Bir Kıbrıslının yeryüzünün lanetlisi olarak portresi ya da bir enternasyonalistin Türkiye işçi sınıfına ve tüm ezilenlerine mektubu!

Türkiye ve Kürdistan proletaryası! İşçi sınıfı ve tüm ezilenler!

Kadınlar! Kardeşler! Yoldaşlar!

Dile kolay! Kıbrıs’ın işgalinin 39. yılı! Kendimi bildim bileli askeri törenler, nutuklar ve gittikçe daha çok küstahlaşan sömürgeci politikacılar! Kıbrıs’ta doğup siyasete bulaşmamak, inkâr edilen işgal ile işgal hakikati arasında seçim yapmamak imkânsızdır. Eğer şanslıysanız, enternasyonal çizgiye ulaşma yolunda adımlar atarsınız. Bu çizgide yürüyenlerle tanışırsınız. Yoldaşlarınız olur dünyanın dört bir tarafında. Bu mücadelenin tek bir ülkede, adada, hatta yarım adada değil, koca bir dünyada olması gerektiğini erkenden kavrarsınız. Enternasyonal’in Dünya Devrimi Partisi demek olduğunu kavrayarak başlarsınız işe. Silah ambarına dönmüş bir adada melankoli ile emperyalizm arasına sıkışmazsınız. Bu biraz da size kalmıştır, atacağınız adımlara bağlıdır, en nihayetinde tercih meselesidir! Adanın boğucu ortamında, yurtsever solculuk ve milliyetçi işgal taraftarlığı arasında, aslında birbirine çok uzak olmayan iki düşman kardeş kampın parçası olursunuz! Ya da zor olanı, “en sonuncu kavgayı”, yani enternasyonalizmi seçersiniz!

Yaklaşık on yıl önce siyasallaşan Kıbrıslı gençliğin bir ferdiyim. Erken yaşta sayılabilecek bir dönemde Türkiyeli enternasyonalistlerle tanıştım. AB emperyalizmi ile milliyetçilik arasına sıkışmış garip bir kuşaktan geliyorum. O dönem Türk işgalinden kurtulmak için AB’ye sarılan Kıbrıslıları, Türkiye solu emperyalizmle işbirliği yapmakla suçluyordu. Ama o Türkiye solu, Kıbrıs’taki Türk işgaline karşı çıkma cesaretini de gösteremiyordu. İşte ben bu dönemde Türkiyeli enternasyonalistlerin, devrimci Marksistlerin varlığından haberdar oldum. Sungur Savran’ın “Kıbrıs kimin malı ki!” başlıklı yazısını okuduğumda derin bir nefes almıştım. Başka türlü düşünenler de vardı Türkiye solunda. Kıbrıslıları kaba bir biçimde yargılamadan, önce kendi devletinin politikalarına karşı çıkabilen Marksistler de vardı! O günden beridir, iyi-kötü o enternasyonalistlerle yan yanayım.

Farklı deneyimlerden ve “tezgâhlar”dan geçtikten sonra, bir kere enternasyonalist hatta ilerlemeye başladık… “TC’nin iki sömürgesi” olduğu tezi ile TC’nin çifte sömürgeciliğine karşı “Kıbrıs-Kürdistan Kongresi” fikri ortaya çıktı. Kıbrıs’ın üzerimize serptiği “yurtseverliğin ölü toprağı”nı enternasyonal bir kanala nasıl akıtırız, “ada esareti”nden nasıl çıkarız sorusu hep vardı. Konuyu önce Sungur yoldaşa açtım. Coşkuyla karşıladı. Sonra o sıralar yeni tanıştığım aksakallı devrimci Temel Demirer’e açtım konuyu ve sordum: “İsmail Beşikçi sempozyumunu örgütleyen aydınlar destekler mi?” Evet, desteklediler. Ak saçlı Ermeni sosyalisti Mahmut Konuk, ömrünü “gayri Müslimler”in hakikatlerini araştırmaya adamış Sait Çetinoğlu, resmi ideoloji ile savaşın neferi Fikret Başkaya, “Sarı Hoca” İsmail Beşikçi ve –ister “abla” deyin, ister “hoca”, ister “yoldaş” deyin- Sibel Özbudun ile yollarımız kesişti bu kez.

Önce Ankara Kongresi, sonra İstanbul… Ankara Kongresi’nin toplandığı günün sabahında Egemen Bağış “Kıbrıs’ı ilhak ederiz” demişti bir kere. Kongre’nin de verdiği dinamizmle, Ankara’daki Kıbrıslı öğrencilerle 1-2 gün içerisinde bir eylem örgütledik. Açtık pankartımızı yürüdük. Öncesinde Ankara’daki bütün sol örgütlere, tek tek gidip eyleme çağırmamıza karşın sadece devrimci Marksist / Trotskist gruplar yanımızdaydı! Demek ki ideolojik hattımız doğruydu… Kongre’ye de eyleme de benzer bir “boykot” anlayışıyla yaklaşmıştı devrimci Marksizm dışı gruplar.

Ankara ile İstanbul’un farkını sorarsanız, boykotun dozu arttı, örgütlenme sürecinde, kendimi bir Kıbrıslı olarak hep daha fazla “Ermeni” hissettim. Görmezden gelinen, yok sayılan, unutulmaya çalışılan, hali hazırda unutulmuş, “hallolunmuştur” denen bir meseleyi hatırlatırken kapılar yüzüme kapandığında hep daha fazla Ermeni oldum! Kürtlerin yaşadıklarını, Ermenilerin de öldüklerini ispat etmeye çalıştıkları bir coğrafyada Kıbrıs’ı mı hatırlatacaksınız?

Devrimci bir avukat arkadaşım, duyuru ile ilgili bürokratik bir meseleyi çözmemde yardımcı olurlar diye, beni bir insan hakları kuruluşuna yönlendirdi. Taksim’in ara sokaklarında mekânı zar zor bulduktan sonra içeri girdim, derdimi anlattım. Tepeden sorular, yargılayan, sorgulayan, buz gibi soğuk insanlar! Sanki de suç işliyorduk… Ya da, İstanbul’da da Ankara’da da “sömürgenin sömürgesi mi olurmuş!” sözünü pek az duymadım. Ankara’da biliyorduk, Kongre’den de eylemden de herkesin haberi olduğunu. İstanbul’da bir yoldaş geldi, nereye gittiysem herkesin haberi var dedi. Aradaki fark, görmezden gelmenin ve boykotun dozu arttı!

Siz kalkıp, sömürgeden gelmiş, sömürgeci solun sosyal şovenizmini, 40 yıla ulaşan sorumsuzluğunu, dayanışma yoksunluğunu yargılıyorsunuz, kendi kaderinizi tayin etmek istiyorsunuz. Bir de üstüne üstük, bizim yaptığımız gibi Üçüncü Enternasyonal’e katılım koşulunu hatırlatıyorsunuz (8.Madde): “Burjuvazisi sömürge sahibi olan ve başka ulusları ezen ülkelerde, partilerin sömürgeler ve ezilen uluslar sorununda özellikle belirgin ve açık tavır almaları zorunludur… Kendi emperyalistlerinin sömürgelerde giriştiği oyunları teşhir etmek, sömürgelerdeki her kurtuluş hareketini sırf sözlerle değil, eylemlerle de desteklemek, kendi ülkesinin emperyalistlerinin bu sömürgelerden kovulmasını teşvik etmek, ülkesinin işçilerinin yüreklerinde sömürgelerin ve ezilen ulusların çalışan nüfuslarına karşı gerçekten kardeşçe duygular yaratmaya yönelik bir eğitim çabası sürdürmek… yükümlülüklerini taşır.”

 

Kürtlerin büyük mücadelesi karşısında bile hep sosyal şovenizme savrulan, Ermenilerin uğradığı soykırıma susan, diğer onlarca katliamı ve soykırımı bilmezden gelen bir sömürgeci sola, bir de Kıbrıs’ı hatırlatırsanız boykot edilirsiniz!

Kongre’ye davet ettiğimiz Marksist Bakış çevresinden Emre Başer, Marksistlerin Kürt sorununda barış sürecini desteklemesini barışın işçi hareketi içindeki şovenizmi ortadan kaldırarak mücadeleyi birleştirme eğilimi yaratacağı gerekçesiyle savundu.1 Bir de üstüne üstük dönüp Kıbrıs’ın nasıl “dar ölçekli” bir mesele olduğunu anlattı. Sömürgeci devletin Kürt sorununu çözeceği safdilliği ile sosyal şovenizmin burjuva devletin doğasından çıktığını görmezden gelerek, sosyal şovenizmin kendiliğinden sönümleneceğini iddia eden liberal beklenti içerisinde, üst perdeden Kıbrıs’ın küçük bir mesele olduğunu dile getirdi! Sebahat Tuncel ise Kıbrıs’ta YKP kongresine katıldığını, Kıbrıs’ta çokça Atatürk heykeli gördüğünde şaşırdığını söylemişti. Kısacası bize “Kıbrıs’tan bihaberim” diyordu. Türkiye’nin 40 yıla yakındır işgali altında tuttuğu coğrafyadan ve 60 küsur yıllık dış politika meselesinden haberi yoktu. Kürt hareketi içerisinde Sırrı Süreyya dışında pek Kıbrıs’ı bilen de yoktur zaten. Türk solunun sabıkaları ise malumunuz!2

Adanın yarısının Türk ordusu tarafından işgal edildiği, Rus burjuvazisinin ve Alman emperyalizminin Kıbrıs Cumhuriyeti üzerinde çarpıştığı, Rusya’dan sonra İsrail ve Fransa’nın da “üs” talebinde bulunduğu, hali hazırda iki Britanya üssünün, ABD dinleme ve casusluk tesislerinin bulunduğu, Alman ordusunun da çöreklenmeye hazırlandığı “küçük ölçekli” bir mesele! Bizim hayatımız… En nihayetinde Adana’da, Mersin’de büyük ayaklanmalar yaşandığı ve Sovyetler kurulduğu zaman, Sovyetleri bombalayacak savaş uçaklarının havalanacağı batmayan uçak gemisi bir Kıbrıs. “Küçük ölçekli” bir mesele! 21. yüzyılın ilk aşkı Mısır devrimi henüz emperyalist bir askeri müdahale ile karşılaşmamış olabilir. Mısır tarihi ile Kıbrıs tarihi iç içedir. Mısır’daki gelişmelere göre Kıbrıs el değiştirmiştir. Britanya üslerinin kurulması da Süveyş Kanalı savaşı iledir! Mısır devrimine karşı askeri bir harekât düzenlenecekse o da Kıbrıs üzerinden olacak.

En nihayetinde bir enternasyonalist de olsam, toprağına basıp yükseldiğim, kendimi oraya ait hissettiğim, görmezden gelinen, duyulmak istenmeyen, üst perdeden akıl verilen, aşağılanan, sömürgeci küstahlıkları yutan, “hallolunmuştur” denen bir lanettir Kıbrıs.

Yine bir gün “gel-git”lerle “yersiz-yurtsuz”luğa dönüşen enternasyonalizmimiz ortasında bir dar sokakta Haluk Gerger’le tanıştım. Tanışır tanışmaz kucaklaştık. O gün ve ondan sonraki her karşılaşmamızda “Anlat Kıbrıslı kardeşim” diye cümleye başladı. İlk karşılaşmamızda 80’li yıllarda Kıbrıs’ta bulunduğu sıralardaki anılarını anlattı. Niye artık gelmiyorsun, diye sorduğumda, bizi davet eden eski dostlar yollarını değiştirdi, işgalciye hizmete başladı, demişti. Haluk hoca, geçenlerde Kürt hareketinin Avrupa’daki gazetesi Yeni Özgür Politika’da bir yazı yazdı “ilhakçı kişiliği” başlıklı. Bir “sömürge tebaası” olarak hissettiklerimi bir Fanon, bir Memmi sadeliğinde dile getiriyordu Hoca. “Dışarıdan gelip başkalarının yaşadığı topraklara el koyarak hegemon-egemen konuma gelen milletlerin, kendine özgü halleri vardır” diye başlıyordu sözlerine. “Temelde, farkındalık... Sahiplenilen toprakların önceden başkalarına ait olduğu gerçeğinin ağırlığı... Bu, derin bir korku ile birlikte seyreder. Kapitalizmin şafağında mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirdiklerinden duyduğu korkuya benzer bir duygu...” diye devam ediyor. “Eski sahipler günü gelir dönerlerse, hak talep ederlerse, geri isterlerse... Zihinlerde sorular kıvranır durur, kuşatılmışlık nöbetleri depreşir, panik, kin, saldırganlık birbirine dolanır (...) Kendi mezarlığında korkudan ıslık çalmaya başlar. Fetih törenleri, marşlar, bayrak çekmeler, “en büyük ben başka büyük yok” çalımları... Kompleksler, korkular... Ve, fethi her gün yeniden üretme, fethedilene kabul ettirme, rahatlama ihtiyacı...”3

 

Mahmut Konuk, Sait Çetinoğlu, Sibel Özbudun, Fikret Başkaya, İsmail Beşikçi, Sungur Savran, Temel Demirer ve Haluk Gerger’in isimleriyle karşılaştınız şimdiye kadar. Tümünün bir ortak noktası var. Türkiye devrimci hareketi içerisinde Kıbrıs’a dokunmaya cesaret eden ender aydınlar ve yoldaşlar onlar. DİP, parti programında “Kıbrıs’a kendi kaderini tayin hakkını” Kıbrıslı enternasyonalistler gibi savunan tek parti. Bu aydınlarla ve yoldaşlarla en büyük karşılaşma sebebimiz bu “dokunma hali”!

Yetmiyor ama! İki yıllık bir Kıbrıs-Kürdistan Kongresi deneyiminden sonra, bu işin hamallığında, beden ve fikir işçiliğini birleştirdiğimiz bu aydınlara ve yoldaşlara rağmen bir Kıbrıslının “Ermeni”liği artmışsa, bu yılın Mart ayının başından beridir, Babacan’ı Davutoğlu Çiçek’i ile Tayyip’in bütün kabinesi, Orman Bakanı’ndan Enerji Bakanı’na, her gün Kıbrıs’tan bahsediyorsa, bu gözü dönmüş devlet karşısında biz daha çok “Ermeniyiz” ve Onlar “Ermeni meselesi hallolunmuştur” demeye hazırlanan sömürgeciler! Kürdistan petrollerinden sonra Kıbrıs’ın doğal gazı, madeni, petrolü ağızlarını sulandırıyor! Boşuna mı demişiz çifte sömürgecilik diye? Levent (Dölek) yoldaş, İstanbul Kongresi’nde vurgulamıştı: Türk burjuvazisine çifte sömürge de yetmiyor artık!

Yoldaşlar! Biliyor musunuz Mart ayından bu yana sömürgeci küstahlığıyla Babacan, Egemen Bağış, sınır tanımaz Davutoğlu ne zaman sustu ve günlerce konuşamadı? 31 Mayıs ayaklanması başlayınca sustular! Onlarca gün konuşamadılar. Bu haddini bilmezlere haddini bildirdiniz. Ama bu burjuva siyasetçileri dışında birilerine daha ders verdiniz: Kıbrıs’taki Türk işgalini AB emperyalizminin bitireceğini sanan sol liberallere de teorik tartışmalarla verilemeyecek bir ders verdiniz! Kıbrıs işgalini, diğer işgalleri ve savaşları, bizlerin ayaklanmasının, “sürekli savaşa karşı sürekli devrim” şiarının bitireceğini gösterdiniz!

Bazılarınızın “Türk işgali” demem “ulusal gururu”na mı dokunuyor? Dinleyin o zaman… Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), TÜSİAD, Ecevit Hükümeti ile TSK’nın ortak koalisyonu, Amerikan emperyalizminin desteği ile bir askeri harekât başlattı. Karaoğlanlaştırılarak Ecevit’in öne çıkarılması bütün bunları örtmeye yetmiyor. Hükümet savaşa girerken patronlar iki şeye hazırdı: Kıbrıs’ın ilk(el) birikim olanaklarına el koymaya ve TOBB gibi savaşı fırsat bilerek milli askeri sanayi için hükümete talepler yönetmeye. Patronlar grevleri yasakladı, DİSK fazlasını yaptı: Yasaklanan grevlerin yanında işçi maaşlarından kesintiye gidilmesi, ordu için bağış ve gönüllü orduya katılma kampanyası yürüttü. DİSK işçi sınıfının uluslararası birliğine ihanet ederek sosyal şovenizm zehrini sınıfın üzerine saçtı! Harekât bitti ve TÜSİAD haykırdı: Askeri harekât bitti sıra ekonomik harekâtta! Kısacası yoldaşlar, Kıbrıs işgali sizin “ulusal gurur”unuzla veya size anlatılan “ulusal çıkar” yalanı ile ilgili bir mesele değil: Bu, uluslararası burjuvazinin bir parçası olan Türk burjuvazisi ile uluslararası işçi sınıfı arasında bir mesele. Bir savaş. Sömürgeci bir sınıf savaşı, işgal harekâtı…

İşgalin 38. Yılı4, yani geçen yıl, Kıbrıs’taki egemen bloktaki, sömürgeci Türk burjuvazisi ile Kıbrıs’ta faaliyet yürüten yerli burjuvazinin arasındaki anlaşmazlıkların, yani bloktaki çatlakların yamanmaya çalışıldığı bir törendi. Bir yama töreniydi. 39. yıla geldiğimizde ise, o yamanın tutmadığı, AKP’nin ve Türk sömürgeciliğinin Kıbrıs’taki dikişlerinin attığı görüldü. Yönetemiyorlar! Ama hâkim olmak istiyorlar. Sınıf mücadelesi silkeliyor onları, baskıyı artırmak zorunda kalıyorlar! Türk devletinin 60 küsur yıllık resmi Kıbrıs politikası “Kıbrıs’ı İstirdat Projesi”dir! Yani, Kıbrıs’ı Geri Alma Projesi! Yani, ilhak!

Bu satırları sizlere 20 Temmuz işgal harekâtının 39. yılı “kutlama törenleri”nin akşamında, gece yarısından sonra sabaha karşı yazıyorum. Haber sitelerinin manşetlerine bakıyorum. Sosyal şovenizm doruk yapmış! Türkiye’nin Kıbrıs İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, yani Kıbrıs Sömürge Bakanı, iki devletli çözümden bahsediyor! TC burjuvazisinin temsilcileri yeniden ve ısrarla aynı nakaratları tekrar ediyor. Bu saatten sonra iki devletli çözüm diye bir yol yok! Zaten o hayata geçirilmiş. Bu saatten sonra ilhakın adını koyarsınız! Ordusu olmayan, işgal altında, kendi para birimi olmayan, kendi bütçesi olmayan, sırf devlet densin diye sözde bir hükümet ve bir parlamentosu bulunan, kişi başına 3 asker ve polisten fazla silahlı bekçinin düştüğü, 12 Eylül darbesi ile kurulmuş bir devlet! Tek devlet olma vasfı, burjuvazinin işçi sınıfı üzerinde baskı aracı olması!

İlhak ihtimali hep vardır. Türk burjuvazisi KKTC parlamentosunu dağıttığını ve Kıbrıs’ı ilhak ettiğini ilan etmeyi şimdilik göze alamaz. Ama ilhak, zaten pratikte yarı yarıya hayata geçirilmiştir!

Bugüne kadar devrimci Marksizm dışındaki Türkiye soluna ve sendikalarına ne zaman gittikse hep başka gündemleri vardı. Yoğundular. Kıbrıs’ı baştan savdılar. Sizler, Haziran Ayaklanması sırasında genel grevden süresiz ve kesintisiz genel greve kadar çeşitli çağrılarda bulundunuz. Bize sırtını dönen sendikalar, size de sırtını döndü. Sendika bürokrasilerini silkeleyip sendikalarınıza sahip çıkacak olan güç de sizlersiniz! Bu yüzden size sesleniyorum. Sömürgeci küstahlıkta ısrarcı olan politikacılarınızın sesini ancak siz kesebilirsiniz! Bunu Haziran Ayaklanması’nda gördük! Bunun da tek bir yolu var: İşçi sınıfının işçi sınıfı olarak işçi sınıfı adına tüm ezilenler için bu ayaklanmanın parçası olmasıdır!

Kürdistan’dan sonra Kıbrıs üzerine bir doğal gaz-petrol açılımına, sosyal şovenizmin yükseltilmesine, halkların birbirine kırdırılmasına, işçi sınıfının uluslararası birliğinin daha da parçalanmasına siz engel olabilirsiniz! Kardeş halkları, Türk burjuvazisinin çığırından çıkmış bu liderliğinin elleri arasından siz söküp kurtarabilirsiniz!

“Gerçek devrimcidir” denir hep! Gerçek ısrarla savunulduğu zaman devrimcidir. Gerçek tek başına kaldığı zaman çürümeye başlar.

2 Türkiye solunun Kıbrıs politikasının bir değerlendirmesine buradan ulaşabilirsiniz: http://dip.org.tr/uluslararasi/kibris-kurdistan-kongresi-enternasyonalist-bir-hatta-ilerlemek