“Dolar neden yükseliyor?” ya da Türk lirasının baş aşağı düşüşü (4) Programımız: Merkez Bankası üzerinde proletarya diktatörlüğü

Bu yazının üçüncü bölümünün ana mesajı, iktidar yanlılarının ekonomik krizi “dış düşman komplosu”na bağlayan yaklaşımının tamamen üfürükçü iktisadı olduğu idi. Bunu çeşitli biçimlerde anlatmıştık. Ama işin esası şudur: Dış düşman varsa siz de tedbirinizi alacaksınız. Emperyalist devletler 1918’de genç Sovyet devletini yıkmak için Beyaz Orduları finanse edip silahlandırdı. Lenin ve Trotskiy, “dış düşman var” diye şikâyet edip durmadılar, Kızıl Ordu’yu kurdular. Ertesi yıl İstanbul emperyalistlerin işgaline uğradı (1920’de bu işgal daha da sıkılaştırıldı). Milli Mücadele’nin liderleri, Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Rauf Orbay ve ötekiler şikâyet edip durmadı, Anadolu’da bir hareket inşa ettiler, bozkırın ortasında Millet Meclisi kurdular. İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler Yugoslavya’yı işgal etti. Yugoslav partizanları örgütlendi, savaştı, kazandı. 1960’lı yılların başında ABD devrimci Küba’yı yıkmak için birtakım devrim kaçkınlarını Domuzlar Körfezi’ne yolladı, Fidel savaştı, kazandı. Bizim hükümet devamlı “dış düşman”, “beka sorunu”, “Batı bize düşman” diyor. Yeni Şafak’ın başyazarı İbrahim Karagül “ABD ile savaş başladı” diye atıp tutuyor. Sonra ABD Suriye’yi bombalayınca, AKP toplu halde alkış tutuyor. Madem “beka sorunu” var, gereğini yapın!

Bu ekonomik kriz dış düşmanların işiyse, bunlar bir hafta içinde paramızı pul haline getirdiyse, kabahat sizin.  16 yıldır bu ülkeyi siz yönettiniz. Ekonomiyi teslim ettiğiniz Ali Babacan’larınız, Mehmet Şimşek’leriniz, “dış düşman”ın temsilcisi gibi ekonomiyi ve finansmanı Wall Street’e teslim etti. “Kendi düşen ağlamaz” denir. Sonra başladınız “dış komplo” falan. Ama şimdi de Londra seferleri başladı.

“Kahpe İngiliz”le neyin pazarlığını yapıyorsunuz?

Bizim için “kahpe” veya başka aşağılama sıfatlarıyla anılacak halk yoktur. Bizim için bütün halklar güzeldir. İngiliz işçisiyle, emekçisiyle hiçbir sorunumuz yok. Bizim sorunumuz İngiliz emperyalizmiyle. İngiliz burjuvazisinden nefret ederiz, arasında bankacılar ve borsacılar ayrıcalıklı yer tutar. Bizim sorunumuz İngiliz hükümetiyle. Bizim sorunumuz, Londra Belediye Başkanı iken Erdoğan için yakası açılmadık benzetmelerle bir sözde şiir yazan, şimdi Dışişleri Bakanı olan Boris Johnson adlı şahısla. Bizim sorunumuz Britanya devletiyle. Bizim sorunumuz medeniyet içinde ilkellik timsali kraliyet ailesiyle.

Ama sizin geleneğiniz İngilizler için sanki bütün bir ulus suçluymuş gibi “kalleş” de der, “kaypak” da, “kahpe” de. Madem bunlar bizim düşmanımız, İngilizlerle neyin pazarlığını yapıyorsunuz? Seçim faaliyetinin tam ortasında cumhurbaşkanı İngiliz kraliçesinin elini sıkıyor. Bloomberg’e çıkıyor, Chatham House’ı ziyaret ediyor. Yetmiyor, ardından ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı ile Merkez Bankası başkanı Londra’ya gidiyor. Ne istiyorsunuz City’den? Karşılığında ne vereceksiniz? Hani bunlar “düşman”dı? Wall Street ile City ne zamandan beri ayrı politikaya sahip oldular?

Uluslararası politika söz konusu olduğunda Britanya adaları, Atlas Okyanusu’nun doğusunda değil batısındadır. Britanya ABD ile hep bir “özel ilişki” içinde olmuştur. Şimdi siz ABD komplosu ile karşı karşıyasınız. Bu komploya karşı sizi Britanya koruyacak, öyle mi? Bu tam tersine, ABD ile Britanya arasında bir özel işbölümü olmasın? Sakın ABD “kötü polis”i oynarken Britanya da tavizler almak üzere “iyi polis” rolünü üstlenmiş olmasın?

Tayyip Erdoğan dolardaki yükselişin dünya çapında bir eğilimin sonucu olduğunu artık teslim etmiş bulunuyor. 23 Mayıs’ta şöyle konuştu: “Kurdaki dalgalanma sadece ülkemizle ilgili değildir. Küresel düzeyde yaşanan bir sorundur. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler bu dalgalanmayı daha derinden hissetmektedir.” Demek doların yükselişi komplo falan değildir! Binali Yıldırım’a, Bekir Bozdağ’a ve AKP’li üfürük iktisatçılarına duyurulur!

Başka ne diyor Erdoğan?

“Türkiye serbest piyasa ekonomisin tüm kuralları ve kurumları ile uygulayan bir ülkedir. Bugün olduğu gibi yeni yönetim sisteminde de para politikalarında küresel yönetişim ilkelerine bağlı kalmayı sürdüreceğiz ama küresel yönetişim biçimlerinin de ülkemizi bitirmesine müsaade etmeyeceğiz. Özellikle mali disiplinin süreceğinden ve finansal istikrarın gereğinin yapılacağından kimsenin şüphesi olmasın.”

İşte bunun için diyoruz Wall Street’le İslami bankacılık arasında kalakalmak diye. Hem “bağlı kalacağız”, hem “ülkemizi bitirmesine izin vermeyeceğiz”.

Soldan Merkez Bankası bağımsızlığı savunusu mu?

Şimdi işçi sınıfı safları, sosyalist hareket, sol aydınlar da bir tehlike ile karşı karşıya. AKP Wall Street’le, “piyasalar”la, “küresel yönetişim”le cebelleşiyor ya. Soldan da AKP’ye muhalefet adına, eğer uluslararası neoliberal düzenin parçası olmayı seçerseniz “küresel yönetişim” kurallarının kaçınılmaz olduğu, çatışma devam ederse mutlaka cezalandırmanın da yaşanacağı yolunda görüşler ifade edilmeye başlandı. Bir yanıyla doğru. Ama iş burada bırakılırsa doğacak izlenim uluslararası finans âlemi ile çatışmanın yanlış olduğu izlenimine kadar varabilir. Solun, “küresel yönetişim kuralları” diye anılan sisteme ilişkin tutumunu berrak biçimde dile getirmek gerekir.

Bir konuda bütünüyle açık olmalıyız. Başka her şeyi bir yana bırakın. Merkez bankası bağımsızlığı, teknik bir mesele değildir. Merkez bankacılar çok karmaşık olan para meselelerini siyasilerden, hükümetlerden daha iyi bilir diye yerleştirilmiş bir ilke değildir. Merkez bankası bağımsızlığı, işçi sınıfı ve emekçi halk enflasyona yol açması ihtimali olan talepler yapamasın, sosyal harcamaların arttırılmasını talep edemesin, hükümetler bu taleplere kulak verip harcamaları arttırarak, karşılıksız para basarak kapitalist rasyonaliteyi bozamasın diye getirilmiştir. Merkez bankası bağımsızlığı, derinlemesine siyasi ve halk düşmanı bir ilkedir.

Erdoğan kendi politik yönelişi ve/veya İslamcı tabanını yanıltmak için bu bağımsızlıkla sorun yaşıyor diye, onun karşıtları bu bağımsızlığa sahip çıkarsa, finans kapitalin yanına düşmüş olurlar. İşçi sınıfı karşıtı politikalar uygulamış olurlar.

Biz Merkez Bankası’nın para politikasının yandaş şirketlere kaynak aktarımı ya da batan bankaların kurtarılması ya da ekonominin seçime kadar ayakta kalması türünden amaçlar uğruna bütünüyle bir rüşvet mantığına göre yönetilmesine elbette karşıyız. Bunu sadece AKP yapar falan demiyoruz. Bu, kapitalist devletin mantığında var. Çarpıcı bir örnek verelim. Merkez bankalarının bağımsızlığını en çok savunan Amerikan burjuvazisidir. Ama 2008 krizinde en başta Amerikan merkez bankası Federal Reserve olmak üzere bütün emperyalist ülke merkez bankaları (Avrupa Merkez Bankası, Bank of England, Japonya Bankası vb.) batmakta olan bankaları, sigorta şirketlerini, mortgage şirketlerini ve diğer finans kurumlarını kurtarmak için trilyonlar harcarken merkez bankalarına da bu politika için gerekli karşılıksız para basma anlamına gelen miktar genişlemesi işini yaptırdılar. 2008-2009’da ABD Hazine Bakanlığı ile Federal Reserve’ün bütünüyle koordinasyon içinde çalışmadığına inanacak kadar safdil olan herhangi bir iktisatçı var mıdır? Yani iş, banka ve şirket kurtarmaya gelince merkez bankası bağımsızlığı boş laftır! Merkez bankası bağımsızlığı işçi sınıfının ve emeğiyle geçinenlerin taleplerini engellemek için geliştirilmiş bir “kutsal ilke”dir.

Yani biz Türkiye’de Merkez Bankası bağımsızlığının karşısına AKP hükümetinin oyuncağı olacak bir para politikasını koymuyoruz. Bu yüzden yazımızın başlığını sembolik olarak “Merkez Bankası üzerinde proletarya diktatörlüğü” koyduk. Bundan kastımız, işçi sınıfı örgütlerinin basıncıyla Merkez Bankası’nın sosyal harcamalara, ücret artışlarına ilişkin kaynak ihtiyacını karşılayacak ölçüde ve yönde kredi yaratmasıdır. Bunun için şu anda var olan hiçbir düzen partisine güvenmiyoruz. Ancak işçi sınıfının büyük mücadeleleri yoluyla elde edilebilir böyle bir sonuç. En alçakgönüllü senaryoda bu, işçi eylemleri (grevler, işgaller, kitle eylemleri) sonucunda burjuvazinin geri adım atmasıdır. Orta düzey senaryoda ise bütün bankaların kamulaştırılması ve tek bankada birleştirilmesidir. Kapitalizmin dev kumarhanesi borsanın da kapatılmasıdır. O zaman Merkez Bankası’na ne hacet? Devletin tek bankası bütün toplumun çıkarlarını şirketlerin çıkarlarının önüne alacaktır. Bunun tam olarak gerçekleşmesi ise en ileri senaryoyu gerektirir: bir işçi iktidarını.

Bunlardan herhangi birinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini sınıf mücadelesinin dozu, gücü, örgütlenmesi, stratejisi ve taktikleri belirler. Elbette bunun için işçi sınıfının bütün düzen partilerinin karşısında kendi partisini bir güç haline getirmesi de gereklidir.

Ya işçi emekçiye para, ya Koç’a, Sabancı’ya, İspanya’ya, Hollanda’ya, Katar’a, Dubai’ye!

Bunları hayal gibi görenler çok olacaktır. Biz kolaydır demedik. Aşama aşama amaçları gösterdik. Bunlar olmaz mı diyorsunuz? O zaman kriz karşısında sermayenin çözümlerinin uygulanmasını savunuyor duruma düşeceğinizin de farkına varmanızı öneririz. Merkez bankası bağımsızlığının kabulü, kriz başladığında sarsıntıya girecek olan bankaların devlet parasıyla ayakta tutulması demek olacaktır. İşçinin, memurun, emekçinin, esnafın-zanaatkârın, çiftçinin ödediği vergilerle Garanti’ler, ING’ler, QNB’ler, Denizbank’lar, yani Türkiye’nin işçisi işinden olurken, esnaf-zanaatkârı siftah bile yapamazken, köylüsü borç kölesi haline gelirken Koç ve Sabancı ile birlikte İspanya, Hollanda, Arap sermayesi kurtarılacaktır! “O kadar da olmasın” mı diyorsunuz? Bize bir üçüncü yol gösterin de görelim.

Amerikan muhalefetinin demagojisine alkış tutup yine emperyalizmin ve onun yerli ortağı TÜSİAD burjuvazisinin çözümlerini uygulamaya hazırsanız, buna da hazır olun. Yok değilseniz, şimdiden işyerinizde, sendikanızda ve en önemlisi işçi sınıfı politikası doğrultusunda bugünden örgütlenmeye başlayın. Bugün imkânsız gibi görünen şey, o mücadele başladığında yarın imkân dâhiline girecektir. Bunun mümkün olması bugünden, en başta işçi kardeşlerimiz olmak üzere sizlerin de harekete geçmenizdir.

Yaklaşan krizin yükünü sermayenin sırtına yıkmalıyız!

Dolardaki yükseliş ya da Türk lirasındaki düşüş o kadar ciddi boyutlara ulaştı ki, bu yaşananın ağır bir krizin açılış aşaması olduğu kolayca söylenebilir. Dolar bu kadar yükselince, en başta dolarla borca girmiş olan firmalar olmak üzere iflaslar başlayacak. Toplam yatırım talebi azalacak. İnşaatta zaten yaşanmakta olan talep krizi ile birleşince bu, toplam talepte çok ciddi bir düşüş anlamına gelecek. İflas eden firmaların dışındaki şirketler de üretim hacmini daraltacak. İşçi çıkartmaları başlayacak. Zaten çok zayıf olan ücret artışları bütün bütüne duralayacak, sıfır sözleşmeler imzalama yolunda baskılar başlayacak. İşçi çıkartma ve ücretlerde durgunluk tüketim talebinde de düşüşe yol açacak. Kısacası ekonomi ciddi bir daralma tehlikesiyle karşı karşıya kalacak. Ama aynı süreç içinde dolar cinsinden ithal girdiler (tabii en başta petrol ve doğal gaz) pahalılanınca enflasyon baskısı da artacak. İşçiler iki kez yoksullaşacak.

Yapılacak şey, krizin bedelini işçinin, emekçinin, çiftçinin, esnafın ödemesini reddetmek, krizden kim sorumluysa faturayı ona çıkartmaktır. Yükü emperyalist finans kapital ve onun yerli ortaklarının TÜSİAD’ın ve MÜSİAD’ın sırtına yıkmaktır. Devrimci İşçi Partisi, kriz karşısındaki programını bildirileriyle, bu sitede ve Gerçek gazetesinde açıklamıştır, açıklamaya devam edecektir. Bu yazı böyle bir programı ayrıntısıyla sergilemek amacıyla yazılmadı. Okurumuzu, o programı incelemeye çağırıyoruz. Örnek olarak şu yazıya bakılabilir: http://gercekgazetesi.net/dip-bildirisi/emekci-halkin-krizden-cikis-programi-doviz-yasaklansin-borsa-kapatilsin-turkiye-gumruk. O program şu sloganda özetleniyor: Fabrikalar, bankalar devletin, devlet işçinin! O programın burjuvazinin işçiye emekçiye kemer sıktırma programının tek gerçekçi alternatifi olduğunu, yarı yol çözümünün olmadığını ısrarla söylüyoruz.

Ama en önemlisi şudur. Bu yazı dizisinin amacı, burjuvazinin saflarındaki büyük kavgaya rağmen yaklaşan kriz karşısında her iki kampın da programının işçiye emekçiye kemer sıktırma olacağını anlatmaktı. Bu doğruysa, bu programa alternatif öneren herkes, sadece iktisadi önlemler önermekle yetinmekten kaçınmalı, bu ekonomik alternatifin siyasi alanda hangi aktörlerce savunulacağına da işaret etmelidir. Bir AKP karşıtı siyasi aktör olarak Amerikan muhalefetini gösteriyorsa, krize yaklaşımda bir alternatif göstermiyor demektir.

Alternatif, mücadeledir, sendikaları kazanmaktır, bir işçi sınıfı partisini inşa etmektir.

 

Düzeltme ve özür: Bu yazı dizisinin ilk bölümünde bir karikatüre yer vermiştik. Karikatürü dostumuz Ahmet Tonak’ın facebook sayfasında görmüş olduğumuzu da yazmıştık. Onun yönlendirmesiyle karikatürün Behiç Ak’ın eseri olduğunu belirtmiştik.Şimdi Tonak’tan öğreniyoruz ki, karikatür Behiç Ak’ın değil Oğuz Demir’in eseri imiş. Hem Behiç Ak’tan, hem de daha da önemlisi Oğuz Demir’den özür dileriz.