Yabancı sermaye cari açığa çözüm mü?

Dünya ekonomisindeki kriz dalgalarının yavaş yavaş Türkiye sahillerine vurmaya başladığının önemli göstergelerinden biri de Türkiye kapitalizminin yapısal sorunu olan cari açığın nasıl kapatılacağı konusundaki endişelerin artmış olması.

Önde gelen kredi derecelendirme kuruluşlarından Fitch’in cari açığın büyüklüğü bakımından Türkiye’nin Gelişmekte Olan Ülkeler (GOÜ) arasında kriz riskine en açık ülke olduğu yorumu bu bakımdan bir uyarı niteliği taşıyordu. Benzer şekilde İMF de GOÜ arasında cari açığın büyüklüğünü temel alarak oluşturduğu “ısınma endeksi”nden hareketle Türkiye ekonomisinin krizin yayılmasından en fazla etkilenecek ülkelerden biri olduğunu belirtti.

Başbakan “teğet bile geçmeyecek” gibi laflarla ortalığı yatıştıra dursun, AKP hükümeti, 2002-2008 döneminde dünya ekonomisinin çok özel bir konjonktüründe bolca bulabildikleri sıcak paranın kriz ortamında kaçabileceği endişesiyle cari açığı tedricen aşağı çekmek amacıyla dışarıdan sermaye bulma arayışına çoktan girdi bile. AKP’nin almaya çalıştığı önlem bu sefer geçici değil, daha kalıcı olan yabancı sermayeyi ülkeye çekmek. Ekonomi Bakanı Çağlayan’ın “cari açık yabancı sermaye ile biter” tespiti, hem hükümetin hem de Türkiye burjuvazisinin ufkunun somut bir ifadesi. Bu sefer Arap sermayesinden ümit mi kesildi bilinmez, yabancı sermayeyi doğrudan yatırım yapmaya ikna etme girişimleri hükümetin gündeminde önemli yer teşkil ediyor. Bu doğrultuda Bakan Çağlayan geçtiğimiz günlerde o ülke senin bu ülke benim “yatırım avı”na çıktı.

Elbette bu tür arayışlar geçmiş dönemlerde de sürüyordu, ancak Bakan Çağlayan’ın yoğun temposu nedeniyle aynı günü hem Güney Kore’de hem de ABD’de iki kere yaşamak durumunda kalması (!) olağan bir durum olmasa gerek. Bakın Bakan Çağlayan ne diyor? “Türkiye geleceğin Detroit’i olacaktır”. ABD’nin dünyaca ünlü otomotiv üssünü Türkiye’de yaratmak amacıyla Güney Kore’de Hyundai otomobil firmasıyla görüşen Bakan onlara “gel motor fabrikasını Türkiye’ye kur; sakın geç kalma erken gel” dediğini bildirmiş. Kısa bir süre önce de Bilim ve Teknoloji Bakanı Ergün benzer şekilde “otomotiv denince akla ilk gelen şehirlerden biri olan Detroit artık bu özelliğini büyük oranda kaybediyor. İşte bu yüzden Bursa, Yalova, Kocaeli, Sakarya havzası neden yeni bir Detroit olmasın?” demişti.

Bir an için son 20 yılda Türkiye burjuvazisinin yabancı sermayeyi çekmek uğruna ve işçi sınıfını ezme pahasına verdiği onca tavizle birlikte sunduğu sömürü imkânlarına rağmen fabrika kurmak üzere gelen yabancı yatırımların boyutunun diğer GOÜ ile karşılaştırıldığında oldukça düşük seviyede kaldığını bir kenara koyalım. Öykünülen Detroit kentinin uzun yıllardır sürmekle birlikte özellikle 2008’de yeniden patlayan dünya ekonomik krizi ile iyice açığa çıkan sefaleti Türkiye işçi sınıfını önümüzdeki günlerde bekleyen bir tehlike olarak önemli ipuçları taşıyor. “Amerikan Rüyası”nın simge kenti Detroit’te ekonomik krizden en çok otomotiv şirketlerinin etkilenmesi ve bir dizi şirketin iflas edip işçilerinin sokağa konulmasının ardından yoksul halk para bulamadığı için ölülerini bile gömemez hale gelmişti. Çarpıcı başka bir olgu da kentteki mahkûmların işsiz ve aç kalma korkusuyla (!) tahliye olup cezaevinden dışarı çıkmak istememeleri idi. Görünen o ki Türkiye burjuvazisi uluslararası sermaye karşısındaki tarihsel geriliğini, yeni yatırımlarla kapama kapasitesinde olmadığı gibi, kriz koşullarında emekçilerin sırtından “küçük Detroit” hayalleri kuruyor. Hem Detroit’in işsiz ve ezilen halkı ile benzer bir kadere meydan okumanın hem de sermayenin dar ufkunu aşmanın yolu Türkiye işçi sınıfının yatırımların kontrolünü ele geçirip istihdam ve refahı artıracak alanlara yöneltmesinden geçiyor. Bunun ise özel mülkiyet temelinde olması mümkün değil.