Dünyada 2013: Kriz, devrim, faşizm

2013’ün Haziran ayı sadece bir yılın değil, bütün bir dönemin sentezi, sembolü, özeti gibiydi. 31Mayıs-1 Haziran gecesi Türkiye ayağa kalktı. 10 Haziran’da Brezilya başkaldırdı. 30 Haziran’da Mısır sokağa döküldü. Bir ay içinde, üç ülke birden yüzünü isyana, başkaldırıya, devrime döndü. Hem de ne üç ülke! 200 milyonluk Brezilya, Güney Amerika’nın tartışılmaz ekonomik ve politik devidir. Orada bir altüst oluş başarıya ulaşacak olsa, Güney Amerika’nın nice kalesi düşer! 85 milyonluk Mısır diğer ikisine göre çok daha yoksuldur, ama tarihi, coğrafi, kültürel ve siyasi bir dizi faktör bu ülkeyi Arap dünyasının 320 milyon insanının lideri haline getirmiştir. Mısır hapşırsa Arap dünyası grip olur. Nihayet Türkiye diğer ikisinden nüfus bakımından küçüktür, ama bir yanda emperyalist dünya ile öteki yanda Balkanlar’ın, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın, Kafkasya’nın ve Orta Asya’nın kavşağına yerleşmiş bir NATO üyesi ve İslam dünyasına gösterilen “model” olarak muazzam bir etkisi vardır. Kısacası, bu üç ülkeden söz ederken, Peru, Ürdün ve Moldova’dan söz etmiyoruz!

İşte bu üç ülkede bir ay içinde büyük halk kitleleri sokağı fethederek devrimin ateşini bütün dünyaya yaydılar. Hiçbiri başarılı bir devrimci atılımla sonuçlanmadı. Türkiye ve Brezilya’daki isyan şimdilik duraladı. Ama her iki ülkede de belki bambaşka biçimlerde yeniden canlanacak. Bizde yılın son günlerindeki büyük siyasi kriz dolayısıyla her an yeni bir başkaldırı patlak verebilir. Ya da bu siyasi krizin ebeliğini yapmakta olduğu bir ekonomik kriz dolayısıyla başka biçimlerde, daha fazla sınıf karakteri kazanarak alevlenebilir. Brezilya’da içine girdiğimiz 2014 yaz aylarında, dünya futbol kupası dolayısıyla statlardaki insan kalabalığı ile dışarıda protestoya duracak olanlar arasında bir yarış olması büyük ihtimal.

En kötü sonuçlanan Mısır oldu. 2011’den beri tarihin gördüğü en büyük devrimlerden birini yaşayan bu ülkede, devrimin üçüncü dalgası Marksist bir önderliğin iki yıldır inşa edilememiş olması ve var olan küçük burjuva önderliğin (Ulusal Selamet Cephesi) bağımsız bir devrimci çizgi yerine General El Sisi’nin Bonapartizminin kuyruğuna takılmış olması yüzünden çıkmaza girdi. Sadece tarihin en büyük kitle gösterisi (kimine göre 30 milyon insan) yeni bir yarı-askeri rejimle sonuçlanmakla kalmadı. Bonapartist rejim (bizim ilk günlerden itibaren işaret ettiğimiz gibi) adım adım karşı devrimci önlemler almaya yöneldi. Şimdi, Mübarek’in kontrollü biçimde salıverilmesinin yanı sıra, kitle gösterilerinin izne bağlanması, sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmasının yolunun yine açılması ve devrime yakışmayan bir anayasa, en azından sembolik ve hukuki düzeylerde karşı devrimin ilerlemekte olduğunu gösteriyor.

Dünya devriminin bir yeni dalgası

Bu üç ülkede yaşananlar, aslında 2011 ve 2012 yıllarında dünya çapında, ama en belirgin olarak Akdeniz havzasında yaşanan büyük devrimci atılımın bir anlamda doruğu idi. Bu atılımın ardında bu sayfalarda ısrarla işlediğimiz bir dünya tarihsel faktör yatıyordu. 2008 yılının Eylül ayında Wall Street bankası Lehman Biraderler’in çökmesi ile birlikte dünya kapitalizmi tarihinin üçüncü büyük depresyonuna girdi. Böyle dönemler sınıf mücadelelerini sertleştirir, siyasi yelpazenin iki ucunu (faşizm ve sosyalizm) güçlendirir, devrim, karşı devrim ve darbeleri, savaş ve iç savaşları güncel olasılıklar haline getirir. 2008 Aralık ayında komşumuz Yunanistan’da patlak veren isyan bir bakıma bu yeni dönemin öncü göstergesi oldu. Ama siyasi alanda yeni dönem esas olarak 2011 yılında başladı: Tunus ve Mısır’da sırasıyla Ocak ve Şubat aylarında köklü yarı-askeri diktatörlük rejimlerini deviren Arap devrimi, hızla bütün Arap dünyasında ayaklanma eğilimleri yarattı. Bahreyn, Yemen ve (ilk altı ay) Suriye’de sonunda hüsrana uğrayan, ama ilk ikisinde henüz potansiyellerini tüketmeyen devrimlere yol açtı. (Libya ve ilk altı aydan sonra Suriye, emperyalizmin ve bölge gericiliğinin karşı devrimci atağının odakları olarak işlev görecekti.) Aynı yıl içinde İspanya’da ve (üç yıl içinde 14 genel grev yaşayan) Yunanistan’da “meydanlar hareketi” biçiminde bir büyük halk hareketi yola çıktı. Arap devrimi, özellikle Tunus ve Mısır’da ekonomik krizin etkisini açıkça yansıtıyordu. Her iki devrimde işçi sınıfı hatırı sayılır bir rol oynamıştı. Ama yine de bu devrimler çok daha geniş bir anlamda halk hareketleri idi ve programları bir ilk aşamada esas olarak siyasi idi. Akdeniz’in kuzeyinin (yani Avrupa’nın güneyinin) iki ülkesindeki hareket çok daha açık biçimde ekonomik krize, devasa ölçekteki işsizliğe ve ağır kemer sıkma programlarına karşı sınıf mücadelesi idi.

Arap devrimi hiç beklenmedik yerlerde yankılar bulacaktı. Bunlardan en manalı olanı İsrail’in başkenti Tel Aviv’de Rotschild Bulvarı’nda 2011 yazı boyunca kurulan kamptı. İsrail’in Yahudi halkıyla Arap halkları arasına giren Siyonizm kara kedisi bağlamında, Rotschild kampının Tahrir’e selamı devrimin nelere kadir olduğunun çarpıcı bir yeni örneği oldu. Tahrir’e selam, Wisconsin eyalet valisinin makamını işgal eden kamu çalışanlarından ve yılın sonuna doğru New York’ta patlak verdikten sonra ABD’nin en az 40 bölgesine yayılan Wall Street İşgali hareketinden de geliyordu. Devrim ruhu dünya çapına yayılmıştı.

2013’ün karanlık ve aydınlık yüzleri

Bu ruhu iki yıl boyunca en ısrarlı biçimde sürdüren Mısır (ve bir ölçüde Avrupa’da Yunanistan) olmuştur. 2011 patlaması ile 2013 arasındaki bağ Mısır’dı. Bu yüzdendir ki devrimin üçüncü dalgasının bu ülkede bir tıkanıklıkla sonuçlanmış olması 2013’ün karanlık tarafıdır. Emperyalizmin Libya ve Suriye’de ve karşı devrimin Mısır (ve belki de yarın Tunus) bağlamında elde ettiği mevzilere karşı Arap devriminin yeniden ayağa kalkıp kalkamayacağını dikkatle izlememiz ve Arap dünyasındaki devrimcilerle bugüne kadar çok küçük ölçekte gösterebildiğimiz enternasyonalist dayanışmayı yükseltmemiz gerekiyor. Bizim, özellikle Mısır’daki çok güç durum karşısındaki yaklaşımımız şudur: 2008’de açılan tipten büyük sarsıntı dönemlerinde, Trotskiy’in 1930’lu yıllarda belirttiği gibi, tarih çok gelgitli (ihtilaçlı, spazmodik) bir gelişme ritmi gösterir. Dün devrim büyük bir atak yapmıştır; bugün karşı devrim birçok mevziyi ele geçirmiştir; ama yarın devrim kampı hiç beklenmedik bir yerden atak yapar. Biz Mısır’da böyle olacağı kanaatindeyiz. Ne var ki, bu sefer mücadele daha arı biçimde sınıf mücadelesi halini alacaktır muhtemelen. Ülkenin tek kelimeyle korkunç olan ekonomik durumu, her türden hükümeti (askeri hükümeti de, Mursi’yi de, şimdikini de) kapitalist açıdan kaçınılmaz olan ağır kemer sıkma programlarını, işçi sınıfından duyulan korku yüzünden sürekli ertelemeye zorlamıştır. Mısır’ın yeni güçlü işçi sınıfı hareketi, önderliği Bonapartist diktatörlüğe destek veriyor olsa da, bu tür bir kemer sıkmanın uygulanması söz konusu olunca yeniden ayağa kalkacaktır. En azından öyle olacağını umalım. Daha genel olarak, Arap devrimi dünyaya nasıl 2011’de ilham kaynağı olduysa, Akdeniz’i dolaşan ve kendine yeni mevziler edinmeye başlayan dünya çapındaki devrimci eğilim, bu sefer Arap kitlelerini yeniden ayaklanmaya sevk etme yönünde etkiler yapacaktır.

Devrim bir mevzide kayıplara uğramıştır, ama başka mevzilerde de ileri atılımlar yapmıştır. Rojava, ölmekte olan Suriye devriminin 2012’de doğurduğu Kürt bebeğidir. 2013’te direnmiş ve derinleşmiştir. Türkiye Gezi ile başlayan halk isyanı sayesinde adını Akdeniz devrimci havzasının gönüllüleri arasına yazdırmıştır. Hindistan 100 milyon işçinin katılımı ile tarihin en büyük genel grevini yaşamıştır. Ama en önemlisi şudur: dünya devriminin ele avuca sığmaz çocuğu Latin Amerika, Che Guevara’nın Bolivya seferine giderken ailesine yazdığı mektupta kendisiyle tatlı tatlı dalga geçmesine nazire ile söyleyecek olursak, Rocinante’nin kaburgalarını kasıklarında yeniden hisseden bir Don Kişot misali başını yeniden kaldırıyor. 2000’li yılların ilk yarısını büyük ama başarısız devrimci atılımlarla (Ekvador 2000, Arjantin 2001-2002, Venezüella 2002, Bolivyya 2003 ve 2005) geçiren Latin Amerika, bu şevkinin sosyalizme ihanet eden Lula tipi liberal solculuk ile Chávez tipi burjuva milliyetçiliği tarafından sakinleştirilmesine boyun eğmişti.

Şimdi yazın Latin Amerika’nın devi Brezilya’da 600 kente yayılan isyandan sonra 2013 Ekim ayında bir başka hoş sürpriz daha getirdi: Latin Amerika işçi sınıfı mücadelesinin en yerleşik olduğu ülkede, Arjantin’de kardeş partimiz Partido Obrero, iki başka devrimci Marksist parti ile 2011’de kurmuş olduğu Solun ve İşçilerin Cephesi (FİT) aracılığıyla iki yılda oylarını ikiye (1 milyon 200 bin, yani yüzde 5) katladı ve meclise üç milletvekili soktu. Bu, Arjantin açısından yarım yüzyıldır işçi sınıfı saflarında hegemonik güç olmuş olan burjuva milliyetçisi Peronist akıma karşı bir meydan okuma anlamına geliyor. Latin Amerika’nın bütünü açısından ise bütün 2000’li yıllar boyunca kıta çapında sınıf mücadelelerini burjuvazinin kanallarına akıtan milliyetçi hareketlerin (Venezüella’da Chávez, Arjantin’de Kirchner ailesi, Bolivya’da Morales, Ekvador’da Correa, Peru’da Humala, Nikaragua’da Sandinismo’nun karikatürü Ortega vb.) hegemonyasının sona ermekte olduğunu müjdeliyor olabilir. Brezilya ve Arjantin sadece Latin Amerika’nın (Meksika ile birlikte) üç devinden ikisi değildir; sadece işçi sosyalizminin en gelişkin olduğu dört ülkeden (diğer ikisi Bolivya ve Şili) değildir; aynı zamanda Latin Amerika’da halen devrimci Marksizmin en büyük partilerinin olduğu iki ülkedir (Arjantin’de DEYK-CRFI seksiyonu Partido Obrero, Brezilya’da LİT’e bağlı PSTU). Öyleyse, 2014’ten itibaren Akdeniz devrimci havzasına bir ikinci devrim odağı eklenmesi ihtimali ufukta görünmüştür: Latin Amerika, özellikle Güney Amerika. Milliyetçilik ise, sadece Peronizmin hâkimiyetinin Arjantin’de sorgulanmaya başlamasından değil, Chávez’in ölümünden ve onun son yıllarda en büyük müttefiki haline gelmiş olan Küba’da maalesef kapitalizmin restorasyonu sürecinin başlamasından sonra belki de miadını doldurmuştur. Arjantin’in burjuva meclisinde işçi sınıfı ve sosyalizm adına yemin eden yoldaşlarımızın yumruğu yeni bir devrimci ateşin simgeleri olabilir.

Nihayet, 2012 yılında Marikana madenindeki grev sırasında polisin 34 grevci işçiyi soğukkanlı biçimde katletmesi ile dünyanın dikkatini çeken Güney Afrika’da bu grevin aslında son derecede yaygın bir grev dalgasında buzdağının tepesi olduğuna işaret edelim. Bu ülkenin çok güçlü bir sınıf mücadeleleri geleneği ve bürokrasi tarafından korkunç bir sınıf işbirliğine sürüklenmiş olsa bile çok kuvvetli bir işçi konfederasyonu (COSATU) vardır. Ayrıca, Brezilya Latin Amerika’da, Türkiye Avrasya’da, Mısır Arap dünyasında ne ise Güney Afrika da kara Afrika’da odur: yön verici ülke. 2013’te de süren ve sektörden sektöre sıçrayan grev dalgası genelleşir ve ekonomik alandan politik alana taşarsa kara Afrika’nın adını üçüncü odak olarak devrim haritasına yazdırması işten değildir.

Venezüella ve Güney Afrika’dan ardı ardına söz etmişken, 2013 içinde dünya solunun iki ikonunun, Chávez ve Mandela’nın öldüğünü hatırlayalım. Bildiğimiz kadarıyla bu topraklarda yalnızca bizim akımımız, Türkiye’nin devrimci Marksizminin ana temsilcisi Devrimci İşçi Partisi, dünya ve Türkiye solunun bu iki tarihi şahsiyet karşısında takındığı, devrimcilikle ilgisi olmayan toptan onay ve yüceltme tutumuna karşı gerçekten Marksist bir tavır takınmıştır. Chávez’i devrimci ve sosyalist gibi sunmak, hem devrimcilikten hem sosyalizmden istifa etmek anlamına gelir! Mandela’yı, aynen Obama ve benzerleri gibi yüceltmek ise, ihanete teşvik! Bunlar, kitlelerin pratik hareketi olarak son yıllarda yükselen dünya devriminin, iş bilinç ve önderliğe geldiğinde ne kadar geri bir konumda olduğunu bize hep hatırlatan ideolojik merhalelerdir.

Büyük Depresyon nefesini tutuyor

Dünya devriminin 2013’te Mısır’da yaşanan mevzi kaybına rağmen kolay kolay dinmeyeceğini düşünmemiz için çok sağlam bir neden var. 2011’den sonra yaşanan yükselişi kışkırtan sosyo-ekonomik dinamikler aynen, hatta derinleşmiş olarak devam ediyor. Doğrudur, Üçüncü Büyük Depresyon’da hiç olmazsa şimdilik dünya ekonomisinin zayıf halkası olan AB’de avronun ve belki de birliğin kendisinin çöküş dinamikleri, 2012 yazından bu yana duralamıştır. Bunda Avrupa Merkez Bankası (AMB) guvernörü Mario Draghi’nin o dönemde krizin aşılması için “gerekli olan ne varsa yapılacağı” yolundaki demeci çok önemli olmuş, dünya finans sistemi bu demeç temelinde AMB’nin hiçbir ülkenin iflasına izin vermeyeceği izlenimine kapılmış, bu da Yunansitan veya İtalya gibi ülkeler için kısa vadede iflası engellemiştir. Ama demeç politika demek değildir; ekonomi politikası ise her şey değildir. Ekonominin kendisi sapır sapır dökülüyor! AB’nin zayıf halkası ülkelerde (Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya vb.), 2013’ü kemer sıkma programının tahditlerini aşarak tamamlayan İrlanda hariç, durum daha da kötüye gidiyor. AB resesyondan çıkamıyor ve işsizlik oranları bütün düzeni sarsıyor (Yunanistan ve İspanya’da 18-25 yaş grubunda yüzde 60!).

Yine doğrudur, ABD’de hem bankalar bilançolarını hızlı biçimde düzelterek aşırı borç batağından kurtulmuşlardır, hem de ekonomide bazı toparlanma sinyalleri görülüyor. Ama ABD’de sorun AB’nin tersinedir: AB de ekonomi berbat durumda, ekonomi politikası bir ölçüde rahatlatıyor; ABD’de ekonomi umut işaretleri sunuyor, ama ekonomi politikası bataklık tablosu çiziyor. ABD’de sorunun kaynağı içinden çıkılmaz bir ikilemdir: genişletici politikalar balonun yeniden patlaması riski yaratıyor, bunların terki ise dünya çapında büyümede ve ekonomide çöküntü! Bu, ABD politikasında ifadesini kemer sıkmacı Cumhuriyetçiler ile genişletici politikalar uygulamaya yatkın Demokratlar arasında bir düşmanlık biçiminde buluyor. Sonuç, ekonomi politikasında felç. 2013 bunun muhteşem bir örneğini verdi bize: devletin kepenk kapatması! Sorun aşıldı, ama şimdilik.

ABD’de görülen “yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal” durumu, aslında depresyonun dünya çapında yarattığı bir ikilemin özgül ifadesi. Büyük merkez bankalarının (ABD’de Fed, Britanya’da Bank of England, kıta Avrupasında AMB, Japonya’da Japonya Bankası) 2008’den beri aralıksız sürdürdüğü (Japonya Bankası nerdeyse on beş yıldır sürdürüyor bu politikayı) “Miktar Genişlemesi” (“Quantitative Easing”) politikası, aslında neoliberaller tarafından kriz patlak verene kadar on yıllardır aşağılanmış olan “para basma”nın şık ve ikiyüzlü adı! Şimdi ABD’de Fed ekonominin toparlanmaya başladığına dair işaretler alınca bundan vazgeçmeye eğilim gösteriyor. ABD para politikasını belirleyen organ olan Federal Açık Piyasa Komitesi’nin 2013’ün son toplantısında, yıllardır otomatiğe bağlanmış olan aylık 85 milyar dolarlık “miktar genişlemesi”nin azaltılması (“tapering”, yani tedrici olarak inceltmek diye anılıyor) ilk kez pratik bir karar haline getirildi (şimdilik 85 milyardan 75 milyara).

Neden yukarıda Fed için “miktar genişlemesi”nden “vazgeçmeye eğilim gösteriyor” türü dolambaçlı ifadeler kullanıyoruz. Çünkü cesaret edemiyor. Parasal gevşekliğin ABD varlık piyasalarında (en başta Wall Street’te) şişkinlik yaratarak yeni bir balon patlamasıyla sonuçlanacağından korkuyor, ama “tapering”in de bütün dünyada, özel olarak da “yükselen piyasalar” olarak anılan yeni sanayileşmiş ülkelere (Çin’den Brezilya’ya, Güney Afrika’dan Türkiye’ye) büyümeye büyük bir darbe vuracağından da korkuyor! Nitekim Fed Mayıs ayında “tapering” politikasının bir süre sonra uygulanacağını açıkladığı andan itibaren Türk lirasından Brezilya realine ve Hint rupisine kadar “yükselen ülkeler”in para birimleri hızla değer yitirmeye başladı. Bu ne demektir? Çin gibi kendi dinamikleri bir ölçüde daha önemli olan ülkelerden farklı olarak dünya piyasasına bağımlı “yükselen piyasalar”da, yani Türkiye’de de bir dönem sona eriyor. Biz bu döneme “kapitalizmin sapık eğilimleri” açıklamasını getirmiştik. Emperyalist ülkelerde krizin derinliği, sıcak paranın ve kredinin “yükselen ülkeler”e kaçarak onlarda çok hızlı büyümeyi teşvik etmesi, yani krizin derinliğinin Türkiye gibi bir ülkede 2010 ve 2011’de büyümeyi yüzde 10’lara kadar çıkartması idi sözünü ettiğimiz “sapıklık”. Şimdi, sapıklık ters yönde işleyecek: Dünyanın motorlarından ABD’de ekonomi düzeliyor gibi olduğundan “yükselen piyasalar” krize girecek! Bu ülkelerin, başta Çin olmak üzere, Üçüncü Büyük Depresyon’da dünya ekonomisinin daha da derin bir bataklığa batmamasının temel faktörü olduğu hatırlandığında yaklaşan dönemin ne derin çelişkiler taşıdığı anlaşılır. (Çin’in kısmen kendine özgü dinamiklere sahip olduğunu belirtmiştik, ama burada girmemiz gerekmeyen nedenlerle Çin ekonomisinde de bir nefes tıkanıklığı görülüyor.)

Kısacası, dünya ekonomisi balon patlaması ile bataklık arasında, nefesini tutmuş bekliyor!

Abe ve AB: Faşizme dikkat!

Bu dramatik duruma sadece bir şey eklemek gerekir: Japonya’da başbakan Abe yönetiminde iki yıldır uygulanmaya başlayan ekonomik genişleme politikası (gevşek para politikası, açık bütçe politikası vb.), bazen bir çözüm gibi gösteriliyor, ama aslında 1930’lu yılların “komşunu yoksullaştırarak büyü” politikasının farklı bir versiyonudur. Japonya yen’i değersizleştirerek rakipleri aleyhine bir büyüme sağlamaya çalışmaktadır. Bütün dünyada ekonominin depresyonda olduğunun en çarpıcı göstergesi olarak yeniden başını kaldırmış olan deflasyon (yani fiyatların yükselmek bir yana sistematik biçimde düşmesi) olgusunu böylelikle Japonya’da durdurabilirsiniz ama bu, mesela Avrupa’yı sert bir şekilde çöküşe itmek demektir. Yani ekonomik milliyetçilik, başka alanlarla birlikte makro ekonomik politikalarda da başını kaldırmaya başlıyor.

Bu bizi ekonomi dışı alana taşıyor. 2014 iki çok önemli gelişmeye gebedir. Her ikisi de ekonomik milliyetçiliğin siyasi alanda faşizm ve milliyetçiliğin yükselmesiyle el ele yürüyeceğini gösteriyor. Japonya ile başladık devam edelim. Abe, Asya’da II. Dünya Savaşı suçlusu Japonya’nın geleneksel militarizmini canlandıracak bir politika izliyor. Gerek Çin ile Japonya arasında Kardak/İmia misali sorun olmuş adacıklar meselesi, gerek en son Abe’nin Japon militarizminin bir “kutsal mekânı”nı ziyaret etmesi, bu bağlamda anlaşılmalıdır. Abe’nin ağabeyi ABD de Japonya’nın bu politikasını Çin’e karşı destekliyor. Proleter devrimcilerinin ABD ve Japonya’nın bu Çin’i kuşatma politikasını ve Japon militarizmini keskin biçimde eleştirmesi gerekir.

2014’ün gebe olduğu ikinci gelişme ise bizim daha yakınımızda, AB ülkelerinde gerçekleşecektir. Bu yılın Mayıs ayında 27 AB ülkesinde hep birlikte Avrupa Parlamentosu seçimleri yapılacak. Bu seçimlerden faşizm büyük bir zaferle çıkacak! Avrupa’nın hemen hemen bütün ülkelerinde bir dizi açık faşist, neo-faşist, bizim kullandığımız deyimle proto-faşist (yani hızla faşist partilere dönüşebilecek ön-faşist) partiler ile aşırı sağ milliyetçi partiler var. Bunlar son dönemde büyük bir atılım yapıyor. En güçlüleri olan Fransa’daki Ulusal Cephe (FN) bu seçimlerden belki de Fransa’nın birinci partisi olarak çıkacak. FN başkanı Marine Le Pen, yakında Hollanda proto-faşist partisinin lideri Geert Wilders ile buluşarak Avrupa faşizminin ortak planlarını konuştu. Avrupa’nın ufkunda muazzam bir tehlike beliriyor. 2014’ün ikinci yarısında Avrupa başka bir coğrafya haline gelecek!

Bu gelişmede sola büyük dersler var. Fransa’daki FN kısa süre önce ekonomik programını açıkladı. Bu program sol bir program! Bunun manası şu: İktidardaki Fransız sözde “sosyalist” partisi neoliberalizmin ajanı gibi davranırken ve Stalinist Fransız Komünist Partisi (PCF) yaklaşan yerel seçimlerde dar örgütsel çıkarları uğruna bu aşağılık hükümet partisi ile ittifak yapmaya hazırlanırken, Fransa işçi sınıfını göçmenlere karşı kışkırtmakta olan faşizm bir de onların sorunlarına sahip çıkıyor! Bu dev bir tehlikedir!

Gelecek devrimci Marksizmindir!

Bu tehlike karşısında devrimci Marksizm has faşizmin en güçlü olduğu AB ülkesinde, Yunanistan’da büyük bir sınavdan geçmiştir. Bu ülkedeki kardeş partimiz, DEYK-CRFI seksiyonu EEK’in (Devrimci İşçi Partisi) önderi Savas Mihail-Matsas, Nazi referanslarıyla açık açık faşist olan Altın Şafak (Hrissi Avgi) partisi tarafından mahkemeye verilmiş, “Yunan ulusuna karşı Yahudi-Bolşevik bir komplo”nun şefi olduğu iddia edilmiştir. 2013 Eylül ayında görülen davada, devrimci bir politik savunma yapan Savas Mihail, faşizmi siyasi olarak mahkûm etmenin yanı sıra kendisi de hukuki olarak beraat etmiştir. Bu beraatte bütün dünya solundan Savas’a destek yağmasının da büyük etkisi olmuştur.

Devrimci Marksizm Yunanistan’da faşizmin, Arjantin’de ise işçi hareketi içinde milliyetçiliğin gerçek alternatifi olduğunu kanıtlamıştır! 2013’ün bizim açımızdan büyük kazanımı budur.

Türkiye’de halk isyanını eksenine almak bakımından bütün hareketlerden ayrılan Devrimci İşçi Partisi de bu kazanımlara yenilerini katmaya hazırlanıyor. Devrimci İşçi Partisi aynı zamanda Erdoğan’ın sahte “süreç”ine, emperyalizm ve Siyonizmin boyunduruğuna ve Ortadoğu gericiliğinin kardeş kanı döken Şii-Sünni savaşı politikasına karşı Ortadoğu Sosyalist Federasyonu politikasıyla bu coğrafyada geleceği temsil ediyor. Ortadoğu'da kanın oluk oluk akmasını yalnızca proleter entrnasyonalizmi engelleyebilir.

Sosyalizmden başka insanlık yoktur! Marksizm onun sözcüsüdür!