Cengiz Çandar: Shit happens!

 

AKP hükümeti, Suriye politikasında büyük bir kumar oynuyor. Eylül 2011’den bu yana, yani neredeyse iki yıla yakın süredir, Suriye’de Müslüman Kardeşleri iktidara getirmek için yırtınan hükümet, Esad rejiminin dayanıklılığı kendi beklediğinin çok üstünde çıkınca büyük sıkıntılar yaşamaya başladı. Temmuz 2012’de Suriye Kürdistanı (Rojava) özerkliğini kazandığında bu sıkıntılar katmerlendi. Buna zamanla Türkiye’nin sınırları içinde yaşanan sarsıcı olaylar eklendi. Hatay ilinde yaşanmakta olan büyük toplumsal huzursuzluğun yanı sıra, sınır kasabalarının ateş altında kalması, Eylül 2012’de Türk Hava Kuvvetleri’nin uçağının Suriye karasularına gömülmesi, üç ay önce Cilvegözü sınır kapısında bomba eylemi sonucu 14 kişinin hayatını yitirmesi bu dizinin önemli tepe noktaları.

Ve şimdi Reyhanlı. Resmi açıklamalar dahi 50 ölü sayısına ulaştı. Yerel kaynaklara bakarsanız, 100’ün üzerinde ölü var. Reyhanlı savaş yaşamakta olan bir kent görüntüsünde. Suriye iç savaşı sınırı aştı, Türkiye’ye geldi. Bunu kimse yadsıyamıyor. O zaman herkes soruyor: Bu felaket Reyhanlı halkının başına neden geldi? Cevap o kadar açık ki, ilk anda yapılan bazı halkı ahmak yerine koyan manevra dışında herkes aslında doğru noktayı tartışıyor: Türkiye’nin Suriye politikası.

Sıfır Ahmet Paşa’nın tek kurşunluk barutu

Hükümetin ilk anda sarıldığı bazı argümanları hemen aradan çıkaralım. Erdoğan ilk demecinde saldırıyı “çözüm süreci” ile ilişkilendirmeye çalıştı. Güya güçlü olduğu yere çekecek, böylece Suriye politikasını gözlerden saklayacak. Aynı demeçte bir de Suriyeli mülteciler meselesine değindi. Ama bu saptırmayı esas Dışişleri Bakanı Davutoğlu yaptı. Hani “komşularla sıfır sorun” deyip bütün komşularla (Suriye’nin dışında en azından İran ve Irak) savaşın eşiğine gelen Sıfır Ahmet Paşa. Bakın ne diyor?

“Sadece ve sadece hayatlarını kurtarmak için ülkemize sığınmış kişilere misafirimiz muamelesi yaparak, ki mezheplerine bakmadık, dinlerine bakmadık, etnisitelerine bakmadık, sadece mazlum olduklarına bakarak onları kabul ettik, kadınları, çocukları, yaşlıları tümden sanki bütün bu olayların müsebbibiymiş gibi gösterip onlara yönelik bir kışkırtma yapanlar, bunu yapan kim olursa olsun ister siyasetçi ister gazete köşe yazarı veya basın mensubu, isterse başka bir kişi olsun, insanlık suçu işlemektedir.” (Zaman gazetesi, Samanyolu Haber sitesi ve benzeri kaynaklarda ayrıntılı olarak verilen bu demeç, maalesef öteki kamplardan basında, bu arada bizim görebildiğimiz kadarıyla sol basında hak ettiği yeri bulamadı. Muarızlarımızın böyle demeçlerine onların fikirlerini yerle bir etmek için mutlaka dikkat göstermeliyiz.)

Şu utanmazca oyuna bakın. Savaş mağduru yüz binlerce insanın arasına karışarak Türkiye’den operasyon yapan Ennusracı, İhvancı, ÖSO’cu silahlı çeteleri suçlayanları, mültecilere düşmanmış gibi sunuyor dışişleri bakanı. Türkiye’nin Suriye sınırlarının delik deşik olduğu, günübirliğine eyleme giden çetelerin vakayı âdiyeden olduğu bölgenin bütün insanlarının tanıklıklarıyla ortada. Zaten çeşitli bombalama eylemlerini kolaylaştıran da bu. Davutoğlu “mülteci” ile “muharip”i birbirine indirgeyerek kafaları karıştırmaya çalışıyor.

“Collateral damage” doktrini Türkiye’de

Hükümet zorda. Öyle olduğu, olaylar konusunda yayın yasağı konulmasından belli. Öyle olduğu, bir sürü bakanın seferber olup Reyhanlı’ya koşmasından ve açıklama üstüne açıklama yapmasından belli. Öyle olduğu, en çok, Pazar günü Tayyip Erdoğan’ın “Analar Ağlamasın” başlıklı bir toplantıda uzun uzun bu konuda doğruyu söyleyenlerle polemik yapma ihtiyacını hissetmesinden belli. Erdoğan’ın konuşması ibretlik. Reyhanlı vesilesiyle AKP’nin dış politikasını hedef almanın “fırsatçılık” olduğunu, olayın siyasi önemini tartışanların “en hafif tabiriyle ahlaksızlık” yaptığını, Türkiye’nin Suriye politikasını eleştirenlerin “cahiliyet” içinde olduğunu ileri sürüyor. (Hürriyet, 13 Mayıs 2013) Hakaret üzerine hakaret. Erdoğan kızgın, kıstırılmış ve telaşlı. İşte tam bu esnada, büyük demokrat Cengiz Çandar dayanışma görevini üstleniyor.

Çandar’ın Radikal gazetesinde 13 Mayıs tarihinde yayınlanan yazısının özünü buraya ibret olsun diye tam tamına aktarmakta yarar var:

“Bu nedenle, Reyhanlı’daki patlamaları ve şimdiye dek herhangi bir benzeri olayda görülmemiş yükseklikteki can kaybını, Ortadoğu politikasında ‘etkili bir aktör’ olmanın ‘kaçınılmaz maliyetlerinden biri’ olarak görmek gerekiyor.

Bu, tatsız bir gerçek ama maalesef böyle. Böyle bir maliyetten uzak kalmak için Türkiye’nin Suriye’de olan bitenlerden uzak durması gerekmez miydi?

Hayır, bu mümkün değildi. Türkiye’nin ulaştığı gelişme düzeyi ve uluslararası sistemin içine girdiği kalıp, Ortadoğu’da ‘etkili bir aktör’ olmaktan öteye ona bir şans tanımıyordu. Bu da kaçınılmaz idi.”

Bu satırları iyi okumak gerek. Burada, emperyalizmin kendi savaşlarına ilişkin olarak can kaybını eleştirenlere verdiği “collateral damage”, yani “yan ürün olarak hasar” doktrini Türkiye’nin yeni dönem dış politikasına uygulanıyor. “Sivil zayiatı” emperyalist çıkarların kaçınılmaz bedeli olarak görerek meşrulaştıran doktrin Türkiye’nin yayılmacı politika taraftarlarının da yeni doktrini olarak öneriliyor. Cengiz Çandar demiş oluyor ki, “büyütmeyin, 50 kişi ölmüş, bunun ucunda petrol ve doğal gaz var, ihracat pazarları var, Körfez sermayesi var, 50 kişinin lafı mı olur?”

Bu yaklaşım, birincisi, Çandar’ın nasıl bir “demokrat”, bir “muhalif” falan değil, Türkiye burjuvazisinin çıkarlarını savunan bir ideolog olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

İkincisi, Çandar bu adımıyla Tayyip Erdoğan’ı “kontrpiyede” bırakıyor. Erdoğan, ilk günkü “çözüm süreci” ve “mülteciler” argümanlarının tutmayacağı anlaşılınca, yukarıda belirttiğimiz gibi ikinci gün kendi Suriye politikasını savunmaya geçti. Argümanı, AKP hükümetinin Suriye politikası olmasaydı da bu saldırının gerçekleşeceği idi. Kulak verelim: “Suriye kaynaklı saldırıları Türkiye'nin Suriye politikasıyla bağdaştırmak sorumsuzluktur. Türkiye Suriye'deyaşananlara tepkisiz kalsaydı da bu saldırılar yine gerçekleşecekti. Çünkü bu saldırılar Suriye politikamıza yönelik değil, bölgede güçlenen, büyüyen Türkiye'yeyönelik saldırılardır.”

Erdoğan âlemi sersem sanıyor herhalde. Bir yandan, Türkiye Suriye hükümetini devirmeye çalışan bir politika gütmüyor olsa, zaten iç savaşla başı belada olan, emperyalizmin, Siyonizmin ve bütün Arap Birliği’nin devirmeye çalıştığı Beşar Esad neden Türkiye’yi kışkırtmaya girişsin? Soruyu sormak iddianın saçmalığına cevap vermek demektir.

Öte yandan, “büyüyen Türkiye” kavramıyla ifade edilen şey, öyle basit ekonomik bir olgu falan değildir yalnızca; yayılmacı, kimi zaman söylendiği gibi “yeni-Osmanlıcı” bir dış politikadır aynı zamanda. Suriye politikası da tam tamına bunun bir parçasıdır. İşte Cengiz Çandar bir “büyüyen Türkiye” fanatiği olarak Erdoğan’ın yaptığı ayrımın saçmalığını amacı bu olmadığı halde teşhir etmiştir. Erdoğan’ın amacı Reyhanlı ile hükümetin Suriye politikasının bağını koparmak. Çandar bu ilişkiyi kuruyor (ve savunuyor). Teşekkürler, Çandar!

Üçüncüsü, Cengiz Çandar’ı Kürt halkının büyük dostu sananlar Çandar’ın ne tür hesaplar içinde olduğunu, bugüne kadar bunları çok açık yazmış olduğu halde anlayamadılarsa, şimdi anlamlıdırlar. Çandar, Türkiye’nin Kürt hareketiyle barışmasını ve onu ve ona yürekten bağlı Kürt halkını Ortadoğu satrancında bir piyon, “büyüyen Türkiye” savaşlarında bir fedai olarak kullanmasını amaçlamaktadır. Buna Kürt halkına dostluk diyen varsa, o aklını peynir ekmekle yemiştir.

Cengiz Çandar 50 ölüye ve yıkılmış bir kente bakıp “shit happens” demiştir. Anglo-saksonların bu deyimi “kötü şeyler olağandır” türü bir söyleyiştir. Kötü şeyleri azımsamak, önemsizleştirmek için söylenir. Bu tavır, Silvan’da erler orman yangınında can verince “ne oldu?” diye soran kötü şöhretli eski İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in o müthiş cevabını andırıyor: “Orman yangını çıkar”! Bunlar Murphy Yasaları zeka düzeyinde laflardır. Ama ölümü hafife aldıkları için sonuçları büyüktür.

Kürt hareketinde eksen kayması

Tayyip Erdoğan’ın muarızlarını “ahlaksızlık” ve “cahiliyet” ile suçladığı konuşmasında Reyhanlı ile hükümetin Suriye politikasının ilişkisini koparmanın yanı sıra ikinci amacı, Türkiye’yi birliğe çağırmak. “Daha cenazelerimizi kaldırmadan, yaralarımızı sarmadan” edebiyatı, “76 milyonun ortak hüznü” söylemi, saldırının amacının “milletimin fertleri arasında nifak oluşturmak” olduğu iddiası, 76 milyona ve en başta Hataylılara “kışkırtıcı, ayrıştırıcı tavırlara prim vermeme” çağrısı, bütün bunlar Erdoğan’ın Reyhanlı’nın yarattığı hasarı “birlik” üzerinden onarmaya çalıştığını gösteriyor.

Bu göz önüne alındığında, BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın da aynı yönde bir açıklama yapmış olması büyük bir talihsizliktir. Bakın ne diyor Demirtaş: “Suriye'de iç savaş başladığından beri hükümetin tavrı ve politikasının doğru olmadığını belirtiyoruz. Türkiye'de bu tür saldırılara karşı birlik olma zamanıdır. Bu dönemde özellikle sivil yurttaşlarımızı hedef alan saldırılar karşısında hükümeti sorumlu tutmak ve eleştirmek yerine birlik içerisinde hareket etmek zorundayız. Çünkü bu saldırılar, Türkiye'nin her bölgesini herkesi ve her kesimi hedefleyebilir. Burada Alevi-Sünni ve Kürt-Türk çatışması gerilimi yaratmak istenebilir. Tüm bunlara karşı herkesin çok dikkatli ve duyarlı olması lazım.” (Cumhuriyet, 13 Mayıs 2013 ve Radikal internet sitesi. Demirtaş’ın kendi yaklaşımlarını dengeli biçimde sunmak için dile getirdiği ilk cümlenin ve gerekçelendirmek için söylediği sondaki üç cümlenin, kendi içinde değeri ne olursa olsun, Cumhuriyet gazetesinin sansürüne uğraması, ciddi bir gazetecilik çarpıtmasıdır.)

Önce şunu saptayalım: gerekçeleri ne olursa olsun, BDP Reyhanlı olayında AKP hükümetinin politikasıyla aynı doğrultuda yer almış olmaktadır. Sonra gerekçelere bakalım. Alevi-Sünni ve Kürt-Türk çatışması yaratan Reyhanlı değildir ki! Hükümet iki yıla yakın süredir mezhep çatışması politikasını bayrağı yapmıştır. Tayyip Erdoğan Vahhabiliğin fedailiğine soyunmuştur. Reyhanlı olayı vesilesiyle hükümeti eleştirmemek, bu durumu değiştirme olanağı doğmuşken susmak demektir. Yani esas tehlikeli olan Alevi-Sünni çatışmasını körükleyen politikayı karşısına almamaktır.

Demirtaş’ın ilk cümlesine gelince, BDP’nin hükümetin Suriye politikasını eskiden beri eleştiriyor olması bugünkü durumu kurtarmaz. Çünkü Kürt hareketi Ortadoğu konusunda 21 Mart’tan itibaren bir eksen kayması içine girmiştir. Rojava’da olan bitenler bunun tam tamına resmini veriyor. PYD eskiden her iki kampın da dışında dururken, giderek emperyalizmin, Arap gericiliğinin ve Türkiye’nin beslemesi konumundaki Suriye muhalefetine yaklaşmaktadır. KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Nisan sonunda Kandil’de düzenlenen basın toplantısının ertesinde bazı gazetecilerle görüştüğünde, kendilerinin Ortadoğu sorunlarına ilişkin olarak, mezhepler savaşına doğru evrilmekte olan cephelerin ikisinin de dışında kalan “üçüncü çizgi” politikasını sürdürmekte olduklarını söyledikten hemen sonra, PYD’nin olumlu bazı özellikler gösterdiği takdirde Suriye muhalefetinin saflarına katılabileceğini söylemiştir. Bu bir eksen kaymasıdır. Yani Demirtaş’ın açıklaması aslında bir taktik ana ilişkin bir tutum sergilemekten ziyade, Kürt hareketinin farklı parçalarının değişen Ortadoğu politikasının bir ifadesidir.

Alternatifler açıktır: Kürt hareketi ya Cengiz Çandar’ın savunduğu “büyüyen Türkiye” projesine yazılacaktır, ya da bizim savunduğumuz, merkezinde Ortadoğu’nun emekçi sınıflarının bulunduğu bir Ortadoğu Sosyalist Federasyonu davasında en güçlü dinamiklerden biri haline gelecektir.