İktidar sisteminde yeni çatlak: Erdoğan-Gülen çelişkisi

Gerçek gazetesi Ocak ayı sayısının başyazısında ve 2011 yılı değerlendirmesinde İslamcı kamptaki çatlaklara, Fethullah Gülen cemaati ile Tayyip Erdoğan arasında baş gösteren çelişkilerin önemine, Erdoğan’ın hastalığının yarattığı sorunlara işaret etmiş, bunların tam da krizin derinleşmesinin eşiğinde burjuvazinin komuta heyetinde büyük bir zaaf yarattığını vurgulamıştı. Bundan on gün önce yayınlanmış olan Şubat 2012 sayısının orta sayfasını ise, “bütün bu gelişmeler içinde belki de en önemlisi, İslamcı sağın günümüzdeki iki büyük ismi Tayyip Erdoğan ile Fethullah Gülen arasında gelişmekte olan gerilim” olarak nitelediği çelişkiye ayırmıştı.

Aşağıda, savcıların MİT operasyonuna ve hükümetin İstanbul Emniyeti’ne yönelik karşı hamlesine ışık tutan bu yazıyı yayınlıyoruz.

 

İç savaşın iç savaşı

Türkiye hâkim sınıfları, daha bir önceki bitmeden başlayan yeni bir iç savaşın sarsıntılarını yaşıyor. MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, bir önceki müsteşar Emre Taner’in ve onun yardımcısı Afet Güneş’in, adı verilmeyen iki başka MİT görevlisi ile birlikte özel yetkili savcı tarafından, KCK ile işbirliği olarak özetleyebileceğimiz çok ağır suçlamalarla ifadeye çağırılması, her siyasi rejimde bir deprem olarak anılacak bir olaydır. Buna yanıt olarak karşı hamlelerden ilki derhal gelmiş, İstanbul Emniyeti’nde KCK operasyonlarını yönetmekte olan iki polis şefi, yapılan yorumlara göre doğrudan doğruya başbakanın emri ile görevden alınmıştır.

Bu olayların ardında, polis ve yargının bazı kanatlarında büyük ağırlık taşıyan Fethullah Gülen cemaatinin Tayyip Erdoğan’ın has adamı Hakan Fidan’ın başını yeme girişiminin olduğu tartışmasızdır. Bu saldırı, anlaşıldığı kadarıyla uzunca bir süredir MİT İstanbul Bölge ile İstanbul Emniyeti arasında devam etmekte olan, KCK operasyonlarının yanı sıra şike operasyonlarında da alevlenen sert mücadelenin ardından gelmektedir. Karşı hamlenin İstanbul Emniyeti’nin kadrolarını hedeflemesi bundandır. MİT yönetiminin yıpratılmasının bir başka aşaması, Hakan Fidan ve Afet Güneş’in PKK yöneticileriyle Oslo’da yaptıkları görüşmenin ses bantının Eylül 2011’de internete düşmesi olmuştu. Bugün yaşananlarla birlikte, bu sızdırma operasyonundan kimin sorumlu olduğu az çok kesinleşmiş olmaktadır. Nihayet, Şırnak (Şirnex) Uludere’de (Qilaban) 2011’in son günlerinde yaşanan, 34 Kürt köylüsünün hayatını yitirmesine yol açan katliamın ardından, cemaatin basındaki sözcülerinin MİT’e ağır bir saldırı başlatması da aynı dizinin devamıdır. İşin özü şudur: cemaatin kontrolündeki polis ve yargı, Tayyip Erdoğan’ın MİT kalesini düşürmeye çalışıyor.

Birçok düzen yazarının doğru biçimde “devlet içinde savaş” olarak nitelediği bu olay, Türkiye burjuvazisinin neredeyse on yıla yakın süredir yaşamakta olduğu politik iç savaşın taraflarının birinin içinde ikinci bir politik iç savaşın başlamış olduğunun somut ifadesidir. İlk iç savaş, Türkiye devletine cumhuriyetin kuruluşundan beri damgasını vurmuş olan Batıcı-laik burjuvazi ile yeni yükselmekte olan ve onun hakimiyetine savaş açan İslamcı burjuvazi arasında idi. Şimdi ise İslamcı burjuvazinin AKP kanadı ile cemaat kanadı arasında, Tayyip Erdoğan ile Fethullah Gülen arasında, gizlenemeyen şiddette bir savaş başlıyor.

Gerçek gazetesi Ocak ayı sayısının başyazısında ve 2011 yılı değerlendirmesinde İslamcı kamptaki çatlaklara, Fethullah Gülen cemaati ile Tayyip Erdoğan arasında baş gösteren çelişkilerin önemine, Erdoğan’ın hastalığının yarattığı sorunlara işaret etmiş, bunların tam da krizin derinleşmesinin eşiğinde burjuvazinin komuta heyetinde büyük bir zaaf yarattığını vurgulamıştı. Bundan on gün önce yayınlanmış olan Şubat 2012 sayısının orta sayfasını ise, “bütün bu gelişmeler içinde belki de en önemlisi, İslamcı sağın günümüzdeki iki büyük ismi Tayyip Erdoğan ile Fethullah Gülen arasında gelişmekte olan gerilim” olarak nitelediği çelişkiye ayırmıştı.

Aşağıda, savcıların MİT operasyonuna ve hükümetin İstanbul Emniyeti’ne yönelik karşı hamlesine ışık tutan bu yazıyı yayınlıyoruz.

Tayyip Erdoğan’ın Cemaat’le ittifakı

28 Şubat’ta Erbakan Hocası’nı terk ederek emperyalizmle uzlaşı içinde iktidar basamaklarını tırmanmaya başlayan Erdoğan’ın AKP’si, bu süreçte Gülen Cemaati ile sıkı bir ittifak kurdu. Cemaat önceki seçimlerde sırasıyla ANAP ve DSP’yi desteklemişti. AKP iktidarı boyunca TÜSİAD’ın sert muhalefeti, TSK’nın ise darbe tehdidini Demokles’in kılıcı gibi hükümet üzerinde sallandırması karşısında bu ittifak perçinlendi. TSK, Batıcı-laik burjuvazinin vurucu gücü rolünü oynarken, polis teşkilatındaki kadrolaşması ve yargıdaki etkisiyle cemaat de AKP’nin vurucu gücü haline geldi. TSK’nın; Ergenekon, Balyoz, Andıç, Kafes, darbe günlükleri vb. çeşitli davalar aracılığıyla kontrol altına alınmasında cemaatin polisinin büyük rol oynadığı kuşku götürmez.

Ortada garip bir manzara vardı: Hemen hemen her seçimde oylarını artıran, kitleler nezdinde büyük popülarite sağlayan bir politikacı, yine de oy tabanının bir bölümü üzerinde kontrol sahibi değildi. Cemaat hiçbir zaman Erdoğan’ın liderliğini kabul etmedi. Erdoğan geniş kitleleri etkiliyor oy topluyor ancak cemaat kadroları yalnızca tek merkezden, yani Fethullah Gülen tarafından yönlendiriliyordu. Erdoğan iktidarını, cemaatin çok büyük katkılarıyla perçinlemişti, ama cemaati kontrol edemiyordu.

Yine de ilişkiler, referandumda elde edilen büyük zaferden sonra Erdoğan’ın teşekkür listesinde “Okyanus ötesi”ni ilk sıralara yerleştirmesini gerektirecek kadar olumlu idi. Bugün ise durum bambaşkadır. Cemaatin borazanı gibi davranan bir gazetecinin, Mehmet Baransu’nun, başbakanla “canbaz” kelimesini de içeren bir ağız dalaşına girmesine kadar alçalmıştır iş. Öyleyse, ilk iş bu gerilimin dinamiklerini anlamaya çalışmaktır.

Burjuvazinin iç savaşı: tamam mı, devam mı?

Erdoğan ile cemaat arasındaki temel farklılıklardan biri, İslamcı burjuvazinin Batıcı-laik burjuvazi ile 2003’ten beri sürdürdüğü iç savaşın bugün ulaştığı aşamada, doğru yönelişin ne olduğu konusundadır. Cemaat, Erdoğan’ın erken bir zafer sarhoşluğuna kapıldığı kanaatindedir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başına kendine yakın bir Genelkurmay Başkanı getirmiş, karşıtlarının ise önemli bir bölümünü hapse atmış, 12 Eylül referandumuyla yargının bir bölümünü ele geçirmiş, YÖK aracılığıyla üniversite üzerinde de hâkimiyet elde etmiş, medyayı ya yanına çekmiş, ya da sindirmiş olan Erdoğan, şimdi öyle görünüyor ki büyük bir özgüvenle başka sulara yelken açıyor. Generallerin tutukluluk süresini sınırlayacak bir yasa tasarısı Genelkurmay ile birlikte pişiriliyor. İlker Başbuğ tutuklandığında Erdoğan, tutuksuz yargılanmasını tercih edeceğini açıklıyor. Bunlar, cemaat sözcülerini de, cemaatin laik ortamdaki vekili rolünü oynayan Taraf gazetesinin çekirdek kadrosunu da çileden çıkartmaya yetiyor.

Gülen Cemaati’nin Zaman gazetesindeki sözcüsü Hüseyin Gülerce sistematik biçimde Ergenekon davasının yürütülmesinde hükümetin zaaf gösterdiği imasında bulunarak “Aman dikkat Ergenekon bitmedi, gevşersek bizden korkunç bir intikam alırlar.” temasını işliyor. Bu tema işlenirken cemaat, aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmiyor. Taraf yazarı Baransu yine devreye giriyor. Erdoğan’dan sonra kim gelsin tartışmasına girdiği bir yazısında, 2004 yılında İsviçre’den Türkiye’ye gelen bir AKP’linin bavulunda kaç milyon dolar olduğunu soruyordu.

Öyle anlaşılıyor ki, Erdoğan bütün burjuvazinin hâkimiyet sisteminin lideri olarak Avrupa’dan hızla Türkiye’ye gelmekte olan krize hazırlanıyor. Ayrıca, Ortadoğu ve Avrasya’da Türkiye burjuvazisinin çıkarları önünde ana engel olarak gördüğü Kürt sorununu kurnaz “açılım” politikasıyla çözemediği için şiddete dayanarak çözmeye yöneliyor. Bunların her ikisi de güçlü bir devlet gerektiriyor. Başka ülkelerdeki gibi isyan edebilecek işçileri kontrol altına almak ve Kürt hareketini yenilgiye uğratmak Erdoğan’ı ordu ile uzlaşmaya doğru götürüyor. Cemaat ise İslamcı burjuvazinin hâkimiyetinin henüz geri dönülmez biçimde sağlanmamış olduğunu göz önüne alarak risk almak istemiyor.

Mavi Marmara: İsrail konusunda bölünme

Erdoğan ile Gülen arasında İsrail’e yaklaşımda da önemli bir açı farkı var. Erdoğan, Türkiye burjuvazisinin yayılmacı perspektifi uğruna Arap halkları üzerinde bir hâkimiyet kurma amacıyla, ilişkileri koparma noktasına gelmemeye dikkat ederek, İsrail’le sürekli didişiyor. 2009 Ocak ayındaki “one minute” kavgası, 2010 Mayıs ayındaki Mavi Marmara olayı ve 2011 Eylül ayında Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin İsrail’e karşı aldıkları yetersiz ama sert tedbirler bu didişmenin kilometre taşları.

Cemaat “one minute” olayında sustu. Muhtemelen Erdoğan’a el altından uyarılar gitti. Ama bir buçuk yıl sonra Mavi Marmara olayında, Fethullah Gülen’in kendisi Pensilvanya’dan çok sert bir çıkış yaptı. Bu tartışmada İsrail’i haklı gördüğünü neredeyse ilan etti. Bu çıkışa rağmen, 2011 Eylül’ünde hükümetin yine İsrail’e yüklenmesi, AKP-cemaat ilişkisinde muhtemelen bardağı taşıran damla oldu. Son dönemin savaş tamtamları bu çelişki ile yakından ilişkili olabilir.

Bu basit bir ayrılık değildir. Erdoğan, antisemitik  (Yahudi karşıtı) bir söyleme sahip olan Milli Görüş geleneğinden geliyor. Bugün emperyalizmle de Siyonizmle de ilişkileri Milli Görüş döneminden dağlar kadar farklı, ama İsrail’i kendi politikası önünde bir engel olarak görünce eski söylemine sarılmasında hiçbir engel yok. Fethullah Gülen ise, kariyerinin daha başında dinler arası diyalogu düstur edinerek stratejik bir seçiş yapmıştır. İsrail ile kavga eden herhangi bir politika ile uzlaşamaz.

Arap devrimi, işleri daha da çatallaştırmıştır. Obama yönetiminin Arap devriminin içinden çıkan İslamcı yönetimlere karşı tavrı, bunlarla müzakere yoluyla bu ülkeleri emperyalizmin çizgisinde tutabilmektir. Burada Erdoğan, Obama’nın büyük kozudur. Ama bu rolü oynayabilmek için Erdoğan’ın İsrail karşıtı görünümünü sürdürebilmesi gerekir. Bu da Erdoğan ile Gülen arasındaki çelişkinin derinleşerek süreceğini düşündürüyor.

İsrail konusundaki çelişki, dikkat edilirse emperyalizm ile, özellikle de ABD ile ilişkiler konusunda bir farklılığa tekabül etmiyor. Sadece ikisi muhtemelen emperyalizmin farklı siyasi kanatlarıyla ittifak içindeler. Erdoğan’ın Davutoğlu ile beraber Ortadoğu’da güttüğü aktif politika Obama ile bıçak sırtı bir uzlaşı temelinde yürürken, Fethullah Gülen, çok daha çıplak Siyonizm yanlısı politikalar izlenmesini savunan ve Obama’dan farklı olarak İslamcı Arap önderliklerine karşı düşmanca bir tavrı savunan Cumhuriyetçiler ile anlaşma içinde. Bu ittifakların sonuçlarının ne olacağı biraz da bu yıl Kasım ayında yapılacak ABD seçimlerinin sonuçlarına göre belirlenecek.

“Dağkapı’da Tahrir” korkusu

Kürt sorununda PKK’nin tasfiye edilmesi meselesinde anlaşan Erdoğan ve Gülen’in yöntemde uzlaşamadığı anlaşılıyor. MİT’in inisiyatifinde PKK ile diyalog içinde sürdürülen açılım sürecini mahkûm eden cemaat, hem MİT’i hem de dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ı hedef tahtasına oturtuyor. Cemaat PKK’nin tasfiyesinden sonra oluşacak boşluğu kendisi doldurmak istiyor. Hem Erdoğan hem de Gülen, PKK’yi tasfiye edip Barzani ile birlikte Musul ve Kerkük’e açılmak peşinde. Ama cemaatin bölgedeki örgütlenmesi Erdoğan için öncelikli değil. Buna karşılık KCK tutuklamalarıyla MİT’i devre dışı bırakarak polis ve yargı aracılığıyla süreci kendi inisiyatifinde toplamaya çalışan bir cemaat gerçeği var. Cemaati tanıyan isimlerden Nevzat Çiçek, BirGün gazetesine verdiği bir röportajda KCK operasyonlarıyla ilgili olarak; MİT içerisinde bir ekibin bu operasyonların yapılmamasını isterken emniyet istihbarat ise bunların gerekli olduğunu, yoksa Diyarbakır Dağkapı Meydanı’nın Tahrir Meydanı gibi olacağını, ifade ettiğini söylüyor.

HAS Parti İstanbul İl Başkanı Mehmet Bekaroğlu ise cemaatin Kürt sorununda tam anlamıyla şahin bir tavır içinde olduğunu ileri sürüyor. Devlet ve AKP içerisinde Kürt sorununun siyasal çözümünden yana olan grupların varlığını bildiğini söyleyen Bekaroğlu, Gülen Cemaati’nin AKP içerisinde imhacı politikaları savunan şahinleri desteklediğini ifade etti.

AKP içinde Kürt sorunu konusunda farklı eğilimler olduğu muhtemelen doğrudur. Ancak Erdoğan’ın MHP tabanına yatırım yapan politikası dolayısıyla özellikle bugün askeri çözümden başka herhangi bir şeyi düşünmediği de açıktır. Dolayısıyla, Erdoğan ile cemaat arasında Kürt sorunu konusundaki ayrılık, askeri çözüm-siyasi çözüm karşıtlığı, yalınlığı içinde ele alınamaz. Daha ziyade sorunun; MİT, PKK tasfiye edilirse yerini kimin alacağı gibi başka boyutlarıyla ilişkilendirilmesi gerekir.

Emniyetten sonra MİT

Nihayet, öyle anlaşılıyor ki Erdoğan ile Cemaat arasındaki mücadelenin bir de örgütsel boyutu vardır. Cemaat’in kontrolündeki polis ve yargı karşısında MİT, Erdoğan’ın kontrolündedir. Bugünkü MİT Müsteşarı Hakan Fidan ise Erdoğan’ın, yıllar boyunca özel olarak yetiştirilmiş has adamıdır.  Cemaat şimdi mızrağın sivri ucunu MİT’e yöneltmeye başladı. Kamuoyunda en bilinen tartışma, Mehmet Baransu’nun Uludere katliamına neden olan yanlış istihbaratın MİT’ten geldiğini iddia etmesinin ardından Erdoğan’ın başlattığı, Baransu’nun da geri adım atmadan sürdürdüğü sert polemik. Cemaat’in MİT’e yönelmesi Uludere’den hemen önce başlıyor. Hüseyin Gülerce 28 ve 30 Aralık tarihlerinde yazdığı iki yazıda Sivas ve Maraş katliamlarını gündeme getirerek Alevilere yönelik cemaat açılımını sürdürürken katliamların sorumlusu olarak MİT’i gösteriyor ve MİT hakkında soruşturma açılması gerektiğini söylüyor. Daha sonra Uludere katliamı olacak ve Hüseyin Gülerce bu katliamı, Kürt sorununun çözüm yoluna girmesinden rahatsız güçlerce PKK’ya verilen bir hayat öpücüğü olarak yorumlayacak ve bu yorumlara paralel olarak da Baransu MİT’in yanlış istihbaratını gündeme getirecektir.

Demokrat arama oyununa son!

Erdoğan ile Gülen arasındaki örtülü savaş ilerlerken savaşın cepheleri de ortaya çıkmaya başladı. Burjuvazinin iç savaşında hâkim konuma geçen İslamcı sermaye, tam bu üstünlüğünün meyvelerini toplayabilecek gibi göründüğü sırada yeniden, bu sefer kendi içinde bir kavganın içine düştü. Bu durum, işçi sınıfı açısından derslerle dolu. Kendine muhalefet rolünü biçen sol, mutlaka bu çelişkiler içinde kendine daha yakın bir demokrat kanat aramaya yönelecektir. Ancak işçi sınıfı iktidarını hedefleyen devrimci çizgi bu manzarada burjuvazinin komuta heyetinde yaşanan zaafları tespit edecektir. Üstelik bu zaaflar kendiliğinden oluşmamış, Afganistan’da, Irak’ta, Lübnan’da direnişin başarılarıyla, Arap devriminin yükselişiyle oluşan basınçla meydana gelmiştir. Dağkapı Meydanı’nın Tahrir Meydanı olma olasılığıdır burjuvaziyi zayıf düşüren. Sol ve sosyalist hareket Gülen’den demokrat, Erdoğan’dan ilerici, Doğan medyasından muhalefet, TSK’den müttefik yaratmaya çalışmaktan artık vazgeçmelidir. Yapılacak tek iş Taksim’i, Konak’ı, Kızılay’ı ve Diyarbakır Dağkapı Meydanı’nı Tahrir yapmaktır. İzlenmesi gerek yol devrimin yoludur.