Ergenekon: Torba dava

AKP “demokrasisi” torbadan çıkan demokrasi oldu. Misal olsun diye söyleyelim: AVM’lerde otoparkların ilk üç saatinin parasız olmasını zorunlu kılan bir yasa hükmü ile belirli bir işkolunun işçilerine yüzde 40’ın üzerinde grev yasağı getiren bir hüküm, eczanelerden alınacak hangi ilaçların hangi usullerle SGK’ya fatura edilebileceğine ilişkin bir hüküm ile TMMOB’nin denetim yetkilerinin kaldırılmasına ilişkin bir hüküm aynı yasa tasarısının içinde ele alınabildi. Herkes biliyor, bunun adı “torba yasa” oldu.

Torba yasa ile demokrasi falan olmaz. Torba yasa kendi adını söylemeye korkan yasa demektir. Demokrasinin ilk şartı olan aleniyet ilkesini çiğner. Bir ülkeyi kimsenin ne tartışıldığını bile anlayamayacağı yasalar yaparak yönetmeye kalkarsanız, o işte olsa olsa AKP’nin demokrasisi kadar olur.

Bir de, kimse bunu böyle söylemedi ama “torba anayasa” var. 2010 referandumu, kadın-erkek eşitliğinden genel greve, HSYK’nın çalışma ve örgütlenme usullerinden Danıştay’ın yerindelik kararı alma yetkisine beş benzemezi bir araya getiren bir anayasa referandumu idi. İçi acı ilaç, dışı şeker kaplı bir anayasa değişiklikleri paketi. Çocuk akıllılar şekere kandılar, “yetmez ama evet” dediler. Tayyip Erdoğan’dan teşekkür bile aldılar. O zamandan beri olan biten onlara ders olsun! Halk isyanı da halkın onlara tokatı!

Aslında “torba anayasa” torba yasadan bile kötüydü. Çünkü bütün sakıncalarına rağmen, son tahlilde, torba yasada bir madde için lehte, başka bir madde için aleyhte oy kullanabilir milletvekilleri. Halk ise beş benzemez için ya evet demeye itiliyordu, ya hayır!

İşte böyle bir rejimin en önemli davasının da torba dava olması uygundur! “Ergenekon davası” olarak anılan dava, torba davadır. Bu karakterini unutarak bu dava hakkında lehte ya da aleyhte tek bir toptan değerlendirme ile işi kapatmaya çalışan, açıkça söyleyelim, burjuvazinin bir ya da öteki kanadının kuyruğuna yapışmış demektir.

Veli Küçük gibi bir tescilli katilin ağırlaştırılmış müebbet hapis aldığı bir davayı neden yerden yere vurmalıyız? Milletvekili seçildiği halde salıverilmeyen bir Mustafa Balbay’ın gerçekten bir örgütün üyesi olduğuna kim kefil olabilir de “hak yerini buldu” diyebilir? Bu ikisini bir arada ele alan kişi ya aklını peynir ekmekle yemiştir…ya da burjuvazinin siyasi iç savaşında kanatlardan birine o kadar angajedir ki gözü kör olmuştur!

Boru mu?

Biz burjuva mahkemelerine değer verenlerden değiliz. Bu ülkede “yargıcın vicdan ile cüzdan arasına sıkıştığını” söyleyen eski Yargıtay Başkanı idi. Başka hiçbir soruna değinmesek bile, bu toplumda yargının bu özlü cümlenin işaret ettiği sınıf karakteri bize yeter. Polisin delil toplama yöntemlerine, savcıların polis sözcüsü gibi davranıp emniyetin fezlekesini iddianame haline getirmesine, hâkimlerin de, özellikle Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin sivil cübbe ve kod adı altına gizlenmiş yeni bir versiyonundan başka bir şey olmayan Özel Yetkili Mahkemeler söz konusu olduğunda, bütün hukuki usulleri hafife almasına ne şaşırırız, ne de zaten başka türlüsünü bekleriz. Düne kadar burunlarının dibinde yaşanan trajediyi Kürtlere ya da solculara uygulandığında halının altını süpüren binlerce, on binlerce “demokrat”ın da bu usul sorunlarına bugün kafayı takmasının ne denli ikiyüzlü olduğuna işaret etmeyi görev biliriz.

Ama insaf! Bu usul sorunlarından hareketle bu davanın sanıklarının hepsinin tarihi bir haksızlığa uğramış olduğunu söylemek gericilik değildir de nedir? Herkesin en önemli karar olarak gördüğü İlker Başbuğ kararını alın. Elbette gıdıklayıcı bir yanı var işin. Adam bir terörist olarak devletin protokolünün en üst kademelerine kadar sokulmuş, cumhurbaşkanı ve başbakanla baş başa görüşmeler yapmış, devlet sırlarına, hem de en gizlilerine vakıf olmuş, ama kimse o emekliye ayrılana kadar onun terörist olduğunu anlayamamış. Tamam, hep birlikte gülelim burjuva adaletinin içine düştüğü duruma. Ama İlker Başbuğ’un, geleneğinde düzenli darbeler yapmak olan bir ordunun komutanı olarak, seçilmiş hükümeti tehdit ettiğini, ordunun yargının üzerinde olduğunu ilan ettiğini hepiniz unuttunuz mu? Trabzon’da bir destroyere çıkmış, Hitler döneminden kalma bir haber klibi atmosferi içinde “asarız keseriz” tonunda hükümeti tehdit ettiğini ben televizyonda gözlerimle gördüm! Bu, milyonlarca insanın gözü önünde işlenmiş bir darbe tehdidi suçu değil midir? Lav silahları yakalandığı zaman “bu boru parçasıdır” diye mahkemeleri takmayacağını ilan eden bu adam değil midir? Islak imza tartışmasında “bu kâğıt parçası” diyen bu adam değil midir? Şimdi birdenbire “âdil yargılama” düşkünü haline gelenler, bu hukuki inceliklerden arındırılmış biçimde bir an düşünsünler. Bu adamın milyonlarca insanın gözüne soka soka yaptığı bu hukuk ihlalleri sizce müebbet olmasa bile cezayı hak etmiyor mu? Ediyorsa neden hukuk ayaklar altına alınmış oluyor? Bu suçları işlemiş bir genelkurmay başkanının ceza yemesi, hani belki gelecekte başka genelkurmay başkanları üzerinde caydırıcı bir etki yapabilir diye düşünebilir miyiz acaba? İlker Başbuğ’a sahip çıkanlar kaç yıl pazarlığı mı yapmak istiyorlar yoksa? Ama o zaman da suçlu olduğunu kabul ediyorlar demek değil midir bu? Bütün bunlar Ergenekon davası üzerinde toptancı yargıların gülünçlüğünü göstermekten başka bir anlama gelmez!

Bakın, hukuk usulünü güya önemli bulup sadece bu davalarda hatırlamış olanlar için bir karşılaştırma yapalım. Pınar Selek’i, işlemediği bütün dava dosyasından belli olan bir suç için yıllarca süründüren, sürgüne çıkmak zorunda bırakan bir hukuk sisteminden söz ediyoruz. Şimdi, Ergenekon davasında pek duyarlı hale gelen on binlerce insanın o davadan haberdar bile olmadığını, hele hele yapılanları protesto etmekten bütünüyle uzak durduğunu kolaylıkla tahmin edebiliriz. Tamam, hukuk usulünün önemli olduğunu kabul edelim. Ama İlker Başbuğ’un durumu ile Pınar Selek’in arasında bir fark yok mu? İlkinde atfedilen suç işlenmiş olmasa bile, sanığın başka suçlardan suçlu olduğu biliniyor, çünkü o suçlar milyonların gözü önünde işlenmiş. Başbuğ için ağlayanlar, güpegündüz bütün mahalle halkının gözü önünde eşini öldüren bir adam cezalandırıldığında “ama deliller tam toplanmamıştı” demeye benziyor. Bu önemsiz demiyoruz. Bütün bir mahalle halkı yalan da söyleyebilir elbette. Dolayısıyla en aşikâr durumlarda bile usule uyulması iyidir. Ama siz eğer cinayeti gözlerinizle görmüş olan bir mahalle sakini iseniz “vah vah adama haksızlık edildi, suçsuzdu” der misiniz aklınız başında ise? Oysa Pınar Selek davasında kaç bilirkişi ve kaç tanık, patlayanın bomba olmadığını ve Pınar’ın olayla ilgisi olmadığını beyan etmiş. İşte burada usul önem kazanır. Hukuk konuşmuyoruz. Siyasi olarak birinde “vah vah” derseniz, darbeciliği savunmuş olursunuz, ötekinde “yuh” çektiğinizde düzenin bir muhalifine yönelttiği bütünüyle haksız bir saldırıyı kınamış olursunuz!

Bu arada genç kuşakları İlker Başbuğ konusunda özellikle uyarmak gerekir. Yukarıda “terörist”in devletin üst kademelerine sızması konusundaki gülünçlüğe hep birlikte gülelim derken, bu devletin terör uyguladığını yadsıyanların gözünden bakarak konuşuyorduk. Yani Erdoğan terörist değil, ama onun emrinde iş yapan Başbuğ terörist ve Erdoğan bunu fark etmiyor. Komiklik buradan kaynaklanıyor. Oysa devletin onyıllardır sergilediği terör örnekleri, aslında Başbuğ’un ona bu amaçla olmasa da yapıştırılan terörist sıfatını daha da anlamlı kılıyor. Roboskî’yi ve benzerlerini hatırlayın, yeter!

Muhalif aydınları susturma

Bazı sosyalistler bile bu davada meslek saymaya pek meraklı: muvazzaf ve emekli subaylar, üniversite rektörleri, gazeteciler, iş adamları diye sayıp duruyorlar. Bu dizilere “mafya babaları” nedense girmiyor. Şayet bir sosyalist bu davanın sanıkları hakkında böyle meslek sayıyor ve “mafya babası” diye eklemiyorsa, bilin ki o iflah olmaz bir düzen insanı olmuştur. Çünkü mafya babalarını listeye sokmamak, yazarımızın okurunda “bakın ne kadar saygın mesleklerden insanlar” izlenimini doğurmak istediğini ima eder. Bu, burjuva toplumunun düzenine, işbölümüne, hiyerarşisine teslim olmaktan başka bir şey değildir! Bu insanlar o kadar acıklı bir durumda ki, bütün bu “saygın” meslekleri sayıyorlar, ama bunların arasında bir sendikacının da (onun sendikacılığının gangsterlikten farklı olmaması önemli değil, ötekilerin temizliğine kefil olmayacaksanız!) bulunduğunu dahi unutuyorlar! İş adamı saygın, sendikacı değil!

Burjuva toplumunun işbölümünü yüceltmek bizden uzak olsun! Meslekle devletin kirli işlerini yapmak arasında ne bir bağ, ne de bir çelişki görürüz biz. “Gazeteci”den bile söz etmeyeceğiz, kutsal meslek yoktur. Meslek değil önemli olan, fiil. Ergenekon davasında düşünce düzeyindeki faaliyetleri dolayısıyla, bu arada gazetecilik faaliyetleri dolayısıyla yargılanıp ceza yiyen kişilerin olduğu az çok belli. Bunların yazılarında Veli Küçük türü tescilli katilleri bile savunuyor olması veya elde ettiği istihbaratı gazetesinde darbe faaliyetine sempati duyduğunu belli eder biçimde haberleştirmesi bile, darbecilerle ve katillerle aynı davada yargılanıp mahkûm edilmesi için gerekçe oluşturamaz. Bir Yalçın Küçük televizyon programlarında eksantrik bir tavırla kitaplarını yerlere fırlatıp “işte benim bombalarım” demiş olabilir. Şayet bombaları bundan ibaret ise kimse onu yargılayamaz, yıllarca tutuklayamaz, ağır hapis cezaları veremez. Bu yanıyla Ergenekon davası AKP’nin bazı muhaliflerini susturma davasıdır! Bu gerçekleri görmezlikten gelip mahkeme kararına açık çek verenler, solun tarihine bir skandal olarak geçecek olan “yetmez ama evet” sloganının sefaletinden hâlâ ders çıkaramayanlardır.

Kontrgerilla korundu, geleceğe hazır tutuldu!

Bu iki ucu, Ergenekon davasında toptancı yargıların nasıl silme yanlış olduğunu anlatabilmek için ardı ardına ele aldık. Aslında Ergenekon davasında savunulması mümkün olmayan o kadar çok şahıs var ki. İlker başbuğ’un yanı sıra ceza yiyen Şener Eruygur, Hurşit Tolon gibi generallerin darbeci faaliyetlerinin, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in “darbe günlükleri”nde ayrıntısıyla anlatılmış olduğunu hatırlamakla birlikte bunların hakiki olup olmadığını kesin olarak bilemeyeceğimiz için görev başındayken siyasi meselelere hoyrat, küstah ve tehditkâr tavırlarla sürekli müdahale ettiklerini hatırlatalım. Onlar da İlker Başbuğ gibi milyonlarca insanın önünde işlediler suçlarını. Bunların cezalandırılmasına üzülmek yerine “hani esas darbeci, hani Kenan Evren?” diye sormak gerekir. Sadece AKP hükümetine karşı darbe suç değildir. İşçi sınıfına karşı yapılan 12 Eylül darbesi de suçtur! Üstelik biri sadece teşebbüs ya da eksik teşebbüs safhasında kalmıştır, öteki (12 Eylül) 33 yıldır milyonları sefalete uğratan sonuçlara yol açmıştır. İtiraz etmek yerine bunu anlatmak gerekir halka!

Ardından bir katiller ordusu geliyor. JİTEM’in kurucuları, kontrgerilla ajanları ve yardakçıları. Adapazarı-Düzce arası ünlü üçgende sayısız sivil Kürdün yargısız infazında rol alan Veli Küçük, JİTEM’in kurucusu Arif Doğan, Özel Kuvvetler Başkanvekili, Abdullah Çatlı’nın yakın dostu İbrahim Şahin, Kürt cesetlerini çukurlara dolduran Hasan Atilla Uğur, Levent Ersöz, Hrant’ın baş belası Kemal Kerinçsiz, Akın Birdal’ı öldürmeye çalışmış olan Tufan Semih Gülaltay, Susurluk raporlarında defalarca teşhir edilen Sami Hoştan, mafya babaları Sedat Peker ve Drej Ali, işkenceci polis müdürü Adil Serdar Saçan. Bunların cezalandırılmalarını hukuk usulü bakımından hakları çiğnendiği için kınayacak mıyız? Bunlar hakkında Başbakanlık raporları var, kuşkunuz mu var hâlâ katil olduklarından?

Bunlar için söylenecek şey şudur: Bu insanların esas yargılanması ve cezalandırılmaları gereken fiillerinin sözü dahi edilmemiştir, bu bir! Bu insanlar bütün bir halka, yani Kürt halkına ve ayrıca Ermeni halkının aziz bir temsilcisine karşı cinayetlerle suç işlemişlerdir. Bunların darbecilikten yargılanması, derin devlet denilen kontrgerillanın savunulmasıdır. Gelecekte aynı işlevleri sürdürebilmesi için sakınılmıştır kontrgerilla. AKP hükümeti ve cemaatin yargı sistemindeki temsilcileri, son yıllardaki bütün yönelişleriyle halka karşı işlenen suçları gizlemiş, bütün yargılamaları özenli biçimde kendilerine karşı işlenen suçlarla sınırlandırmışlardır.

Dolayısıyla bu insanların siyasi şefleri yargılanmamış ve cezalandırılmamıştır. Bu da sistemin gelecekte varlığını sürdürmesinin güvencesidir. Hükümet emir verdiğinde öldürecek katil memur her zaman bulunur! Bu da iki.

Birileri, bu kontrgerillacıların yediği cezaları duyunca yüreklerinin yağ bağladığını ilan etmiş. Ne zavallılık! Devrimci Marksizmden intikamcılığa kadar alçalmak! Politikayla bağını bu kadar “demokrat”ça yitirmek! Bu cezaların gerekçesi Kürt halkına (JİTEM, kontrgerilla) veya işçi sınıfına (Kenan Evren) karşı işlenen suçlar değil ki! Ceza, birincisi, belirli suçları işleyen kişi ve devlet kurumlarını halkın gözünde teşhir ettiği için ve ikincisi, bu sayede gelecekte aynı kişilerin veya başkalarının o suçu işlemesini caydırma ihtimali dolayısıyla anlamlıdır. İntikam amacıyla değil!

Doğu Perinçek vakası

Yazarlık veya gazetecilik (mesleği değil) faaliyeti dolayısıyla baskı görenlerin durumunu yukarıda ele aldık. Son olarak Doğu Perinçek vakasına da değinelim. Bu şahsın özelliği, içerideki tek siyasi parti başkanı olmasından geliyor. Aslında şimdi söyleyeceklerimiz sadece Perinçek için değil, onun genel başkanı olduğu partinin bütün mensupları için de geçerli. Ama genel başkanın partiyi toplum önünde temsil etmesi ve parti içinde de en yetkili kişi olması, üstelik Perinçek’in söz konusu partinin tartışılmaz tarihi önderi olması, tartışmayı en arı biçimde onun şahsında yapmayı daha anlamlı kılıyor.

Doğu Perinçek ile en ufak bir siyasi yakınlığımız olamaz. Biz onu düzenin ısrarlı ve zararlı bir savunucusu olarak görüyoruz. Hiçbir ilişkisine de kefil olmayız. Ama ortada açık bir gerçek var. Şayet Perinçek ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını (artı 34 yılı) hak edecek bir suç işledi ise, partisinin bundan bağımsız bir faaliyet içinde olması düşünülemez. Perinçek hırsızlık yapmakla veya rüşvet vermekle suçlanmıyor. Ona isnat edilen suç siyasidir. Şayet bu suçu işlediyse partisi de suç işleme odağı haline gelmiştir demektir. İkisini ayırmak hukukla da siyaset bilimiyle de alay etmektir. O zaman Perinçek’in ve partisinin birlikte yargılanması gerekir. Ama bu da Perinçek’in Anayasa Mahkemesi’nde yargılanmasını gerektirir.

Soru şudur: Cemaatin Özel Yetkili Mahkemeleri’ndeki yargıçlarına güvenen iktidar acaba Anayasa Mahkemesi’nde tökezleyeceğinden korktuğu için mi Perinçek’in partisi için kapatma davası açtırtmıyor? Bu soru basit bir hukuk sorusu değildir. Ardından gelen soru şudur: AKP iktidarı, kurduğu ilişkiler ağıyla, bazı suçlu şahısları hukuken sağlam temelde yargılarken kendisine muhalif bazı siyasi partilere de temeli olmayan baskılarla darbe mi vurmaya çalışıyor? Yani bir kez daha hukuk usulü sorunu ciddi bir siyasi soruna işaret ettiğinde anlam kazanıyor.

İstiklal Mahkemeleri, Yassıada, Sıkıyönetim Mahkemeleri, DGM’ler, ÖYM’ler

Burjuva yargısı, aynen devletin başka organları gibi, temelde bir sınıf hâkimiyeti sistemini sürdürmek için kurulmuştur. Türkiye gibi devletin neredeyse sürekli olarak halkına karşı savaş verdiği bir ülkede bu yargı sistemi bazı dönemlerde açık biçimde bir savaş aygıtı biçimini almıştır. Zaman zaman da hâkim sınıflar kendi içlerindeki sorunları aynı yöntemlerle çözmeye yönelmiştir. 12 Mart ve 12 Eylül’ün Sıkıyönetim Mahkemeleri de, bunları işlevlerini “normal” dönemlerde üstlenen DGM’leri de, bu DGM’lerin güya sivil ve örtülü biçimleri olan Özel Yetkili Mahkemeleri de halka, yani bazen işçi sınıfına, bazen ezilen ulusa karşı savaş aygıtlarıdır. İstiklal Mahkemeleri kısmen halka yöneliktir, kısmen hâkim sınıfın kendi iç hesaplaşmalarına. Menderes’i ve iki bakanını astıran Yassıada açıkça burjuvazinin kendi iç hesaplaşmasının aracı olmuştur. Şimdi Ergenekon ve Balyoz gibi davalar söz konusu olduğunda, daha önce halka karşı savaş aracı olarak kullanılmış olan Özel Yetkili Mahkemeler (bunlar hâlâ da böyle kullanılıyor) aynı zamanda burjuvazinin on yıldır açık açık süren, ama kökleri 28 Şubat 1997’ye kadar geri giden iç savaşının bir hesaplaşma alanı haline gelmiştir.

Ergenekon davası burjuvazinin iç savaşının yeni bir muharebesidir. Böyle anlaşılmalı. İslamcı burjuvazi şimdilik üstünlüğü elinde tutuyor. Mevzilerini sağlamlaştırmaya çalışıyor.

Buradan kimse “demokrasi” beklemesin. Kimse de AKP, Batıcı-laik burjuvaziye karşı hâkimiyetini pekiştiriyor diye darbecilere, kontrgerillacılara, tescilli katillere sahip çıkmasın.

Eski dönem bitti. Türkiye’de sadece iki kamp ve solda onların kuyrukçuları yok. Artık halk isyanı yaşandı. Çapulcu kampı var. İşçi sınıfı ve Kürt halkı katıldıkça güçlenecek o kamp. Ve sonunda AKP’den de, kontrgerilladan da hesabı o soracak!