11 Eylül: ABD’nin Dreyfus Olayı

Amerikan halkının Ortadoğu halklarıyla vicdani temelde empati kurup savaşa karşı harekete geçmesini daha gerçekçi bulan liberallerin aksine, kitle hareketlerinin bu çapta büyük komploların açığa çıkarılması için talepte bulunup mücadele etmesi binlerce kilometre ötedeki işgallere ve zulümlere bakıp harekete geçmelerini beklemekten çok daha ciddi ve gerçekçi bir politik yaklaşımdır.

Dünyadaki her büyük olayı, hatta devrimleri bile komplolarla açıklamaya çalışanlar ( aralarında her ulustan faşist de bol bol bulunur) bizden uzak olsun. Ancak, böylelerinin varlığı, yakın tarihin devletlerin amaçlarına ulaşmak için düzenledikleri, belgelerle kanıtlanmış yüzlerce komployla dolu olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Gayrimüslim halkı Türkiye’den kaçırmayı hedefleyen devletin, Mustafa Kemal’in Yunanistan’daki evinin   Rumlar tarafından bombalandığı yalanını yayarak 6-7 Eylül 1955’teki kitlesel şovenist şiddeti hazırlaması belgeleriyle kanıtlanmış bir devlet komplosu örneğidir. 1933’te Nazi Partisi kendi tertiplediği parlamento (Reichstag) yangınının sorumluluğunu komünistlerin üzerine yıkarak işçi hareketine ve sola karşı büyük bir sindirme hareketi başlatıp iktidar tekelini kurmak için ilk adımı atmıştı. Japon emperyalistleri, Mançurya’da kontrol ettikleri demiryollarını önce kendileri tahrip edip sorumluluğu Çin’in üzerine atarak 1937’de ülkeyi tamamen sömürgeleştirmeye girişmişlerdi.

ABD emperyalizmi de 20. yüzyılda uluslararası hedeflerine ulaşabilmek için çok sayıda komplo düzenledi. Kapitalist dünya üzerindeki hegemonyasını borçlu olduğu İkinci Dünya Savaşı’na katılmaya bahane aradığı bir ortamda Japonya’nın Aralık 1941’de Pearl Harbor’daki deniz üssüne saldıracağı istihbaratını almasına rağmen ciddi önlemler almayarak saldırının yüksek can kaybına neden olmasına göz yumdu ve böylelikle halkın desteğini alarak savaşa girdi. Ağustos 1964’te Vietnam’ın Tonkin Körfezi’nde Kuzey Vietnam güçlerinin gemilerine saldırdığı bahanesiyle Vietnam Savaşı’na giren ABD’nin yalan söylediği, böyle bir saldırının gerçekleşmediği yıllar sonra bizzat Amerikan arşivlerinden çıkan belgelerle kanıtlandı.

Yukarıda özetlenen tarihsel gerçeklere rağmen, çok sayıda insanın yaşamını yitirdiği kanlı bir “terör” saldırısının ardından devletin olaya ilişkin resmi açıklamasından kuşku duyduğunu söyleyenlerin “komplo teorisyenliği” ile suçlanması yalnızca Türkiye’ye özgü bir şey değil, dünyanın her yerinde yaygın bir alışkanlıktır. 11 Eylül 2001’deki olayların ardından ABD’de de aynı şey oldu. Devletin olaya ilişkin resmi açıklamasındaki tutarsızlıkları sorgulayanlar milli birliğe ve güvenliğe zarar vermeye çalışan komplo teorisyenleri olarak damgalanarak marjinalleştirildi. ABD yetkililerinin 11 Eylül’e ilişkin resmi açıklamasının tutarsızlıklarının tamamını bu kısa yazıda ele almak mümkün değil. Burada yalnızca birkaç tanesine özetle değineceğiz. Olayların üzerinden henüz 24 saat geçmişken, yani ortada doğru dürüst bir soruşturma yokken tüm faillerin listesinin açıklanması göze çarpan ilk kuşkulu noktaydı. New York’taki Dünya Ticaret Merkezi kompleksinin yıkıntılarındaki tonlarca kalıntının ciddi bir kriminal incelemeden geçirilmeden alelâcele ülke dışına çıkarılması “teröre karşı milli birlik ve beraberlik” çığlıkları arasında sessizce geçiştirilen büyük bir skandaldı. İkiz Kuleler yıkılmadan önce alt katlarından patlama sesleri geldiğini söyleyen çok sayıda tanığın ifadelerine rağmen konuya ilişkin hiçbir araştırma yapılmadı. İki devasa kulenin (ancak bina temeline yerleştirilen dinamitlerle yapılan, kontrollü yıkımlarda görülen biçimde) 10 saniye içinde, simetrik olarak yıkılıp tuzla buz olmasının ciddi bir soruşturmayı gerektirdiği aşikârken, resmi açıklama kulelerin katlarının üst üste yığılarak yıkıldığını öne süren “krep teorisi”nde ısrar etti. İkiz Kuleler’in yakınında oturan bir kişinin olayın ardından yıkıntılardan alıp bilim insanlarına teslim ettiği örneğin analizinde patlayıcı kalıntılarına rastlanması bile durumu değiştirmedi!

Nihayet, resmi açıklamanın iflas ettiği en çarpıcı noktaya geliyoruz. Önce soralım: O gün New York’ta kaç bina yıkıldı? 11 Eylül deyince gözünün önüne yıkılan İkiz Kuleler’in görüntüsü gelen çoğu insan iki diye cevap verecektir. Oysa, başta Amerikan medyası olmak üzere dünyanın belli başlı medya kuruluşlarının ısrarla gözlerden uzak tutmaya çalıştığı gerçek şu ki, 11 Eylül’de iki değil üç bina yıkıldı! Dünya Ticaret Merkezi’nin 7 numaralı, 47 katlı binasının birkaç katı İkiz Kuleler’den kopan bazı parçaların üzerine düşmesiyle yanmaya başlamıştı. Yaklaşık yedi saat boyunca yandıktan sonra tamamen yıkıldı. Binaya hiçbir uçağın çarpmaması, benzer türden binaların çok daha kötü yangınlarda bile tamamen yıkılmamış olması, üstelik binanın (dinamitle gerçekleştirilen kontrollü patlamalarda olduğu gibi) 10 saniyede tuzla buz olması yeterince kuşku uyandırıcı olmasına rağmen konunun üzerine gidilmedi. Olaylara ilişkin derli toplu tek resmi açıklama çabası olan 2004 tarihli Ulusal Komisyon Raporu, içindeki insanların tahliye edilmesi sayesinde 7 numaralı binada kimsenin hayatını kaybetmediği gibi komik bir gerekçeye sarılarak bu soruyu yanıtlamaktan kaçtı. Tarihe şu notu düşmekte sakınca yok: 11 Eylül’de gerçekten ne olduğunu olayın arkasındaki failler ve ilişki ağlarıyla birlikte ileride bir gün öğreneceksek bu 7 numaralı binanın neden yıkıldığı sorusunun cevabının araştırılması sayesinde olacak, sayısız bilinmezle dolu düğümler buradan başlayarak çözülecek.

George W. Bush’un kabinesinden ve ailesinden kişilerin de içinde bulunduğu, bir dönemin önemli “yeni muhafazakâr” düşünce kuruluşlarından birisi olan Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin 2000 yılında yayımladığı Amerika’nın Savunmalarını Yeniden İnşa Etmek başlıklı raporunda ABD’nin 21. yüzyılın gerektirdiği askeri dönüşüm sürecinin “yeni bir Pearl Harbor gibi katastrofik ve kolaylaştırıcı bir olay” olmaksızın çok uzun zaman alacağı savunulmuştu. 11 Eylül tam da bu işlevi görerek ABD’nin iki yıl içinde Afganistan ve Irak gibi iki büyük ve önemli ülkeyi (Amerikan halkının çoğunluğunun desteğini alarak) işgal etmesinin önünü açtı. 2000’lerin ortasından itibaren ABD’nin her iki ülkede de tökezlemeye başlamasıyla birlikte Amerikan halkının savaşlara desteği azalmaya başladı. Bu süreçte giderek artan sayıda insan 11 Eylül’e ilişkin kuşkularını ifade etmeye ve olaya ilişkin ciddi bir soruşturma yapılmasını talep etmeye başladı. Örneğin binden fazla mimar ve mühendis (kariyerlerini riske etme pahasına) Dünya Ticaret Merkezi’nde yıkılan üç binaya ilişkin yapılan resmi açıklamanın bilimsel ve inandırıcı olmadığını, 7 numaralı binanın kontrollü biçimde dinamitle patlatıldığının ise kesin olduğunu ileri sürdüler. Aralarında 11 Eylül’de yakınlarını kaybedenlerin de bulunduğu pek çok insan biraraya gelerek Amerikan halkına 11 Eylül günü iki değil üç binanın yıkıldığını duyurmak ve 7 numaralı binanın neden yıkıldığı sorusunun cevabını almak için kampanya düzenlediler. Bu kampanyalar sürüyor ama 11 Eylül’ün perde arkasındaki gerçekler bugün de karanlıkta kalmaya devam ediyor.

ABD’deki savaş karşıtı liberal entelektüellerin (Alexander Cockburn ve Noam Chomsky gibi) bazıları bu kampanyaları “komplo teorisyenliği” diye küçümseyerek savaş karşıtlarının daha “ciddi” ve “gerçekçi” gündemlerle uğraşmasını salık verdiler (Chomsky bu konudaki bir soruya “kimin umurunda” karşılığını verdi). Amerikan halkının Ortadoğu halklarıyla vicdani temelde empati kurup harekete geçmesini daha gerçekçi bulan bu tür liberallerin aksine, kitle hareketlerinin bu çapta büyük komploların açığa çıkarılması için talepte bulunup mücadele etmesi binlerce kilometre ötedeki işgallere ve zulümlere bakıp harekete geçmelerini beklemekten çok daha ciddi ve gerçekçi bir politik yaklaşımdır. 19. yüzyılın sonunda Fransa’da yaşanan Dreyfus davasından NATO’nun kurduğu Gladio örgütlerinin açığa çıkmasına (ve Türkiye’de emekçilere ve ezilenlere karşı gerçekleştirilen komplolara) uzanan sayısız örnek olay, devletlerin örgütlediği komplolara karşı mücadelenin emekçi kitlelerin harekete geçirilmesi ve bilinçlenmesi bakımından yaşamsal önemde olduğunu gösteriyor. 11 Eylül konusunu bu şekilde gündeme getirmekten kaçınmak Amerikan emekçilerinin dünyanın dört bucağındaki kitle mücadelelerinin pasif seyircisi olmaktan başka bir rol oynayamayacağını kabul etmek demektir. Aksini düşünenlerin 11 Eylül’ün ardındaki gerçeklerin ortaya çıkarılması için bilim insanlarının ve olayı sorgulamaktan vazgeçmeyen kurban yakınlarının da içinde yer alacağı bağımsız bir soruşturma komisyonu kurulması talebini savunmaları gerekir. Bu en başta Amerikalı devrimcilerin görevidir. 11 Eylül’ün onuncu yıl dönümüne yaklaşırken ihtiyaç duyulan böyle bir siyasi müdahaledir.