Kamulaştırma ama işçi denetiminde!

Kamulaştırma ama işçi denetiminde!

Salgın koşullarında tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de patronlar “ikinci dalgayı kaldıramayız” şantajı ile hükümetlere izlenmesini istedikleri politikaları dayatıyorlar.  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’na “neşen yerinde” demesi boşuna değil. Bu salgın tüm dünyada burjuvaziye “Allah’ın lütfu” gibi geldi. Hükümet Ekonomik İstikrar Kalkanı adı altında kamu kaynaklarıyla şirketlere destek paketleri açıklıyor, ucuza kredi veriyor, iflasın eşiğine gelen şirketleri ya kurtarıyor ya da bu şirketlerin hisselerini alarak onlara “geçici süre” ortak oluyor. Varlık Fonu’nun zordaki şirketlere ortak olmasını mümkün kılacak düzenlemeler yapıyor. Benzer şekilde İstihdam Kalkınma Paketi adı altında da özel sektöre akıtılan kamu kaynaklarının haddi hesabı yok. Kısa çalışma ödeneği uygulaması ile devlet sırf işveren işten atmasın diye adeta işçinin maaşını ödüyor, İşsizlik Fonu’ndaki paranın bir bölümünü istihdamı koruması için patronlara kullandırıyor, bir bölümünü ise tahvile yatırıyor, kıdem tazminatını ortadan kaldırmaya girişiyor, istihdam maliyetinin yüzde 40’ını kendi üstleniyor. Bunlara şehir hastaneleri, otoyol vb. büyük çaplı altyapı yatırımlarına verilen hazine garantilerini de, hatta kısa bir süre önce Varlık Fonu’nun zordaki şirketlere ortak olabileceği yönündeki düzenlemeyi de eklemek gerekir. 

Yıllarca “özel sektör öncülüğünde kalkınmak”tan bahsedeceksiniz, “ekonomi özel sektörün işidir, devlet buradan uzak durmalı” diyeceksiniz; sonra her bir krizde devletin el atmasını, kamu kaynakları ile kurtarılmasını talep edeceksiniz. Hatta işler öyle bir noktaya geldi ki, burjuva sözcüleri artık utanmadan “kredi değil, hibe (bağış) gerekli” diyorlar. Tüm bu kamu kaynaklarını patronlara kullandırmanın, patronları kurtarmanın karşılığında bari devlet yardımı alan firmalar yatırımlarını artırsalar, yeni istihdam yaratsalar. Nafile! Şirketler ellerindeki düşük faizli kredileri borsaya yatırıyor, hissedarlarına daha yüksek kâr payı dağıtıyor, salgını da bahane ederek işten çıkartmaya devam ediyor. Bir yanda kamu kaynakları bütçe gelirlerinin çoğunu sağlayan emekçilerden “kemer sıkma” tedbirleri ile esirgeniyor, öte yanda özel sektör yatırım yapmıyor, istihdamı da son yıllarda kamu sırtlıyor. 2013 yılında kamunun toplam istihdamdaki payı yüzde 12.7 iken Şubat 2020’de yüzde 17.5’e yükselmiş durumda.

Yakın geleceğin ana eğilimlerinden biri, kapitalizmin ağır bunalım koşullarında devletin ekonomideki ağırlığının ve müdahale kapasitesinin giderek artmasıdır. Bu eğilimin önemli bir unsuru da “mücbir (zorlayıcı) sebep”, “stratejik sektör” vb. gerekçelerle şirketlerin kurtarıldığı kamulaştırma girişimleri. Devletin ekonomide daha aktif bir rol üstlenmesi eğiliminden hareketle çeşitli sol çevrelerde de yaygın olan “sosyal devlet “ ya da “toplumsal uzlaşı” ham hayalleri karşısında emekçiler uyanık olmak zorundalar. Zira sınıfsal karakteri itibariyle bu “destek” paketlerinin asıl amacı uluslararası rekabet gücü zayıflamış, batmanın eşiğine gelen “yerli” şirketleri kısmen kamulaştırarak, onlara “kalkan” olmak! Onları rakipleri karşısında yeniden daha kârlı üretim yapabilecek düzeye taşımak, bunun için gerekirse işten çıkarmalara göz yummak, istihdam maliyetini düşürmeye dönük önlemler almak ve yabancı firmalar tarafından ele geçirilmelerini önlemek. İstihdam yaratmak ya da ücretleri yükseltmek değil.

Bu tespitlerimizi güncel bir örnek üzerinden sınayalım. Örnek olarak Türkiye’den değil, dünyanın önde gelen havayolu şirketlerinden Alman Lufthansa firmasını ele alalım. Kurulduğunda kamuya ait olan bu şirket 1997 yılında özelleştirilmişti. Salgın öncesinde de havacılık sektöründeki yapısal krizden olumsuz etkilenmiş olan, ucuz hava yolu şirketleri karşısında rekabet gücü zayıflamış (her şeye rağmen geçtiğimiz 5 yıl boyunca net kârı 9.2 milyar euro olan!) bu ünlü şirket, salgın döneminde iflasın eşiğine geldi. Alman hükümetiyle Lufthansa yönetimi arasında varılan kararla şirket şimdilik iflastan kurtarılmış görünüyor. Bu karar devletin salgın döneminde acil durumlarda önemli şirketlere hissedar olabilmek için oluşturduğu Ekonomi İstikrar Fonu yönetiminin ve AB Komisyonu’nun da onayını almış durumda. Buna göre kurtarma paketi adı altında şirkete kamu kaynaklarından yapılacak “sermaye” katkısının hacmi 9 milyar euroyu bulacak ve devletin hisse payı ilk etapta yüzde 20 olacak. Bununla birlikte, buraya dikkat, Alman hükümeti, Lufthansa'nın yabancı yatırımcılar tarafından ele geçirilmesini önlemek üzere hisse payını, stratejik kararlara etki edilebilecek alt sınır olan yüzde 25 artı 1 hisseye çıkarabilecek.

Hükümetle yapılan anlaşma gereği kurtarma paketinde faturayı kimin ödeyeceği de yavaş yavaş belli oluyor. Lufthansa yönetimi, dünya çapında 138 bin kişi istihdam eden şirkette 22 bin personel “fazlası” olduğunu ileri sürüyordu. Şirket salgın döneminde 87 bin çalışanını çoğunu devletin karşıladığı kısa çalışma ödeneğinden faydalandırıyordu. Şimdi ise şirketin yeniden kârlı olması için yaklaşık 10 bin çalışanın işten çıkarılması öngörülüyor. Sendika yönetimiyle yapılan görüşmelerde ayrıca işçilik maliyetlerini kısmak üzere pilotların vd. çalışanların “geçici bir süre” için maaşlarının yüzde 45’inden feragat etmeleri yönünde anlaşma sağlandığı belirtiliyor. Dedik ya Alman patronların da “neşesi yerinde”. Ücretleri devlete ödet, parayı devletten al, özel hissedarlara kâr payı dağıtmaya devam et, üstüne üstlük bir de çalışanları işten çıkart. 

Bu gelişmelerden çıkartılacak ders bellidir: Amaç gerek devlet gerekse de firma yönetimi açısından hiç de “istihdamı korumak” değildir. Devletin işe el atmasındaki asıl amaç yukarda da belirttiğimiz üzere Alman sermayesini takviye etmek, dünya pazarında yeniden rekabet edebilecek, daha fazla kâr elde edebilecek düzeye taşımaktır.

Lufthansa şirketi çalışanları Almanya’da şirketin kurtarılması doğrultusunda yaptıkları gösterilerde, üzerinde “Lufthansa’ya evet! Biz Lufthansa’yız” ve “Siz bizi koruyun ki biz de sizi koruyabilelim” yazan pankartlar taşımışlar. Biz bu yaklaşımla günümüzün olağanüstü koşullarında bir netice alınabileceği kanısında değiliz. Yıllardır daha fazla rekabet daha fazla kâr peşinde koşmanın sonunda kronik işsizliğin hüküm sürdüğü bir noktaya geldik. Artık yeter. Madem olağanüstü bir dönemden geçiyoruz ve böylesi dönemlerde burjuvalar daha fazla sömürü için “kamulaştırma” gibi olağanüstü tedbirlere başvuruyorlar; o takdirde emekçiler de pekala bir “toplumsal uzlaşı” beklentisini terk etmeliler. Patronlar kendilerini kurtarma peşindeler. Emekçiler için çözüm ancak burjuva ufkunun dışına çıkarak mümkün. Şirketleri patronlar daha fazla sömürebilsinler diye kamulaştırmaya hayır! İşten çıkartmaların yasaklanacağı, kamu kaynaklarının nasıl tahsis edileceğine bizzat çalışanların karar vereceği, işçi denetiminde bir kamulaştırmaya evet!

Bu yazı Gerçek gazetesinin Temmuz 2020 tarihli 130. sayısında yayınlanmıştır.