelenin küçük burjuva radikalizmi tarafından evcilleştirilmesi ve kanalize edilmesi yolunda bir çabadır; ikincisi ise sosyalist mücadelenin gençlik içinde bulduğu yankının sivri ucu.” (Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri, Cilt 1, Yordam Kitap) Son tahlilde Mihri Belli de 15-16 Haziran’ın öncesinde ve sonrasındaki sınıf mücadelesi ikliminden kaynaklı sivrilmiştir; tarihin trajedisi olarak ise 15-16 Haziran’ı yaratan işçi sınıfını görmezden gelerek hep silahlı yolu ve “devrimci” subaylar yolunu ya da “gelenekleri olan” Ordu’yu tercih etmiştir...

Aşamacılığın Avrupa Birliği karşısında aldığı tutum da ilginçtir. Çünkü yürüyen merdivende, hep yetişemedikleri bir muasır medeniyetler seviyesi vardır... Bu da Kapitenos Kemal’in kemalistliğindendir. Mihri Belli, “Ben, ‘Türkiye’ye yakışan ezilen ve sömürülen halkların kurtuluş bayrağını yükseltmektir. Bunun için NATO’dan çıkılmalı, ABD ve İsrail ile üçlü askeri ittifak feshedilmeli, İncirlik kapatılmalı ve Irak’ın her geçen gün bombalanmasına son verilmeli. Ayrıca IMF, Dünya Bankası gibi emperyalizmin mali kurumları ile anlaşmalara son verilmeli, kısaca tam bağımsızlık gerçekleştirilmeli’ desem, hiçbir yurtsever buna ‘hayır’ diyemez, böyle bir durumda kimse AB’ye girmenin lafını bile ağzına almaz. Ancak bu beyan bir özlemin ifadesidir, bir siyasetin, hiç değilse yakın gelecekte uygulanabilir bir siyasetin değil. Türkiye-AB ilişkileri bu yaklaşımla ele alındığında, ABD-İsrail-Türkiye üçlü askeri ittifakı ile Avrasya komplosuna gırtlağına kadar batmış Türkiye’nin AB’ye girmesini ‘Emperyalizme teslimiyet’ olarak nitelendirmek, statüko’yu savunmak gibi geliyor bana. AB’ye girmekle demokrasiye ulaşılacağı iddiası elbette ki gülünçtür ve egemenlerimiz bize her zaman iki ucu kirli değneği ‘Seç’ diye dayatmışlardır. Ama öte yandan AB üyeliği Türkiye’nin hareket serbestliğini bir ölçüde artıracaktır”! (aktaran Temel Demirer-Sibel Özbudun, Akıntıya Karşı, Ütopya yay.) Burda sorulması gereken tek soru: AB’ye girmenin gerekçesi olan ‘hareket serbestliğinin bir ölçüde artması’, kimin hareket alanını artıracaktır: TC burjuvazisinin mi, İşçi sınıfının mı? Kürt sorunu kadar AB sorunu da solun turnusol kağıdıdır. Yoldaş Sungur Savran’ın deyişi ile belirleyici olan: “AB ile müzakere mi, mücadele mi?” Yüzyıllık çınar müzakereyi tercih etmiştir.

Ya da Türkiye solunun en hassas turnusol kağıdı olan Kıbrıs konusunda durduğu yer ne idi Milli Demokratik Devrim’cilerin: O dönemin ‘turnusol’u sol açısından Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesine karşı çıkmakla müdahaleyi desteklemek arasındaydı, ANT dergisi dışındaki sol ise MDD, TİP vd. müdahale taraftarlarıydı. Bu müdahale ise milli bir politiyaydı bu tür sola göre: NATO ordusu ile NATO’ya karşı milli politika yapacaklardı... Ayrıca, Serpil Çelenk’in vurguladığı üzere: “Kıbrıs’ı Türkiye’nin “milli davası” olarak tanımlamak gibi milliyetçi temaların sıkça rastlandığı MDD’nin Kıbrıs söyleminde de, TİP gibi askeri müdahale savunulmaktaydı. Bununla birlikte, tüm sol gruplar gibi, bu grup da, silahsızlandırılmış ve üslerden arınmış, federatif ve bağımsız bir Kıbrıs Devleti’nin kurulmasını desteklemekteydi.”(Solun Merceğinden Dış Politika, Daktylos yay.) ‘Enosis’e karşı çıkmanın NATO’ya karşı çıkmak olduğunu, Enosis’e karşı çıkmanın Amerika’ya karşı çıkmak olduğunu, üslere karşı çıkmanın Milli bir politika olduğu’nu vb. bir retoriği değiştirip değiştirip baştan söyleyen MDD, NATO’ya NATO ordusu ile karşı çıkacaktı... Çünkü Mihri Belli’ye göre TSK “gelenekleri olan” bir kurumdur: “Asker-sivil bürokrat zümre bir geçmişin bir geleneğin temsilcisidir. Bu geçmişte, örneğin bir Çanakkale var, dünya tarihinin ilk başarılı Milli Kurtuluş Savaşı var.” (Yön, 5 Ağustos 1966) Ya da “Türkiye’de henüz milli geleneği olan bir ordu vardır. Halktan gelme bir ordu var. Bunu kolay kolay değiştiremezler.” Diye yazar Türk Solu’nda. (04.02.1969’dan aktaran Haluk Yurtsever, “yükseliş ve düşüş”, Yordam Kitap) Ergun Aydınoğlu’nun işaret ettiği başka bir nokta var Türkiye solu (1960-1980) kitabında: “Başka ülkelerin MDD hareketleri”! MDD, Türkiye’ye has bir durum değildir. Suriye’de BAAS, Irak’ta Irak Komünist Partisi, Mısır’da Cemal Abdül Nasır... Kısacası MDD sırtını orduya, ‘milli burjuvazi’ye yaslamaksızın var olamaz. Bu yüzdendir Mihri Belli şöyle yazar: “Türk kamuoyunca asıl yadırganan şey, yabancı telkinleriyle, yoksulluk denizi içinde refah adacıkları yaratma ve bu yoldan Ordu ile Türk halkı arasında uçurum açma yolunda çabalardır.” (Yön, 5 Ağustos 1966)

İlk gençlik günlerimde yerellik-evrensellik düzleminde boş yere kafa yorarken anlamlı bulduğum, ama daha sonraları enternasyonalist hareketin içinde yer almaya başladığım dönemlerde ne kadar boş, gereksiz, hatta zararlı olduğunu anladım yurtseverlik bahsinde ısrarı Mihri Belli’nin en şanssız yönüdür, hele ki Lenin’i gerçekten anladıktan sonra: Savaşta kendi ülkesinin yenilgisinin aslında kendi ülkesinin burjuvazisinin yenilgisi olduğunu anlamak kolay olmamıştır dünyanın birçok ülkesindeki komünistler için. Bu bağlamdadır ki, Yurtsever-Alman sosyal demokratlarının kurşuna dizdiği Karl Liebnecht, “gerçek düşman kendi yurdunda!” demiştir burjuvaziyi kastederek... Yurtseverlik de savaşlarda devrime karşı olmak için icad edilmiş bir kavramdı. Rosa Luxemburg’un bu bahiste bir sözü vardır: “Savaş zamanı rafa kalkacaksa barış zamanı enternasyonalizmi ben ne yapayım...” Bu yüzdendir ki Rosa’nın yoldaşları 1. Dünya savaşı sırasında savaşı durdurmak için metal-silah sanayinde ve trenlerde greve gitmiştir. Kaptan Kemal’de beni şaşırtan ise 1960’lardan bugüne mütemadiyen hiç sapmadı çizgisinden yurtseverlik konusunda; bir insan sürgüne gider, yeni ülkelerde yaşar, yeni yaşantılara dahil olurken değişmemek için özel bir çaba mı harcar ki 1969’da yazdığı yazının aynısını 1994’te de yazar, belki kendini inkar etmediğinden bu kadar hatırı geçmiştir tarihe, ama bana kalırsa hatanın da, yanlış bilincin de, defolu tarihin de neresinden dönersek kazanılacak bir hayattır...”Milliyetçiliğin azı seni enternasyonalizmden uzaklaştırır, milliyetçiliğin derini seni enternasyonalizme götürür. Enternasyonalizmin azı, seni milliyetçilikten uzaklaştırır, enternasyonalizmin derini seni milliyetçiliğe götürür.” (Aydınlık, 7 Mayıs 1969) Hatta işin tuhafı, enternasyonalizm kelimesinin “nasyon” kelimesinden türediğini, yani “ulus gerçeği”nden çıktığını ileri sürer “Gurbetten Notlar”da, ki ayni yazıya başlarken vurgu noktası “... öteki halkların ulusal değerlerine saygıyı emreden ve şovenizmin reddi olan yurtseverlik teması üzerinde”dir. Yıllar önce Alman emperyalizmi üzerine yazdığım, hatta dünya kupası ve Almanların bayrak fetişizmi üzerine bir yazıda az-yurt sevgisinin ya da az-milliyetçiliğin de kontrol dışı olduğunu, bir noktadan sonra sallanan o bayrağın kendisini Afganistan’da, Lübnan’da savaş filosunun tepesinde ya da “şehit cenazesi”nin üzerinde bulduğuna şahit olmuştum. Hem Dünya kupası vardı, elde bayrak futbol fanatizmi vardı, hem de Merkel yeni birlikler çıkarmıştı Afganistan’a, Lübnan’a da filo yola çıkmıştı... Az-yurt sevgisi çok yurt sevgisine dönüşürdü, hatta milliyetçiliğin derini “Türk solu” dergisine dönüşürdü. Bugün lanet okuduğumuz, ırkçı-kafatasçı-faşist Türk Solu dergisi de Mihri Belli’nin derin milliyetçilik nutuklarından nasibini almıştı; milli gururun dik alası vardır ‘Türk solu’nda... “Kemalizmle sosyalizm arasında aşılmaz duvarlar yoktur. Atatürk’ün en büyük çabası, genç kuşaklara Türk milli gururunu telkin etmek olmuştur. Milli gurur iyi şeydir. Milli gurur insanı sosyalizme götürür. En sağlam sosyalistler o yoldan gelmiştirler sosyalizme. Bir adamda gerçek milli gurur varsa korkma! Ergeç temel ilkelerde birleşirsin onunla... Bizim delikanlılığımızda, biz, “Bir Türk dünyaya bedel”, “Ne mutlu Türküm diyene” sloganlarını ciddiye alan bir kuşaktık.” (5 Aralık 1968’de Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde verilen konferanstan) Mihri Belli hiç kusura bakmasın, ezen ulus milliyetçiliği ve ezilen ulus milliyetçiliği bahsinde Türk milliyetçiliği ezen ulusun milliyetçiliğidir. Ne 1915’i, ne Dersim’i, ne 6-7 Eylül’ü unutmadık... Onları yapanlar da derin yurt sevgisine sahip Türklerdi. Özetin özeti: Enternasyonalizm ulus kavramından türemez. Enternasyonalizmin kelime anlamı “Dünya Devrimi Partisi”dir. Yani vakti zamanında Komünist Partilerin, bugün ise çeşitli geleneklerden Devrimci Partiler’in birleştikleri çatı örgütleridir Enternasyonal.

Mihri Belli’nin teoride ısrar ettiği birçok noktayı aslında kendisi de pratikte inkar etmiştir. Eğer gerçekten milli gururu olsaydı Kaptan’ın, Türkiye Emekçi Partisi ‘Kürtçülük’ten yargılanıp kapatılmazdı... Kaldı ki önce Kemalist Rejim’in yaptığı katliamları, toplu sürgünleri ve asimilasyonu vurgulayıp daha sonra da kemalist olmayı bir onur meselesi atfeden Mihri Belli için tüm bu çelişkiler şansızlık mıdır desem... PKK’nin Türkiye tarihindeki yerini selamlayan Mihri Belli ile “savaş karşıtı” Mihri Belli ile, milli gurur sahibi, derin milliyetçi Mihri Belli arasında dağlar kadar fark vardır. Milli gurur insanı faşizme götürürken enternasyonalizm insanı ezilen halkların yanında olmaya götürür, Kapetan Kemal’in ana-sorunu buydu, bütün çelişkileri bir arada taşıdı...

Tüm bunların yanında 12 Eylül’den sonra ayakta kalan iki örgüt ile Faşizme Karşı Direniş Cephesi’ni kurmak için uğraşan da Mihri Belli idi ki, tüm bu çabaların ortasında Ankara’daki evine baskın yapıldığını öğrenir ve sürgüne çıkmak durumunda kalmıştı... Bu iki Örgüt, Dev-Yol ile PKK idi. Ki Dev-Yol’un yurt dışı liderliğinin bu işe yanaşmadığını ve 12 Eylül’e teslim olduklarını belirtir Kaptan. Yanında bir tek kuruluş aşamasında olan PKK kalıyor...

Bu yazıyı ‘bir ölünün’ arkasından neden mi yazdım? Mihri Belli’nin mücadelelerle, sürgün ve iç savaşlarla dolu hayatına saygı duysam da, Kaptan’ı sevsem de put perestliği sevmediğimden... Onun mirasını göstermek, hafızaları tazelemek, 68’liler için de yapılan ikon törenlerine dahil olmamak için yazdım; Mihri Belli’nin bütün hataları Türkiye soluna dahildir, ama bütün sevapları dahil değildir. Keşke biraz da sevaplarını almış olsaydı, Mihri Belli kadar olsun enternasyonalist olmaya kalkışsaydı Türkiye solu... Keşke Kaptan’ın efsaneleşmiş “tercüme bürosu” merağı ve çabasını bugün de “bilgiye ve teoriye hâlâ aç” Türkiye solunun okuma yazması olmayan solcuları hatırlasa: Sol Yayınları’nın kapısından içeri girilirdi, Mihri Belli bir masada oturur, kitabı okur ve spontan tercüme ederdi, biri de daktilo ederdi... Bir masada da Sevim Belli tercüme yapardı. Türkiye’de Marksist klasikler böyle çevrildi, hatasıyla sevabıyla... Kapetan Kemal, gemi gitmeye devam ediyor, sen giderken Yunan iç savaşı sürüyor hâlâ!

Bu yazı daha önce Afrika gazetesinde yayınlanmıştır.