19-22 Aralık hapishaneler katliamı: Hayata dönüş değil Tufan!

19-22 Aralık hapishaneler katliamı: Hayata dönüş değil Tufan!

19 yıl önce, 19 Aralık 2000’de devlet, koğuş sisteminden hücre tipi hapishane sistemine geçişi sağlamak, bu saldırıya karşı  süresiz açlık grevi ve ölüm orucu eylemi gerçekleştiren siyasi tutsakların direnişini kırmak için aynı anda ülke genelindeki 20 cezaevine kanlı bir operasyon düzenledi. İronik bir biçimde “Hayata dönüş” adı verilen bu operasyon sonunda 28 tutsak ve jandarma kurşunlarının isabet ettiği iki asker hayatını kaybetti, yüzlerce tutsak yaralandı, sakat kaldı. Dönemin adalet bakanı Hikmet Sami Türk aynı akşam çıktığı bir televizyon kanalında operasyonu değerlendirirken, hedefin hapishanelerde devlet otoritesini sağlamak olduğunu ifade ediyordu.

Oysa devlet 12 Eylül darbesi ile 1980 yılında, sadece hapishanelerde değil, tüm yurtta tam bir otorite sağlamıştı. Darbe ile bastırılan işçi sınıfı mücadeleleri ve onun etrafında gelişen toplumsal mücadeleler 80’li yılların sonuna doğru tekrar başladı. 1989 bahar eylemleri ile yeniden sahneye çıkan işçi sınıfının eylemleri, kamu emekçilerinin sendikal mücadeleleri, Kürt halkının özgürlük mücadelesi 90’lı yıllara damga vurdu. Alevilerin de örgütlenmelerinin arttığı bu dönemde sosyalist örgütlenme de gücünü arttırdı. Devlet elbette gereğini yapıyor, en etkili işkence yöntemlerini kullanıyor, Sivas’ta, Gazi mahallesinde olduğu gibi katliamlara girişiyor, hapishaneleri siyasi tutsaklarla dolduruyor ancak ne içeride ne de dışarıda mücadele ateşini söndüremiyordu. Hayata Dönüş Operasyonu işte bu ortamda, sadece içerideki otoriteyi sağlamak için değil, aynı zamanda dışarıya da gözdağı vermek için gerekliydi.

AB standartlarında, emperyalizm destekli bir katliam

Dönemin DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin başbakanı olan Bülent Ecevit, aynı yılın başında İMF ile Stand-by anlaşması imzaladıktan kısa bir süre sonra “Hapishaneler sorununu çözmeden geleceğe güvenle bakamayız” diyerek sermaye devletinin, emekçi halkta oluşabilecek tepkilere karşı sınıf saldırısını güvenli bir şekilde yürütmek istediğine işaret etmişti. F tipi hapishanelerin inşasına ise AB uyum sürecinin bir parçası olarak başlanmıştı.Ulusal medyada da bu hapishanelerin ne kadar konforlu ve AB standartlarında olduğu anlatılıyordu.

Pek konforlu olarak sunulan F tipi, gerçekte devrimci iradeyi kırmak niyetiyle siyasi tutsaklar için yapılan tecrit hücreleriydi. Siyasi tutsaklar ise ülke genelinde, F tipi tecrite karşı 20 Ekim günü açlık grevine başladılar, 45 gün sonra eylemlerini ölüm orucuna dönüştürdüler. Devlet, eylemler başladıktan iki ay sonra, iktidarından muhalefetine, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den TSK’ya tam bir söz ve eylem birliği halinde, ABD ve AB emperyalizmlerinin de büyük desteğiyle 3 gün süren ve katliama varan bir vahşetle hapishaneleri tarumar etti. Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararıyla ve TSK yönetiminde, jandarma eliyle yapılan operasyona 8 binden fazla asker katıldı, on binlerce gaz bombası, sayısız mermi ve bugün hâlâ ne olduğunu bilmediğimiz kimyasal silahlar kullanıldı, hapishaneler içindeki tutsaklarla birlikte ateşe verildi.

Katliamın ardından açılan davalarda ciddi bir yargılama yapılmadığı gibi bir kısmı zaman aşımına uğradı. Operasyondan sorumlu rütbeli askerler için açılan soruşturmalarda ise baştan takipsizlik kararı verildi. Katliamın ardından medyada günlerce hapishanelerin mahkûmlar tarafından yakıldığı, ölenlerin mahkûmlar tarafından öldürüldüğü yalanları anlatıldı durdu. Ancak tutsakların ifadelerinin yanı sıra ortaya çıkmış videolar, askerlerin tanıklıkları bunun bilinçli, planlanmış bir katliam olduğunu bugün kanıtlıyor. Hatta 2011 yılında ortaya çıkan resmi belgelerde operasyonun, en şiddetli halini aldığı Bayrampaşa Cezaevi ayağının “Tufan planı” olarak adlandırıldığı öğrenildi. Bunlara rağmen davalar elbette yerinde sayıyor.

Bugün istibdad rejiminin rehine kaleleri haline gelmiş olan F tipi hapishaneler, siyasi tutsaklara tecrit koşullarını yaşatmaya devam ediyor. Fiziksel ve psikolojik olarak insan sağlığı açısından son derece olumsuz koşullar içeriyor. Buna rağmen mücadele iradesini kırmayı başaramıyor. Parti başkanlarından seçilmişlere, gazetecilerden öğrencilere emekçilere binlerce siyasi tutsağı kurtarmanın, tecriti yok etmenin başlıca yolu ise dışarıdaki mücadeleden geçiyor. Memleketin emekçi, yoksul, ezilen halklarının istibdada karşı mücadelesi kazandığında elbet bu tecrit de son bulacak ve bu katliamın tüm sorumluları halkın önünde hesap verecektir.