Fırat kapanı: Halklarla barışmadan ve emperyalizme vurmadan çıkış zor!

Fırat Kalkanı harekâtında, kapan hem siyasi hem de askeri olarak kapanmaya devam ediyor. Siyasi durumdan başlayacak olursak, Türkiye’nin Trump’ın seçilmesinin ardından PYD/YPG’ye karşı ABD’den destek bulma beklentisi boşa çıkmış görünüyor. Trump’ın Suriye için öne sürdüğü planın basına sızmasıyla bu planda ABD’nin Suriye’deki askeri varlığını arttırmasının yanında güvenli bölgeler oluşturulmasının da hedeflendiği anlaşıldı. ABD için güvenli bölge kurmanın en makul göründüğü yerler Kuzey Suriye’de ABD’nin bilfiil askeri güçlerini, eğitim kamplarını ve lojistik üslerini bulundurduğu, PYD/YPG’nin başını çektiği Suriye Demokratik Güçleri’nin kontrol altında tuttuğu bölgeler. Hal böyle olunca Türkiye’de iktidar cephesinde hayal kırıklığına ciddi bir tedirginlik de ekleniyor. Buna bir de Trump dönemi başladıktan sonra SDG’ye ilk kez zırhlı araçlar teslim edilmesi ekleniyor.

Türkiye ÖSO ile baş başa kaldı

Nitekim Erdoğan mevcut durumu görerek Afrika gezisi dönüşünde sürpriz denebilecek bir şekilde “El Bab’da bundan sonraki süreçte süratle mesafe almak suretiyle oradaki işi bitirmek, daha derinliğine gitmemek lazım” açıklamasında bulundu. ABD ile birlikte Rakka’ya yürümenin bir hayal olduğunu yazmıştık. Bunun hayal olduğu Erdoğan’ın ağzından da kabul edilmiş oldu. Erdoğan bu açıklamasında Mınbiç’ten de bahsetmedi. Esad ve PYD arasındaki işbirliğinden “Rejimle zaten karşı karşıyayız... Görünen değildi, maşa kullandı. Mesela Afrin uzantısında PYD devredeydi, YPG devredeydi” sözleriyle yakındı. Siyasi tablo adım adım netleşmektedir. “Fırat Kalkanı” operasyonu siyaseten Türkiye için bir kapana dönüşmüş durumdadır. DAİŞ ve PYD/YPG/SDG ile aynı anda savaşma politikasına ÖSO’cular dışında destek veren kimse yoktur.

Askeri açıdan da kapan daralıyor

Askeri açıdan da durum iç açıcı gözükmüyor. Fırat Kalkanı iki aydır El Bab’ın kapısında tıkanmış kalmış durumda. ÖSO çetelerinin muharebedeki başarısızlıkları bu iki ay içinde TSK’nın operasyonlara daha fazla dâhil olmasını gerektirdi. Tabii ki bu, kayıpların da artmasına neden oldu.  İki ayın sonunda El Bab kuzeyden ve kısmen batıdan kuşatıldı. Ancak doğudaki Kabasin ve Bzaa kasabaları hâlâ DAİŞ’in elinden alınabilmiş değil ve bu kasabalar El Bab için lojistik destek sağlamaya devam ediyor. DAİŞ’in bu beldelerin doğusunda kalan kısımda TSK ve ÖSO’ya fazlaca direnmediği, böylece sağ kanadında kendisine taarruz etmekten daha çok PYD/YPG’nin ilerleyişini durdurmaya odaklanmış güçlerin varlığını tercih ettiği görülüyor.

Tabloyu tamamen değiştirme potansiyeline sahip bir gelişme ise daha önceden işaret ettiğimiz gibi güneyde yaşanıyor. Suriye ordusu El Bab’a doğru güney ve güney batı istikametinden ilerleyişini hızlandırmış durumda. DAİŞ’le ciddi çatışmalar yaşayan ve kayıplar veren Suriye ordusu buna rağmen ilerleyişini sürdürüyor. Bu gelişme ışığında Erdoğan’a Afrika gezisi dönüşünde sorulan El Bab’da “rejimle de karşı karşıya kalma ihtimalimiz var mı” sorusu farklı bir anlam kazanıyor. Her ne kadar Erdoğan bu soruya çubuğu Suriye ordusu ve PYD/YPG’nin işbirliğine bükerek cevap verdiyse de Suriye ordusu ile TSK’nın cephe cepheye gelmesi ihtimali giderek aratan bir olasılık olarak karşımıza çıkıyor. Erdoğan El Bab’da bu iş bitecek diyor ama bu iş bittiğinde El Bab, TSK ve ÖSO’nun mu yoksa Suriye ordusunun mu eline geçecek bu hâlâ belli değil. Özetle siyasi olduğu kadar askeri açıdan da Fırat kapanı kapanmaya devam ediyor.

Kapandan çık! Emperyalizmi kuşat!

Biz, Fırat kapanından çıkışın ısrarla Suriye politikasında tadilat yapılarak değil Türkiye’nin Suriye politikasının kökten değiştirilmesi, dost ve düşman tanımlarının baştan aşağı yenilenmesiyle mümkün olacağını söylüyoruz. İktidarın politikası bataklığa saplanmıştır. Ne var ki bu saplanışın bedelini sadece iktidar ödemeyecek, başta Türkiye’nin emekçi halkı olmak üzere tüm bölge halkları ödeyecektir. İktidar, Fırat Kalkanı operasyonunun Kürt koridorunu önlemekte başarılı olduğunu iddia etmektedir. Halbuki ortada bir başarı yoktur. Tam tersine Fırat Kalkanı stratejik olarak tüm Kuzey Suriye’yi bir ABD-NATO koridoru haline getirme sonucu doğuracaktır. Suriye Kürtlerinin kendi kendilerini yönetmesinin Türkiye halkına zararı yoktur. Ancak bu bölgenin bir ABD-NATO koridoru haline gelmesine gelince, esas güvenlik tehdidi budur. Türkiye’nin politikası Suriye Kürtlerini giderek daha fazla ABD’ye doğru itmektedir. ABD kendini Kürtlerin kalkanı olarak göstererek bu bölgeye iyiden iyiye yerleşmektedir. Öte yandan ABD, Fırat kalkanı ile Kürt kantonları arasındaki bölgeye NATO ordusunu sokmaktan da memnundur. Türkiye, Fırat kapanından çıkamadığı müddetçe bırakın ABD ile karşı karşıya gelmeyi giderek daha fazla ABD’nin nüfuz alanına girmek zorunda kalacaktır. Rusya ile yapılan taktik seviyedeki ittifak bu durumu değiştirmez. Sonuçta Rusya’nın hava üssü Lazkiye/Hmeimim’de, ABD’nin hava üssü ise Adana/İncirlik’tedir. Türkiye’nin NATO’dan çıkmasının ve İncirlik üssünü kapatmasının ne kadar önemli olduğu bir kez daha görülmektedir. Tekrar ve tekrar söylüyoruz ve söylemeye de devam edeceğiz Türkiye’nin başlıca ve esas güvenlik sorunu ABD’dir, NATO’dur, İncirlik üssüdür!

Türk, Kürt, Arap halklarının anti-emperyalist ittifakı için

Bu durumu tersine çevirecek ve Trump’ın Suriye’ye askeri ve siyasi olarak yüklenmesinden önce emperyalist planları bozacak hamle TSK’nın El Bab’ın Suriye ordusuna geçmesine yardımcı olması ve adım adım tüm bölgeyi Suriye ordusuna bırakarak geri çekilmesidir. Tabii ki bu ÖSO çeteleriyle kurulan utanç verici ittifakın da terk edilmesini gerektirir. Böylece Suriye Kürtleri için de ABD himayesi dışında Suriye ordusu ile işbirliği yaparak kantonlar arasında bağlantı kurma olasılığı ortaya çıkacaktır. ABD’nin bölgedeki askeri ve siyasi varlığının meşruiyeti de giderek daha fazla kaybolacaktır. ABD emperyalizmini bölgeden kovacak olan Türk, Kürt ve Arap halklarının anti-emperyalist ittifakına giden yol açılacaktır.  

Astana fiyaskosu

Türkiye, Fırat Kalkanı operasyonunda Rusya’dan aldığı icazetin karşılığı olarak, Halep’te öteden beri desteklediği güçlerin ezilmesini ve bu önemli şehrin tamamen Suriye ordusu ile müttefiklerinin kontrolüne girmesini eli kolu bağlı izlemek zorunda kalmıştı. Halep muharebesinin Suriye ordusu ve müttefiklerinin zaferiyle sonuçlanmasının ardından, bu stratejik muharebenin siyasi sonuçlarının alınması için diplomatik girişimler hızlandı.

Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Karlov suikastının ardından Moskova’da yapılan toplantıya boynu bükük katılan Türkiye, Rusya’nın çizdiği çerçeveyi kabul etmiş, adeta boş kâğıda imza atmıştı. Öyle ki Fırat Kalkanı operasyonunu Selefi, mezhepçi ÖSO güçleriyle birlikte yürüttüğü halde laik temellerdeki bir Suriye’nin egemenliğine saygı duyacağına dair taahhütte bulunmak zorunda kalmıştı. Moskova deklarasyonu ile, Esad’la saf tutmadıkları müddetçe Emevi Camii’nde namaz kılmak artık bir düş haline geliyordu.

Ancak yine de AKP iktidarı bu siyasi hezimetten bir zafer çıkartmakta kararlıydı. Moskova’dayken, Kazakistan’ın Astana kentinde Rusya ve İran’la birlikte Suriye’de ateşkesin ve siyasi çözümün tartışılacağı bir toplantı yapılacak olmasını Türkiye’nin masadaki gücünün sembolü olarak gösterdiler. Özellikle ABD’nin devre dışı bırakılması ve bu yüzden toplantıya sadece büyükelçi düzeyinde katılmasını da Rusya ve İran’la birlik olup Suriye’de Kürtleri destekleyen ABD’ye gereken cevabın verilmesi olarak sunuldu. Halbuki masaya oturmak güçlü olmak anlamına gelmez. Yenilenler de bir aşamada mutlaka masaya oturtulurlar. Nitekim Astana toplantısında Türkiye masaya Halep muharebesinde yenilen tarafın hamisi olarak oturdu. Dolayısıyla da Astana’da Türkiye’nin politikasını ve önceliklerini dayatma şansı olamazdı.

Türkiye’nin Astana’da PYD/YPG’yi kendisi dışındaki güçlerin de terörist olarak tanımlaması ve Kuzey Suriye’deki Kürt oluşumuna karşı savaşta Türkiye’yi desteklemesi beklentisi biraz fazla iyimserdi. PYD, Türkiye’nin hassasiyeti dikkate alınarak toplantıya çağrılmadı ama aynı toplantıya PYD’nin hassasiyetleri de dikkate alınarak Rusya’nın Suriye’de Kürtlere özerklik formülünü içeren anayasa taslağı bilinçli şekilde sızdırıldı. İran’dan da bu projeye herhangi bir itiraz yükselmiş değil. Astana’nın ardından ABD’nin yeni Başkanı Trump’ın da PYD’nin hâkim olduğu kısımları da içeren bir güvenli bölgeler oluşturma politikası benimsediğinin ortaya çıkmasıyla durum iyice belirginleşmeye başladı. Rusya ve İran’la birlik olup ABD’yi devre dışı bırakarak Kürtleri tecrit etmek için Astana’ya giden Türkiye, kendi dışında Rusya, İran ve ABD’nin bir olup PYD/YPG konusunda Türkiye’yi tecrit etmesi gerçeği ile karşı karşıya kaldı. Böylece Türkiye, masadan sadece Idlib bölgesinde himaye ettiği grupların Esad’a saldırmayıp Fetih El Şam (El Nusra) ve onunla birleşen gruplarla savaşmasını garanti etmekle görevlendirilerek kalkmış oldu. Yani içerde tutan “kandırıldık” mazeretinin ve “dün dündür bugün bugündür” politikasının dışarıda tutmasının imkânsız olduğu AKP iktidarının diplomatik zafer beklentisiyle gittiği Astana’dan tam bir fiyasko ile dönmesiyle bir kez daha ortaya çıkmış oldu.

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Şubat 2017 tarihli 88. sayısında yayınlanmıştır.