Erdoğan’a zaman hediye etmek

 

Türkiye 15 Temmuz’a gelirken solun güçlerinin çoğunluğu Erdoğan’ın artık mutlak bir iktidar kurmuş olduğuna kesin kanaat getirmişti. Faşizmden sık sık söz ediliyor, “diktatör” terimi son derecede yaygın kullanılıyordu. 15 Temmuz gecesi ve devamında yaşananlar solun bu yaygın kesimlerini uyandırabilirdi. Ama tersi oldu. Solda Erdoğan’ın duruma daha da hâkim olduğu, artık onu kimsenin durduramayacağı, darbenin püskürtülmesinin Erdoğan’a ünlü “Reichstag yangını” olayının Hitler’e verdiği gibi mutlak iktidarını kurma konusunda fırsat yarattığı izlenimi başını aldı yürüdü. Tabii başta OHAL ve Yenikapı olmak üzere bu izlenimi doğuracak bir görüntü yok değildi. Ama somut görüntü, görmek isteyen gözler için OHAL’den, “demokrasi nöbetleri”nden, Yenikapı’dan ibaret değildi.

Bir kere, AKP Genel Merkezi’den sarkan dev Atatürk posteri vardı. Tayyip Erdoğan’ın diğer partilerin başkanlarına gösterdiği nezaket, onlara açtığı hakaret davalarını geri çekmesi vardı. Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’nin Yenikapı gösterisine ortak olması için yapılan davet vardı. Birçok konuda atılan geri adım vardı. Koskoca bir milli mutabakat vardı.

Dış politikadaise tam anlamıyla 180 derecelik bir dönüş söz konusuydu. Kasım 2015 ile 2016 ilkyazı arasında Rusya ile yapmadık polemik bırakmayan Erdoğan birdenbire Putin’i ziyaret ediyor, ona beş kez “aziz dostum Vladimir” diye hitap ediyor, o Türkiye’ye döner dönmez İran dışişleri bakanı Türkiye’ye geliyor, Dışişleri Bakanı Mevlût Çavuşoğlu ise Hindistan ziyareti yolunda basına haber vermeden Tahran’ı ziyaret ediyordu. Nihayet Başbakan Binali Yıldırım, bir ay önce hayal edilemeyecek bir şey yaparak şöyle diyordu: “Esad ile geçiş için oturulur, konuşulur; yani suhulet içinde geçiş sağlanabilir, ama Suriye’nin geleceğinde yeri olamaz.” Bu nedir? Gerçek gazetesi 2015 Eylülü’nden beri Rusya’nın yeni formülünün “Esadlı geçiş, Esadsız çözüm” olduğunu belirtiyor. Şimdi bu formül başbakanın ağzındadır, çünkü kulağına Rusya fısıldamıştır bunu! Türkiye Eylül 2011’de başlattığı Suriye rejimini yıkarak yerine mezhepçi bir rejim kurma politikasını beş yıl sonra büyük bir aceleyle, telaş içinde değiştiriyor.

Bütün bunların bir açıklaması olmalıydı. Mutlak bir iktidar kurmaya girişmiş birinin sağa sola tavizler vermesinin pek mantığı olamazdı. Çok güçlü bir hükümetin, dış politikasının merkezi yaklaşımını akşamdan sabaha değiştirmesi olağan bir şey değildi. Bunların herkes farkında. Ama Erdoğan’ın mutlak iktidarını kurmaya çok yaklaştığı görüşü de aynı heyecan ve panik içinde savunuluyor. Belli ki Erdoğan darbe gecesi patlayan bombaların cehennemi ışığında bir şeyler gördü, ama sol bunları hâlâ görmedi.

Erdoğan’ın anladığı, solun anlamadığı

Darbenin tartışılmaz bir açıklıkla ortaya koyduğu çok temel birtakım gerçekler var. Sol bunları ısrarla görmezlikten geliyor. Bu gerçeklerin başında, hiç tartışmasız biçimde, Tayyip Erdoğan ve AKP’nin uluslararası alandaki yalıtılmışlığı geliyor. Türkiye’nin 60 küsur yıllık ittifak sistemi paramparça olmuştur. Bütün bu dönem boyunca Türkiye’nin baş müttefiki olan Batı dünyası, çok sınırlı bazı kısa dönemli çıkarlarını izlemenin dışında, Erdoğan’ın karşısındadır. Bu, darbe ile berrak biçimde ortaya çıkmıştır. Ama Erdoğan ve AKP’ye sırt çeviren sadece emperyalist Batı değildir. Aynı zamanda Erdoğan’ın Ortadoğu politikasında son iki yıldır en yakın müttefiki olan gerici Körfez ülkelerinin bir bölümünün bile (Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan) Erdoğan’a sırt çevirdiği darbe sırasında çeşitli göstergelerle ortaya çıkmıştır.

Çıplak biçimde ortaya çıkan ikinci hakikat, Erdoğan’ın ve AKP’nin sonuna kadar güvenebileceği hiçbir silahlı gücü olmadığıdır. Bir ülkenin bütün askeri birliklerinin, garnizonlarının, okullarının nizamiyelerinde o ülkenin polisi 20 günü aşkın süreyle nöbet tutuyorsa, burada bir tuhaflık görmeyende tuhaflık vardır! Bu, hükümetin askere hiçbir biçimde güvenmediği anlamını taşır. 15 Temmuz günü yaşananlar, gerek Genelkurmay’ın, gerekse MİT’in Erdoğan için güvenilebilecek bir yönetime sahip olmadığını gösteriyor. Polis ise esas olarak hükümete bağlıdır ama onun içinde çok sayıda kuşkulu unsur bulunduğu, darbe girişiminden sonra en az 8 bin polisin açığa alınmasıyla tescil edilmiş oldu. Hiçbir hükümet, hiçbir devlet arkasında güvenebileceği silahlı kuvvetler olmadıkça ayakta duramaz. Dolayısıyla, Erdoğan şu anda devletin doruğunda ciddi bir yalıtılmışlık içinde olduğunu görmüştür.

Nihayet, işin siyasi boyutu daha bütün ağırlığıyla ortaya çıkmamış olmakla birlikte, aynı tablo orada da sezilmektedir. Fethullah Gülen cemaatinin dar sınırları ötesinde daha geniş siyasi kadroların Erdoğan’a karşı düşmanca mevzilendiği darbe ile birlikte görülmüş olmalıdır. Soruşturmaların İstanbul belediye Başkanı Topbaş’ın damadına ve Ahmet Davutoğlu’nun özel kalem müdürüne uzanmış olması, AKP’nin kendi içinde çok önemli zayıf halkalar olduğunu gösteriyor. Şimdiden Bülent Arınç’tan Hüseyin Çelik’e birçok isim zanlılar listesinde yer yer boy göstermektedir. 15 Temmuz gecesi neler yaşandığı zamanla daha açık ortaya çıktıkça görülecektir ki askeri darbenin bir de ciddi siyasi ayağı vardır ve bu siyasi ayak AKP’nin içinde de ciddi bir çatlağın varlığını tescil etmiştir. Yani bir kez daha Erdoğan, kendi iktidarının en önemli kaynağı olan bir kurumda da çevresinin kuşatılmış olduğunu darbenin ışığında kavramıştır.

Elbette Erdoğan’ın çok güçlü yanları vardır. Halk kitleleri üzerindeki karizmatik hâkimiyeti bugüne kadar Türkiye’de görülmemiş düzeylere ulaşıyor. Yargıda çok önemli bir üstünlük elde etmiş olduğu tartışma götürmez. Polisi, son yıllarda adım adım geri kazanmıştır. Kendisine kölece bağlı bir medya ve o medyada onun hınk deyiciliğini yapan bir sözde aydınlar ordusu yaratmayı başarmıştır. Ama bütün bunlar uluslararası alandaki yalnızlığının, silahlı kuvvetlerin güvenilmezliğinin ve kendi partisindeki derin çatlağın yarattığı zaafı ortadan kaldırmaz.

Öyleyse, bu sorunların üstesinden gelmesi gerekir. Taktik yönelişinde bugüne kadar gösterdiği yüksek derecede esnek yaklaşımı bir kez daha sergilemiş, yeniden gücüne kavuşmak üzere ağını kurmuştur. Bu ağın ne olduğunu, stratejinin neyi hedeflediğini iyi görmek gerekir. Karşı hamleler ancak bu tür bir kavrayış sayesinde başarılı olabilir.

Milli mutabakat, zamana yayılmış temizlik, “aziz dostum Vladimir”

Erdoğan’ın bütün stratejisi yalıtılmışlığını ve güvencesizliğini ortadan kaldırana kadar zaman kazanmaya, zaman kazanabilmek için de eskiden düşman bellediği güçlere yaslanmaya dayalıdır.

Milli mutabakat bunun içindir. Cemaatin dayanaklarına karşı başlatılan büyük taarruzun sonucuna ulaşmasına kadar siyasi alanda desteğe ihtiyaç duymaktadır. Bu desteği kendi partisi içinden gereken düzeyde ve gereken sağlamlıkta alamayacağını darbe ışığında kavramış olduğu için siyasi düzeyde kendi (İslamcı) siyasi kampı (Fethullah Gülen) ve kendi partisi (muhalifler) içindeki düşmanlara karşı, düne kadar düşman gibi davrandığı güçlerden destek arayışının ifadesidir milli mutabakat. Erdoğan bugün Kılıçdaroğlu’nu Abdullah Gül’e ya da Bülent Arınç’a karşı koz olarak kullanmaktadır.

Bu, Erdoğan’ın geçmişte uygulamış olduğu taktik dönüşlerin eşidir. 2013 17-25 Aralık depreminden sonra cemaatle mücadeleye girişmek zorunda kaldığında Ergenekon’u yanına çekmişti. Başkanlık sistemini kurma çabasında desteğini elde etmek için barış eli uzattığı Kürt hareketinden 7 Haziran’da “seni başkan yaptırmayacağız!” ihtarnamesini alınca, Suruç sonrası savaş politikasıyla Bahçeli’yi ve MHP tabanını yanına çekti. Nihayet, darbeciliğin kendi partisi içine köklü biçimde sızmış olduğu anlaşılınca, Kılıçdaroğlu önderliğindeki CHP’yi de torbaya attı. Böylece, üç ayrı uğrakta üç eski düşmanını müttefik kıldı. Bugünün milli mutabakatı işte bunun hasadıdır. Mesele sadece Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’nin AKP ile “al gülüm, ver gülüm”ü değildir. Mesele, aynı zamanda, Hürriyet ve Sözcü gazetelerinin, CNN televizyonunun da artık Aydınlık gibi, ilk bakışta işin doğasına aykırı görünen bir biçimde, Erdoğan ve AKP ile aynı çizgide propaganda yapıyor olmasıdır. CHP milletvekili, “ıslak imza” kahramanı Dursun Çiçek demeç veriyor, Sözcü de dev manşet yapıyor: “PKK ve IŞİD’i FETÖ yönetiyor”. Erdoğan ve AKP’ye daha büyük hizmet olur mu? Doğu Perinçek izleyicilerinden sonra Yılmaz Özdil ve Emin Çölaşan hayranları da Erdoğan’a muhalefeti bu çizgide aramanın nasıl bir hata olduğunu umarız artık anlamışlardır!

AKP içindeki darbecilik karşısında Erdoğan ve AKP hükümetinin tavrı, yine bir zamanlama hesabına dayanıyor. Kendine “Yurtta Sulh Konseyi” adını vermiş olan cuntanın, Erdoğan’ın yerine atayacağı cumhurbaşkanının yanı sıra kuracağı hükümette başbakanın ve bakanların, öteki iktidar kurumlarının başına atayacağı isimlerin bilinmiyor olması neredeyse olanaksızdır. Bu isimlerin üzerine gidilmiyor, çünkü aynı anda bu kadar çok düşmanla baş etmek mümkün değildir. Öyleyse, Türkiye’yi daha çok büyük sarsıntılar ve sürprizler bekliyor. Erdoğan ve AKP hükümeti, cemaatçi tehlikesini kontrol altına aldıktan sonra bu çevrelere dönecektir.

Rusya-İran-Suriye karşısında izlenen politika da benzer kaygılarla benimsenmiştir. Erdoğan’ın Sünni dünyanın lideri olması anlamına gelen “Reis”lik projesi, yani Rabiacılık, yani Türkiye’nin Sünni dünyasını kendi hegemonyasında birleştirme amacı, doğası gereği, Rusya ve İran’ın en temel çıkarlarıyla çelişir. Erdoğan’ın bu projeden bütünüyle vazgeçmesi ise beklenemez. Öyleyse, Erdoğan’ın Rusya-İran-Suriye yaklaşımı bütünüyle NATO karşısında bugün içine düştüğü yalıtılmaya karşı geçici bir tedbirdir. Günü gelince o ittifak da terk edilecektir.

Pekiyi, Erdoğan bu yeni iç ve dış ittifaklar sayesinde kazanacağı zaman içinde ne yapmak istiyor? Burada en önemli unsur, silahlı kuvvetler meselesidir. Erdoğan Hulusi Akar için “dere geçilirken at değiştirilmez” demişti. Bu tuhaf sözde kendini ele veren düşünce şudur: Erdoğan kendisi için gerçekten güvence olabilecek bir silahlı güce kavuşana kadar Genelkurmay kadrolarına yaslanmak zorunda olduğunu bilmektedir. Ama dere geçilmelidir! Erdoğan’ın amacı yeni ve güvenilir silahlı güçler kurmaktır. Zamana en çok bunun için ihtiyaç vardır.

Silahlı kuvvetlerde nasıl bir yeniden yapılanma?

Burada belki de Türkiye’nin günümüzde yaşadığı büyük çelişkinin özüne giriyoruz. Türkiye bugün Erdoğan’ın Rabiacılığı ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) bir NATO ordusu olması arasındaki derin çelişkinin yarattığı sarsıntıları yaşıyor. Erdoğan, darbenin ışığında bu konuda bir orta yol olmadığını anlamıştır. Bu çelişkiyi kendi projesini sağlam temellere kavuşturma yolunda aşmadıkça başkanlık sistemini kursa bile ilerleyemeyeceğini görmüştür. Bu bakımdan zaman kazanmaktaki esas amacı, kendisini NATO ordusunun vesayetinden kurtarmaktır.

Bu kadarı kesindir. Ama şimdi bu çelişkinin çözümü için Erdoğan ve AKP’nin TSK’da nasıl bir yeniden yapılanmaya gideceği, daha doğrusu Türkiye’de askeri aygıtı TSK’nın da ötesinde nasıl yeniden biçimlendireceği kesin hatlarıyla ortaya çıkmamıştır. Bizim kanaatimiz bunun muhtemelen üç boyut içereceğidir.

Birinci boyut, dar anlamda TSK’nın yeniden yapılandırılmasıdır. Erdoğan’ın başkomutanlığının öne çıkarılması; Genelkurmay’ın Cumhurbaşkanı’na bağlanması, kuvvet komutanlarının ise Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanarak genelkurmay başkanından koparılması yoluyla Genelkurmay’ın bir ölçüde parçalanması; Jandarmanın İçişleri’ne her bakımdan bağlanarak Genelkurmay’dan çekilip alınması, neredeyse bir kırsal polis karakteri kazanması; polisin, zaten başlamış olan bir süreç içinde güçlendirilmesi ve ağır silahlarla donatılması; harp akademileri, harp okulları, askeri liseler sistemi üzerinde önemli değişiklikler yapılması; profesyonelleşme ve başka çok sayıda önlem, bütün bunlar dar anlamda bugün var olan TSK’nın bir NATO ordusu özelliğiyle devlet yönetimi karşısındaki etkisinin kontrol altına alınmasının çeşitli yöntemleri olarak tartışılmaktadır, yenileri de tartışılacaktır. Unutulmamalıdır ki, bunların bazıları Genelkurmay’ın da geçmişten beri savunageldiği konulardır ve etkileri sınırlı olacaktır. Yani tek başına TSK’nın yeniden yapılandırılması, AKP açısından yeterli değildir.

Bizce asıl önemlisi bundan sonra geliyor. Öngörümüz, Erdoğan ve AKP’nin TSK’da yeniden yapılanmayla yetinmeyerek iki başka alanda atak yapacağıdır. Bunlardan biri 2013’ten sonra zaten başlatılmış olan bir sürecin derinleşmesi olarak görülebilir. Bilindiği gibi, 2013’te Gezi ile başlayan halk isyanından sonra, gelecekte doğabilecek durumlar için bir hazırlığa başlayan Rabiacılık, paramiliter güç niteliği taşıyabilecek çeşitli odakları hazırlamaya girişmişti: Osmanlı Ocakları, İBDA-C, Kürt Hizbullahı, Sedat Peker tipi mafya kökenli unsurlar, Türkmen tugayları vb. hep bu tip güçlerdi. (Bkz. ) 15 Temmuz bu açıdan sıçramalı bir gelişmeye zemin oluşturacak nitelikler taşıyor. O gece sokağa çıkan kalabalıkların önemli bir bölümü, fiilen silahlı idi. “Polise destek olma” teması bu silahlı kalabalığın faaliyetinde hâkim unsurdu. Yani bunlar kendilerini toplumun bağrından fışkıran sivil güçler olarak değil, devletin güvenlik aygıtının bir uzantısı, yani para-militer güçler olarak algılıyorlardı. 15 Temmuz’u izleyen “denokrasi nöbetleri” günlerinde AKP ideologları milis örgütlenmesini açık açık savundular. Bugün gelinen noktada mesela AKP belediyelerinin bu tür silahlı çeteleri resmiyete kavuşturacak önlemler alması hiç de düşünülemeyecek bir olasılık değildir. Gaziantep’te DAİŞ’in bombalı saldırısında hayatını yitirenlerin cenaze töreninde Şahinbey Belediyesi şapkaları ve önlükleri taşıyan ırkçı bir grubun tekbir getirerek cenaze sahibi topluluğu tehdit etmesi, töreni engellemeye çalışması, polis ve jandarmanın da bunlara müdahaleden ziyade cenaze sahiplerine slogan attıkları takdirde müdahale olacağı uyarısında bulunması, bu tür gayri resmi güçlerin nasıl devlet güçlerinin “düzeni sağlaması”na şiddet ya da şiddet tehdidiyle destek olabileceğinin ilk, küçük ama anlamlı bir örneği olmuştur. Cumhurbaşkanlığı baş danışmanlığına getirilen, gayri nizami harp tüccarı SADAT şirketi başkanının burada hizmetlerine önemli bir “pazar” bulması da mümkündür! Bugün TSK garnizonlarının kent dışı alanlara çıkartılması bu tür milis güçlerine gelecekte büyük avantaj sağlayabilir.

Üçüncü boyut cumhurbaşkanlığına doğrudan bağlı bir başka ordu kurulması olabilir. Bu tür ordulara siyaset bilimi terminolojisinde “Pretor ordusu” ya da “Pretor muhafız gücü” denir. Terim, kadim Roma İmparatorluğu’ndan gelir. “Pretor” kelimesi ise imparatorun askeri çadırına (otağına) verilen addan kaynaklanır. Bu ordu, İmparatorluğun esas ordusu olan Lejyon askerlerinin gücünden çok daha fazla dar anlamda İmparatora bağlıdır. Modern çağda, diktatörce yönetimlerde tek adamın emri altında oluşturulan ve ayrı bir komuta zincirine bağlı olan özel güçlere bu temelde “Pretor ordusu” denmiştir. 15 Temmuz’da Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nın darbe kampına ciddi destek verdiği biliniyor. Bu, muhafız gücünün yeniden yapılandırılması için bir vesile olabilir, TSK komuta zincirinin dışında ikinci bir silahlı güç yaratılabilir.

Burada İran’ın modeli ilham kaynağı olarak işlev görebilir. İran’da geleneksel ordunun yanı sıra, 1979 İran devriminin ardından “Devrim Muhafızları” (Pasdaran) adını taşıyan bir ikinci ordu kurulmuştur. Geleneksel ordudan farklı olarak bu ordu çok daha ideolojik temellere dayanır. Ayrıca bir dizi sosyal, ekonomik ve kültürel bağla toplumun içine doğru kökler salmıştır. Bu ikili model Türkiye’de yeni dönem için bir esin kaynağı rolü görebilir.

Milli Mutabakat karşısında sınıf mücadelesi ve anti-emperyalizm

Gelişme tam bu doğrultuda olmayabilir. Her üç boyut birden geçekleşmeyebilir ya da boyutlardan bazılarının çeşitli özellikleri burada öngörülenden farklı olabilir. Önemli olan şudur: Erdoğan ve AKP kendi iktidarlarını sağlama alacak bir silahlı kuvvetler yapısı kurmak için zamana ihtiyaç duymaktadır. Milli mutabakat yoluyla ona destek veren siyasi odaklar (CHP, MHP, Vatan Partisi), medya kuruluşları (Hürriyet, Sözcü, CNN ve diğerleri), toplumsal kuruluşlar (örneğin Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu) Türkiye’de tek adam yönetiminin kurulmasına isteseler de istemeseler de açıkça yardım etmektedirler.

Onları milli mutabakata doğru iten nedir? Milli mutabakat bir bakıma her ikisi de çok yorulmuş iki savaşçı güç arasında bir ateşkes olarak görülebilir. Darbe Türkiye’nin sınıf toplumu düzenini muazzam bir sarsıntı içine atmıştır. İktidar ve muhalefet arasında savaşın sürdürülmesi her iki tarafın da çöküntüye uğrayacağı bir sonuca yol açabilir. Bunun en basit mekanizması, sert mücadelelerin devam ettiği bir ortamda Türkiye ekonomisine uluslararası güven çakılabilirdi. Burjuvazi açısından bu ve benzeri düzene darbe vurabilecek gelişmeleri ne pahasına olursa olsun engellemek gerekir.

Sosyalist sol, milli mutabakatın Erdoğan’a zayıf anında kan taşıdığını ve zaman kazandırdığını görmedikçe CHP’nin kuyruğundan ayrılmayacaktır. Böylece, sol CHP’nin, CHP ise AKP’nin ardında hep birlikte bir uçuruma doğru yürüyüş devam edecektir. Doğru tutum ise milli mutabakattan tam olarak kopmak, Türkiye’nin yaşadığı darbe girişiminde çok açıkça taraf olduğu belli olan emperyalizme ve NATO’ya karşı mücadele etmek, bütün bunları ise sınıf mücadelesini yükseltme zeminine oturtmaya çalışmaktır. Erdoğan ve AKP bugün içinde bulundukları zorluğu aşmak için sermayeye iş güvencesi konusunda (kıdem tazminatının fona aktarılması, 657’nin kamu emekçilerine sağladığı iş güvencesinin kaldırılması, İş Yasası’nın işe iade hükümlerinin değiştirilmesi vb.), bireysel emeklilik sistemine zorunlu katılım ve benzeri alanlarda vaatlerde bulunuyor. Bu alanlarda işçi sınıfının mücadelesini örgütleyerek işçilerin cephesini kurmak mücadeleyi yükseltmek için ilk adım olmalıdır.