DİP I. Olağanüstü Kongre Belgeleri (3): Dünya kararı: Savaşa ve barbarlığa karşı dünya devrimi ve sosyalizm

Gerçek gazetesi ve internet sitesinde daha önce haberleştirdiğimiz, çeşitli belgelerini yayınladığımız Devrimci İşçi Partisi'nin I. Olağanüstü Kongresi'nin kararlarından dünya durumunun analizi somut olarak savaş konusuyla sınırlı tutan ve proleter devrimciler açısından bu analizden çıkan görevlerin yer aldığı kararı aşağıda yayınlıyoruz.

 

Giriş: Marksizm bir kez daha insanlığın kurtuluşunun tek yolu

Dünya yeniden savaş iklimine girmiş bulunuyor. Bütün öteki sınıflı toplumlar gibi kapitalizmin tarihi de çeşitli türden savaşlardan örülmüştür. Ama kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalist çağda yaşanan iki büyük dünya savaşı, coğrafi kapsamda, şiddette ve yıkıcılıkta tarihte eşi görülmemiş doruklara ulaşmıştı. 1945’ten sonra ortaya çıkan genel ortamda yerel savaşlar insanlığın daima gündeminde kalmış olsa da, dünya savaşı bir olasılık olarak ciddi şekilde arka plana düştü. 1962’de Küba’ya Sovyet füzelerinin yerleştirilmesi dolayısıyla yaşanan nükleer savaş korkusu gibi istisnai anlar olmadı değil. Ama dünya durumunun genel koşulları bir dünya savaşını çağırmıyordu. Bugün insanlık yeniden bir dünya savaşının ya da onun habercisi olabilecek bir Ortadoğu savaşının alevlerini hissetmeye başladı.

Partimizin yakın öncülü olan İşçi Mücadelesi, 11 Eylül 2001 sonrasında ABD’nin “sürekli savaş” politikasını benimsemesini ve bu politika uyarınca Afganistan (2001) ve Irak (2003) savaşlarını başlatmasını somut veriler olarak almış ve Üçüncü Dünya Savaşı’nın insanlığın ufkuna girdiğini ilan etmişti. Ama aynı zamanda bunun henüz somut, elle tutulur bir gelişmeye dönüşmesi için erken olduğunu da vurgulamıştı. Son gelişmelerle birlikte artık Üçüncü Dünya Savaşı, dolaysız biçimde, somut olarak, elle tutulur yakıcılıkta bir tehlike hâlini almış bulunuyor.

19. yüzyılın sonunda Bernstein revizyonizmi kapitalizmin karakter değiştirdiğini, uzlaşmaz çelişkilerin yumuşamış olduğunu, büyük ekonomik krizlerin, savaşların, devrimlerin geride kaldığını, kapitalist üretim tarzının sosyal demokrat işçi partilerinin güçlenmesiyle neredeyse kendiliğinden sosyalizme yöneleceğini söylüyordu. Rosa Luxemburg devrimci Marksizmin Almanya’daki en önemli teorisyeni olarak bu söylenenlerin köklü olarak yanlış olduğunu ortaya koyacaktı. Bernstein’ın kitabı 1899 yılında yayınlanmıştı. Sadece 15 yıl sonra hakikatin saati çalıyor, tarihin o ana kadar gördüğü en büyük savaş, Birinci Dünya Savaşı patlak veriyordu. Tarih belli ki Bernstein’a ve onun Marksizm eleştirisini kendi kast çıkarları için sağlam bir savunma mekanizması olarak kullanmayı seçen işçi aristokrasisi ve bürokrasisine iyi bir oyun oynamayı aklına koymuştu. Bernstein’ın kitabının yayınlanmasından 15 yıl sonra savaş patlak vermişti. 1899’dan tam 30 yıl sonra, 1929’da ise kapitalizmin tarihinin o ana kadar görülmüş olan en büyük krizi olan Büyük Depresyon çöktü insanlığın üzerine. Tam 40 yıl sonra da 1939’da birincisini gölgede bırakan, 60 milyon insanın ölümüne ve tarihin en sistematik soykırımına yol açan İkinci Dünya Savaşı.

1989’da Berlin Duvarı’nın çöküşü ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında Marksizme sırtını dönenlerin bir avantajı vardı: Bernstein’ın hezimeti tarihte örnek olarak duruyordu. Ama post-Marksistler, postmodernler, sol liberaller tarihten ders çıkartmaya değil, sosyal mücadelelerden kopmaya yöneldikleri için bu örnekten ders çıkaramadılar. Sovyetler Birliği dağılırken koro hâlinde bir büyük barış döneminin açıldığını terennüm ettiler. 1990’lı yıllarda emperyalizmin artık sorunlarını saldırgan savaş eğilimlerinden başka yollarla çözmeye giriştiğini söylediler. Krizi, savaşı, devrimi aynen Bernstein gibi hayali dünyalarında insanlığın gündeminden çıkardılar. Hepsinde yanıldılar. Şimdi savaş, hem de yeni bir dünya savaşı gündeme girdi. Marksizmin araçlarından yoksun olduklarından Papa’dan öğreniyorlar. Papa “Üçüncü Dünya Savaşı parça parça başladı” dedi, ona kulak veriyorlar!

Üçüncü Dünya Savaşı henüz başlamadı! Başladığı zaman kimsenin başladı mı başlamadı mı diye kuşkuya düşemeyeceği bir savaş olacak. İnsanlığı yıkımın en kıyıcı doruklarına, barbarlığın en derin çukurlarına hızla taşıyacak. Marksistlerin görevi, proletaryanın gücünü uyandırarak insanlığı ve bütün canlı dünyayı korumak için daha da büyük bir şevk ve adanmışlıkla mücadeleyi geliştirmektir. Ya sürekli devrim, ya barbarlık!

Savaşın coğrafyaları (1): Ortadoğu

1. Dünya durumunun sancılarının yoğunlaştığı merkez emperyalizmin “Ortadoğu” olarak andığı Güneybatı Asya ile onunla çeşitli bakımlardan tarihi bir bütünlük içinden gelen Kuzey Afrika’dır. (Bunu Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinin kısaltılması olarak ODKA olarak anabiliriz.) ODKA’nın sancıların merkezi olmasının anlamı, dünya ekonomik ve politik durumunun belirleyici gücünün burada yoğunlaşmış olması değildir. Dünya kapitalizminin yarattığı çelişkilerin ürünü olan büyük sancıların burada yoğunlaşmış olmasıdır. Yani sistemin en hassas sinir uçları burada toplanmıştır. Dünya kapitalizminin motoru olan başka coğrafyalarda yaratılan büyük çelişkiler en yakıcı ve yıkıcı sonuçlarını bu bölgede ortaya koymaktadır. Kapitalizmin savaşa dönmesinin en uygun olduğu yer bu yüzden ODKA’dır.

2. ODKA’da ortaya çıkan savaş dinamikleri çokludur. Bunlar zamana yayılan biçimde ortaya çıkmış, birbirleriyle giderek iç içe geçmiş, birbirlerini daha da keskinleştirmiş çelişkilerin ürünüdür. Bazıları geçmişte de mevcuttur, ama yeni bağlamda başka bir anlam ve önem kazanmıştır. İlki, 1990’lı yılların başından itibaren ortaya çıkmış olan emperyalizmin Ortadoğu petrol ve doğal gazını Rusya ve Çin’e karşı kullanma savaşlarıdır. İkincisi, 2000’li yılların başında ortaya çıkmış olan tekfirci Sünni hareketlerin doğurduğu savaş dinamikleridir. Üçüncüsü, Siyonizmin, başta yurdunu işgal etmiş olduğu Filistin halkı olmak üzere, bütün bölgede kendini sağlama almak üzere yarattığı savaş dinamikleridir. Son dönemde en belirgin örnekleri 2006 Lübnan savaşında ve 2008 ve 2014 Gazze bombalamalarında görülmüş olmakla birlikte, ifadesini İsrail devletinin 1990’lı yıllardan itibaren Saddam rejimine, o çöktükten sonra ise İran İslam Cumhuriyeti’ne düşmanlığında da bulmaktadır. Dördüncüsü, bazı belirtileri daha önceye de gitse 2011 Arap devrimi ile büyük bir sıçrama gösteren Sünni-Şii mezhep savaşı dinamiğidir. Beşincisi ise Kürt sorununun tekil ülkelerin sınırlarını aşarak tam anlamıyla bir Ortadoğu sorunu hâline gelmesiyle ortaya çıkan dinamiktir. Kürt sorununu Türkiye dinamiklerini de işin içine sokarak Türkiye üzerine kararda ele alıyoruz.

3. İlk dinamik doğrudan doğruya 20. yüzyıl sosyalist inşa deneyiminin çökmesinin ürünü olarak emperyalizmin dünyayı yeniden bölüşme ve kendi düzenini koruma dürtüsünün ürünüdür. Ortadoğu’da 1990-91 Körfez Savaşı’ndan itibaren 2011 Arap devrimine gelene kadar emperyalizmin askeri saldırganlığı, dünya politikasının ana jeostratejik belirleyeni olan dinamiğin, yani başta ABD ve Britanya olmak üzere emperyalizmin Rusya ve Çin’i kuşatma, yalıtma ve kontrol altında tutma çabasının ürünüdür. Ortadoğu’nun önemi Rusya ve Çin açısından asimetrik, hatta tam anlamıyla karşıttır. Çok büyük fosil yakıt rezervlerine sahip Rusya’ya karşı emperyalizm Ortadoğu’yu bir rakip olarak geliştirmek üzere kontrol altında tutma çabasındadır. Çok hızlı bir sınai gelişme göstermesine karşılık fosil yakıtlar bakımından yoksul olan Çin karşısında ise, dünyanın en büyük rezervlerine sahip olan bölgeyi kontrol altında tutarak tedarik şantajı silahını elinde tutmak istemektedir. Öyleyse, ODKA’da savaşın ilk dinamiği, dünyanın yeniden paylaşımının insanlığın bir kez daha gündemine geldiği bir ortamda hâlâ dünya ekonomisinin can damarı özelliği gösteren bir emtianın, petrol ve doğal gaz ikilisinin kontrolü uğruna emperyalist savaş olarak özetlenebilir. Burada Üçüncü Dünya Savaşı tehlikesinin dinamiklerinden birinin, aynen 20. yüzyılın iki dünya savaşında olduğu gibi emperyalist paylaşım dinamiği olduğu açık seçik görülmektedir. Bundan dolayı, hareketimizin 1991 Körfez Savaşı’ndan beri Türkiye solunun bütün kafa karışıklığı karşısında berrak biçimde savunduğu, bu savaşlarda emperyalizmin yenilgisi için mücadele perspektifi hâlâ ve sonuna kadar doğrudur. Ne Taliban’ın, ne Beşar Esad’ın, ne de eskiden Saddam’ın, bugün ise herhangi bir Irak hükümetinin gericiliği bu ülkelerin emperyalizmle karşı karşıya geldiğinde savunulmasına engel değildir.

4. 21. yüzyılın ODKA bölgesinin bir yeni boyutu, eski Rus Çarlığı’nın kontrolünde olan, daha sonra Ekim devriminin ürünü SSCB’de yer alan, ama 1991’de Sovyet devleti dağıldığında bağımsızlık yoluna giren, kendisi de aynen Ortadoğu gibi petrol ve doğal gaz zengini olan iki bölgenin, Kafkasya ve Orta Asya’nın da aynı emperyalist kontrol ve paylaşım dinamiğine konu olmasıdır. Bu iki bölgenin kendine özgü özellikleri (en önemlisi kolay kolay kırılamayan bir Rus hegemonyası) vardır, ama gittikçe daha fazla Ortadoğu ile iç içe geçme olasılığı da mevcuttur. Avrasya olarak anılan bölge (Doğu Avrupa’dan başlayarak Rusya üzerinden Orta Asya’ya bağlanan bölge) ile Ortadoğu arasındaki setler zamanla bütünüyle yıkılabilir. Şimdilik iki bölgeyi savaş dinamikleri birbirine bağlamıştır: Afganistan bu alanda iki bölgeyi bağlayan halkadır.

5. ODKA bölgesinin ikinci büyük savaş dinamiği tekfirci İslamcılığın yükselmesidir. El Kaide ile ondan daha da radikal bir tekfirciliğin temsilcisi olan DAİŞ, bugün İslam nüfusun yoğun olarak bulunduğu her bölgede, hem savaş veriyor, hem de militan devşiriyor. (Bu ikinci faaliyet İslam’ın azınlık dini olduğu coğrafi alanlar için de geçerlidir.) Tekfircilik sosyal düzen ve hukuk bakımından şeriatın İslam nüfusun yaşadığı topraklarda (Dar ül İslam) yeniden ana yasa haline gelmesini hedef olarak önüne koymuş akımdır. Kendi anladığı biçimiyle şeriata uygun yaşamayan herkesi kâfir ilen eder. Bu akım aynı zamanda İslam dünyasında “ümmet”in yeniden tesis edilmesinin, yani birleşmesinin çözümü olan, dolayısıyla en önemli siyasi sorun olan hilafet meselesini, DAİŞ’in yaptığı büyük atakla hızla gündemin merkezine getirmiş olmaktadır. Tekfircilik ümmetçiliğe sıkı sıkıya bağlı olduğu için, emperyalizmle çelişkisine bir “yurt savunması” olarak bakmak olanaklı değildir. Her ne kadar İslam dininin asli yurdu olmaktan gelen bir “Arap ayrıcalığı”ndan söz edilebilirse de dünyanın her yerinden gelen militanların tam anlamıyla “ümmet ruhu” temelinde verdiği savaşın ne Suriyeli veya Iraklı’nın, ne daha genel olarak “Arap ulusu”nun ulusal savunması olmadığı ortadadır. Bundan dolayı, tekfirciliğin savaşına Marksizmin klasik emperyalizm/ezilen halklar dinamiği çerçevesinde yaklaşmak doğru değildir. Partimiz tekfirciliği bu yüzden başından itibaren emperyalizmle mücadelesinde desteklemekten kaçınmıştır. Daha da ötede her türlü hilafetçi hareketi, İslam dünyasında proletarya enternasyonalizmine rakip olabilecek özgül bir akım olarak görmek ve savaş politikasını buna göre belirlemek gerekir.

6. Üçüncü savaş dinamiğinin kaynağı Siyonizm Filistin halkının ezilmesindeki dehşet verici gericiliğinin yanı sıra, emperyalizm tarafından bütün bir bölgenin bağrına dayanmış bir kama niteliği taşır. Ancak bunu Siyonist İsrail devletinin ABD’nin bir piyonu veya kuklası olarak davrandığı sonucuna taşımak çok yanlıştır. İsrail, varlığı bakımından desteğine ciddi ihtiyaç duyduğu ABD karşısında buna rağmen çeşitli nedenlerle göreli olarak bağımsız bir politika izlemekte, hatta ABD yönetimleri üzerinde ciddi bir etki sahibi güç olarak ortaya çıkmaktadır. Emperyalizmle, özel olarak da ABD emperyalizmiyle ilişkilerinin karmaşık niteliği ne olursa olsun, İsrail hem haydut bir ezen ulus devleti, hem de emperyalizmin bölgedeki ayrıcalıklı müttefiki olarak bugüne kadarki bütün savaşlarında haksız konumda olmuştur. Partimiz Siyonist İsrail’in sadece savaşlarda yenilmesi için değil yıkılması için de mücadele eder. Son dönemdeki gelişmeler, İsrail ile Güney Kıbrıs’ın arasında, her iki ülkenin de Akdeniz’deki karasularında doğal gaz keşfedilmiş olması dolayısıyla özel bir yakınlaşma doğurmuştur. Sözde komünist partisi AKEL’in de iktidar blokunun bir parçası olduğu Güney Kıbrıs, sadece bu yakınlaşma vesilesiyle değil, Ağratur ve Dikelya’daki Britanya üsleri dolayısıyla da Ortadoğu’da gerici bir rol oynamaktadır. Britanya, DAİŞ karşıtı koalisyon içinde İncirlik Üssü’ne özel bir ilgi duymayan ender ülkelerden biri ise, bu tam da Ortadoğu’nun ve Kuzey Afrika’nın her ülkesini Kıbrıs’taki üslerden kalkan uçaklarıyla vurabilmesindedir. Partimizin Britanya üslerinin varlığına son vermeyen her sözde Kıbrıs “çözüm”ünün sahte olduğu vurgusu bir kez daha doğrulanıyor. Türkiye’nin proletarya devrimcileri, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ta kurmuş olduğu yarı-sömürge rejimine karşı Kıbrıs’ın halklarının birliğini sağlamak için mücadele ederlerken, adayı emperyalizmin hâkimiyetinden kurtarmanın gereğini hiçbir an unutmazlar.

7. Sünni-Şii çelişkisinin Ortadoğu coğrafyasındaki etkisi neredeyse İslam kadar uzun bir tarihi olan bu temel mezhep bölünmesinin tarihi ile hemen hemen özdeştir. Ancak bu ideolojik-teolojik bölünmenin, tarihin değişik aşamalarında farklı çıkarların çatışmasının örtüsü olduğu işin doğasından gelen açık bir gerçektir. Günümüzde Sünni-Şii bölünmesi temelde petrol ve doğal gaz rantının her biri esas olarak rantiye devletler olan Ortadoğu devletleri, en başta ise Suudi Arabistan ile İran arasında bölüşülmesi ile ilgilidir. Suudi Arabistan ve öteki Körfez ülkelerinin kraliyet, şeyh, emir ailelerinin ve aşiret reislerinin çıkarları ile İran’ın kapitalistlerinin ve ülkenin ekonomik hayatında yaygın bir çıkar ağı ile bir ölçüde hâkimiyet kurmuş mollakrasisinin çıkarlarının birbirleriyle karşı karşıya gelmesidir esas dinamik. Son dönemin çelişkilerinin başlangıç noktası 1979 İran devrimidir. Bu devrimi kendi Vahhabi hâkimiyetine bir tehdit olarak gören Suudi Arabistan aslında düşmanı olan Saddam’ın İran’a saldırısını desteklemiştir. Ancak 1980-89 arasındaki bu savaş sonuç vermeyip daha sonra Kuveyt’in işgali ve Körfez savaşı döneminde Sünni kampın kendi içinde birbirine düşmesi mezhep savaşı dinamiğini arka plana itmiştir. Mezhep mücadelesinin günümüzdeki merhalesinin başlangıcı, Irak’ta bir manevra savaşı olarak başlamıştır. ABD işgaline Saddam’ın da mensubu olan Sünni toplumu ile çoğunluk Şii toplumu farklı yaklaşmış, 2006-2007 yıllarında Irak’ın Sünnileri ve Şiileri gerçek bir mezhep iç savaşı yaşamıştır. Bu savaşta iki tarafın ardında Suud ile İran’ın yer aldığı kuşku götürmez. Ama esas sıçrama Arap devrimi ile gelmiştir. 2011’de hem nüfusunun çoğunluğu Şii ama kralı Sünni olan Bahreyn’de, hem de Suudi Arabistan’ın doğusundaki nüfusunun çoğunluğu Şii olan Katif eyaletinde kitleler ayağa kalkınca, devrimle Şii kalkışması iç içe geçmiştir. Suudi rejimi ise Arap dünyasında karşı devrimin ana merkezi rolünü üstlenmiştir. Bu durum Şii-Sünni mücadelesinde ani bir tırmanma yaratmıştır. Suud’un Körfez ülkelerini de yanına alarak Bahreyn’i işgali gerilimi askeri bir düzeye yükseltmiştir. Bunu Mart 2011’de bir halk devrimi olarak başlayan Suriye olaylarında, bu sefer tam tersine halkın çoğunluğunun Sünni olduğu ama yönetimde Alevilerin ağırlıkta olduğu bir ülkede Suud’un AKP Türkiyesi işbirliği içinde mezhep savaşını kışkırtan politikası izlemiştir. (Alevilik Şiilikten farklı bir mezhep olsa da Sünni hâkimiyeti karşısında her zaman her yerde Şiilik ile ittifak içinde yaşamıştır.) 2011’den günümüze Şii-Sünni çelişkisinin ne kadar gerilimli hâle geldiğini anlamak için yüz binlerce insanın hayatını yitirdiği Suriye’de İran ile Suud (ve Tayyip Erdoğan Türkiyesi) arasında bir vekâleten savaş devam ettiğini bilmek yeter. 2014’te bu vekâleten savaşlar dizisine Yemen katılmıştır. Suudi Arabistan’ın güneyinde, onun açısından çok önemli bir jeostratejik konumda bulunan bu ülkede, 2011’de yine bir devrim olarak başlayan olayların zamanla klanlar arasında bir mücadeleye dönüşmesiyle 2014’te Şii Husi’lerin iktidarı ele geçirmesi, Suud’un gaddar bir hava savaşını başlatmasının nedeni olmuştur.

8. Irak (2006-2007 ve parça bölük bugüne kadar), Suriye (2011 sonundan günümüze) ve Yemen (2014’ten günümüze) her biri Sünni-Şii mücadelesinde vekâleten savaşlardı. 2016 asıl aktörlerin karşı karşıya gelmesi ile açılmış bulunuyor. Suudi Arabistan ile İran’ın arası sayısız olay dolayısıyla, en son 2015 Hac döneminde binlerce insanın hayatını yitirdiği izdiham sırasında en büyük ölüm oranının İranlı hacı grubundan olması dolayısıyla sık sık gerilmekteydi. Ancak 2011-2012 döneminde Suudi rejimine (özellikle Bahreyn’in askeri olarak işgaline) muhalefetin başını çekmiş olan Suudi Şii din adamı Nimer el Nimer’in 2016’nın ilk günü gecesi kellesinin uçurulması, vekâleten savaşlar döneminin ötesine geçilerek ana düşmanların çıplak biçimde karşı karşıya gelmesi sonucunu doğurmuştur. Bu iki gücün her ikisi de gerici rejimlere sahiptir. Suudi Arabistan tam bir rantiye devlettir; İran ise tarım ve sanayi alanlarında önemli bir birikime sahip olmakla birlikte esas ekonomik gücünü petrol ve doğal gaz rantından elde etmektedir, yani hâkim karakteri rantiyeliktir. Bu iki güç, Ortadoğu’nun İslami dünyasının bir iç savaşa girmesine ve yüz binlerce, belki de milyonlarca insanın hayatını yitirmesine, her iki tarafın da camilerinin, türbelerinin, tekke ve zaviyelerinin yakılmasına yıkılmasına varan bir uygarlık kırımına yol açabilecek bir savaşı başlatmaktan kaçınmayacak kadar çıkarcı ve bencildir. Amaçları dini değil maddi çıkardır.

9. Bu aşamada provokatif davranan Suudi Arabistan’ın amaçlarından biri ABD ile İran arasındaki yumuşama atmosferine son vermektir. Bilindiği gibi, 2015 Temmuz’unda başta ABD olmak üzere büyük güçlerle İran arasında imzalanan nükleer anlaşma, sadece İsrail değil, Suud tarafından da büyük bir tehdit olarak görülmüştü. Suud şimdi bu provokasyonuyla ABD’yi İran’dan kopartmayı, yeniden bütünüyle kendi yanına çekmeyi amaçlıyor. ABD’nin ve daha genel olarak emperyalist kampın başta taraf tutmaktan kaçınmasını beklemek en doğrusudur. (Fransa’nın burada alternatif bir güç olarak taşıdığı potansiyeli dikkatle izlemek gerekir.) Eğer emperyalizmin karışmaktan kaçındığı, iki taraf arasında hakemlik ve arabuluculuk yapmaya giriştiği bir senaryo gerçekleşirse, Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun proletaryasının çıkarları hem Suud’da, hem de İran’da devrimci bozgunculuk politikasının izlenmesinde yatar.

10. Ancak dünya ekonomisinin en önemli emtiasının elde edilebilirliği ve fiyatı üzerinde bu kadar büyük bir etki yaratacak, dünyanın en hassas bölgesinde emperyalizmin çıkarlarına çok ağır olumsuz etkilerde bulunabilecek bu tür bir mezhep savaşı karşısında ABD emperyalizminin nasıl tavır alacağına dikkat etmek gerekir. ABD’nin verili koşullarda son tahlilde İran’a karşı, Suudi Arabistan’ın (ve Türkiye’nin) yanında tavır alması beklenebilir bir şeydir. Bunda Rusya’nın İran’ın arkasında durması olasılığının çok yüksek olması da ek bir faktör olacaktır. Bütün mesele şudur: ABD bu savaşa girerse savaş dünya savaşına dönüşür. Bunun bir erken aşamasında ise ABD ile Rusya arasında bir vekâleten savaşa dönüşür. ABD’nin, koşulları oluştuğunda, dünya savaşı istemeyeceğini varsaymak için hiçbir neden yoktur. Bütün mesele bu “koşullar”dadır. Onlar oluşana kadar ABD hakem rolüne soyunacaktır. O koşullar oluştuğunda uluslararası proletaryanın çıkarları İran ve Suud’un her ikisinin de devrimci bozgunculuk politikasıyla sarsılması yerine İran’ın Suud’a karşı desteklenmesini gerektirir. Bütün durumlarda olduğu gibi savaşta da politika somuttur, koşullarda bir değişiklik bütün politikayı tersine çevirebilir.

Savaşın coğrafyaları (2): Eski Sovyet cumhuriyetleri

11. Doğu Avrupa’nın bürokratik işçi devletlerinin (BİD’lerin) çökmesinden ve Sovyetler Birliği’nin 15 farklı cumhuriyete bölünerek dağılmasından sonra eski “Doğu Bloku” coğrafi olarak birkaç parçaya ayrıştı. Doğu Avrupa diye anılan altı ülke ve SSCB’den ayrılan üç Baltık ülkesi Avrupa Birliği’ne (AB) katıldı. Yugoslavya, AB’nin Balkanları hâkimiyeti altına almasına engel olarak görüldüğü için 1990’lı yıllarda kışkırtılan savaşla un ufak edildi. Bugün kalıntıların parça parça AB’ye katılması için hazırlık yapılıyor. Rusya geri kalan eski Sovyet cumhuriyetlerini Bağımsız Devletler Topluluğu adı altında yakın bir ilişki içinde tutmaya çalıştı. Rusya’nın Avrasya coğrafyasında kendi hâkimiyeti altında tuttuğu bu alana “yakın ülkedışı” ya da “yakın çevre” adı veriliyor. Ama emperyalizm, Rusya’yı zayıflatmak, kuşatmak ve yalıtmak için bir çeyrek yüzyıldır AB ve NATO aracılığıyla bu geri kalan eski Sovyet cumhuriyetlerini ondan koparmaya, kendine bağlamaya çalışıyor. İçine girmekte olduğumuz dönemde bir dünya savaşı olasılığına katkıda bulunan en önemli çelişkilerden biri budur.

12. Rusya Federasyonu’nun eski cumhurbaşkanı Yeltsin döneminde (1990’lı yıllar) ABD ve AB’nin Rusya’nın “yakın çevre”sinden çeşitli ülkeleri teker teker emperyalist kampın hegemonyasına cezp etme çabası bazı gerginlikler doğursa da ilişkiler genellikle yumuşak gitmişti. Eski Sovyet coğrafyasında bu dönemde başlayan esas çatışma Çeçenistan’da ortaya çıktı. Bu savaşta isyan cephesinin ABD’nin yakın müttefiki Vahhabi Suudi Arabistan tarafından (ve kısmen de Türkiye içinde güçler tarafından) desteklendiği belgelenmiş durumda. Yine de Çeçen savaşı bir istisna idi, çünkü hem köktendinci bir temelde veriliyordu, hem de zaten “yakın çevre” sorunu değildi, Rusya Federasyonunun kendi içinde bir sorundu. “Yakın çevre” ile ilgili olarak Putin dönemiyle birlikte Rusya yeniden bir dünya gücü olma yönelişini benimseyince gerilimler arttı. 21. yüzyılda bu yüzden iki mahalli savaş patlak verdi.  Her ikisi de ünlü renkli devrimlerden geçmiş olan ülkelerde odaklandı. Bunlardan ilki 2008 yılındaki kısa süren Rusya-Gürcistan savaşıdır. Rusya büyük bir şevkle NATO’ya katılmaya çalışan Gürcistan’ı hem yenilgiye uğrattı, hem de Abhaz ve Oset hâkimiyetindeki parçaları ülkeden koparttı. İkinci savaş 2014 Şubat’ında bir bakıma yeni bir renkli devrim gibi gelişen Maydan olaylarından sonra Ukrayna’da çıktı. AB’nin Ukrayna’yı yutma girişiminin ürünü olan bu olaylar karşısında önce ağırlıkla Rus nüfusa sahip Kırım bir referandumla Ukrayna’dan koptu ve daha sonra Rusya’ya iltihak etti. Ardından Ukrayna’nın doğusunda Donbas bölgesinde Kiev’den büyük ölçüde bağımsızlaşmaya yatkın silahlı güçlerin yürüttüğü ve Rusya’nın örtülü ama aktif bir destek verdiği bir savaş patlak verdi. Son zamanlarda sağlanan ateşkes bir durulma yaratmış olsa bile savaşın ardındaki sorunlar çözülmemiş olarak durduğu için savaş her an yeniden parlayabilir.

13. Bir yanında ABD, AB ve NATO’nun, öte yanında Rusya’nın yer aldığı bu savaş denkleminde DİP’in tavrı kardeş partisi EEK’le kol kola, çok faal ve çok ayırt edici olmuştur. 2014 bahar aylarından itibaren Ukrayna’da yaşanan büyük gerilim ve çatışmalar sırasında dünya solunun tutumunu üç öbeğe ayırmak olanaklıdır. Bir öbek, Küba ve Chávez Venezüella’sı öncülüğünde emperyalist kampın karşısında, açıkça Rusya müttefiki pozisyonunu devam ettirmiştir. Bir öbek ise “demokrasi” adına, “Avrupa değerleri” adına, en uçta “Rus emperyalizmi”ne karşı bir tutum kılığı altında ya Maydan’ın ve yeni Ukrayna rejiminin yanında durmuş, ya da en azından iki kamp arasında tarafsız kalmıştır. DİP ve EEK, Rusya ve Ukrayna’da dostane ilişkiler içinde bulunduğu partilerin de desteğiyle Ukrayna’daki gelişmelerin emperyalizmin Ukrayna’yı AB ve NATO aracılığıyla yutmaya çalışmasının ürünü olduğunu ısrarla ortaya koymuş, çok yüceltilen Maydan demokrasisinin ana vurucu gücünün Nazi sembollerini dahi kullanan bir dizi faşist hareketin sokak çeteleri olduğunu, bunların Odesa’da Sendikalar Evi’nde insanları (Sivas katliamında olduğu gibi) canlı canlı yakacak kadar canavarlaşabilen bir hareketi temsil ettiğini vurgulamıştır. Küba-Venezüella çizgisinden farklı olarak Putin yönetimine destek vermemekle birlikte emperyalist ABD ve AB ile henüz emperyalist bir karakter taşımayan Rusya arasında eşit bir mesafede durmanın yanlışlığına işaret etmiş, Ukrayna içindeki savaşta ise Donbas güçlerinin faşizmin de etkili olduğu, emperyalizm yanlısı Kiev hükümetine karşı savaşını haklı bir savaş olarak görmüştür. Bu bizim eski Sovyet coğrafyasında gelecekte de çıkabilecek savaşlara ilişkin tutumumuzun temelini oluşturmaktadır. Rusya emperyalist bir ülke olmadığı için bu ülkeyi emperyalist ülkelerle ve emperyalizmin silahlı vurucu gücü NATO ile aynı kefeye koymak söz konusu olamaz. Rusya’nın ta Çarlık döneminden gelen ilişkilerini de kullanarak “yakın çevre”si üzerinde muhafaza etmeye çalıştığı hegemonya, bölgesel bir gücün savunmacı dış politikasının bir parçasıdır. Rus hâkim ulusçuluğu karşısında “yakın çevre”nin daha küçük ve zayıf ülkelerini savunmak gerekir. Ama bu ülkelerin Rusya karşısındaki mücadelesi emperyalist kamp adına vekâleten savaşlara dönüşme potansiyeli taşıdığında (Gürcistan tipik örnektir) mesele bir dünya mücadelesi meselesine dönüşür ve öncelik anti-emperyalist politika olur.

14. Eski Sovyet coğrafyasının Türkiye politikası açısından en patlayıcı çelişkisi daha ortaya çıkmamıştır. Bu, çoğu Türki Müslüman ağırlıklı halkların yaşadığı Orta Asya coğrafyasının Rus hâkimiyetine karşı mücadeleye girişmesi ya da emperyalizm tarafından buna kışkırtılması olasılığıdır. Eski Sovyet coğrafyasının yakın komşusu Afganistan dışında, dördü Türki (Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan), biri ise Farısi (Tacikistan) olan beş eski Sovyet cumhuriyetinde, yer yer (mesela Kırgızistan’da 2000’li yılların başlarında) ayaklanmalar vb. görülmüşse de bunlar hem yerel hem de geçici olmuştur. Bu ülkeler Sovyet döneminden kalma, hızla yeni düzene ayak uydurmuş birtakım diktatörlerin sultası altında belirli bir istikrar içinde varlıklarını sürdürmektedirler. Ne var ki, hem yukarıda belirtildiği gibi Orta Asya coğrafyasının da fosil yakıtlar bakımından zengin olması, hem de bu coğrafyanın Çin ve Rusya gibi emperyalizmin baş hedef olarak gördüğü iki dev ile ilgili olarak önemli bir jeostratejik konumda olması, bu coğrafyanın bir aşamada emperyalizmin kışkırtmalarına maruz kalacağını düşündürüyor. O gün geldiğinde emperyalizm NATO üyesi Türkiye’den büyük görevler bekleyecektir. Türkiye hâkim sınıfları ise ta 1990’lı yıllardan beri bu coğrafyaya özlem ve hevesle bakmaktadır. 1990’lı yıllarda, özellikle Özal, Demirel ve Çiller’in (ve hayatta iken Türkeş’in) bu coğrafya üzerinde ulusal kardeşlik üzerinden hegemonya kurmaya çalıştığı biliniyor. Çiller’in Azerbaycan ve Türkmenistan’da yüzüne gözüne bulaştırdığı darbe girişimleri, bu ilişkilerin büyük hasar almasına ve bu coğrafyanın kapısının Türkiye’nin yüzüne kapanmasına yol açmıştır. Buna AKP’nin geleneksel Osmanlı coğrafyası ile daha çok ilgilenmesi, Rusya ile çeşitli alanlarda işbirliğine yatkın olması, Türkiye’yi bir petrol ve doğal gaz transit ülkesi haline getirme çabası dolayısıyla dengeleri bozmaktan uzak durması da eklenmelidir. Ama şimdi Rusya ile Türkiye arasındaki gerilimlerin hızla tırmanması, AKP’nin de yüzünü Türki coğrafyayı bir koz olarak kullanma seçeneğine çevirmesi sonucunu doğurabilir. Kısa vadede bu coğrafyanın Rusya’dan koparılması olanaksız olmasa bile çok güçtür. Ama daha önceki dönemde kurulmuş olan TİKA’ya (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) AKP döneminde daha yeni Osmanlıcı bir yaklaşımı temsil eden Başbakanlığa doğrudan bağlı Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın (YTB) eklenmesiyle “yumuşak güç” yayılması aygıtı daha da güçlenmiş bulunuyor. Önümüzdeki dönemde bu alanı radar ekranına dâhil etmek gerekebilir.

Savaşın coğrafyaları (3): Doğu ve Güneydoğu Asya

15. ABD ve müttefiklerinin Çin’e karşı tepkisi, ODKA ve eski Sovyet coğrafyasında görülen gerilimlerle karşılaştırıldığında çok daha az dikkat çekiyor, ama potansiyel olarak belki de en tehlikeli parlama noktası bu. ABD Çin ekonomisinin neredeyse çeyrek yüzyıla yaklaşan bir süredir yılda yüzde 14-15’lere ulaşan bir tempoda büyümesi karşısında önce 1990’lı yıllardan itibaren SSCB’nin yaşadığı çöküntüden dolayı bir güç boşluğunun doğmuş olduğu Ortadoğu’yu kontrolü altına alarak Çin’in enerji ihtiyacının iplerini kontrol altına alma yoluna gitti. 2000’li yılların başlarında sürekli savaş ilan ederek hem Afganistan’ı hem Irak’ı işgal eden George W. Bush döneminde ABD aslında İran’ı da devirmeyi, Müslüman çoğunluklu coğrafyayı bir bütün olarak kontrol altına almayı hedefliyordu. Ama her iki ülkede de başarısızlığa uğrayınca daha ileri gidemedi. Tam tersine, yaşanan başarısızlık Bush’un mirası olan Müslüman halklardaki Amerikan düşmanlığını ortadan kaldırmayı hedefleyen Obama’nın (orta adının “Hüseyin” olduğu bile vurgulanıyordu o ilk günlerde!) seçilmesine yol açtı. Obama, Müslüman halklarla daha derin çelişkiler yaratmamak için Ortadoğu’yu biraz kendi dinamiklerine bırakma yolunu tercih etti. Çin’e karşı politikada dümenini ise doğrudan doğruya dev ülkeyi kuşatmaya ve yalıtmaya dayanan bir stratejiye kırdı. Daha önce de kısmen başlamış olan bu politika sonucunda bugün Çin’in etrafı ona karşı hasmane yaklaşıma sahip bir dizi ülke ile çevrilmiş bulunuyor.

16. Burada en önemli unsur, bütün bağımsızlık dönemi boyunca ABD’den uzak durmuş olan Hindistan’ın adım adım ABD’nin müttefiki haline getirilmiş olmasıdır. Asya’nın komşuları arasında bulunan ve her zaman için Anglo-Sakson ülkelerle özel bir ilişki içinde bulunmuş olan, Vietnam savaşı döneminde ABD’nin uzak Asya’da en yakın müttefiki rolünü üstlenen Avustralya’nın yanı sıra, bir dizi Güneydoğu Asya ülkesi de (en önemlileri Endonezya, Filipinler, Tayland, Singapur, Malezya) başka amaçlarla kurulmuş olan ASEAN içindeki birleşmelerini derinleştirerek Çin’in karşısında ABD’nin yanında yer almışlardır. Bu ülkelerin arasına Vietnam’ın da katılmış olması tarihin bir ironisidir. Nihayet, İkinci Dünya Savaşı’nda Asya halklarına Nazilerin Avrupa’da uyguladığı türden bir vahşet uygulamanın bedelini savaş sonrasında bütünüyle demilitarize edilme yoluyla ödeyen, anayasasında yurtdışına asker çıkarma yasağı olan Japonya, şimdi Şinzo Abe yönetiminde ve elbette ABD’nin sessiz teşvikiyle yine yurtdışında askeri operasyonlara katılma yönünde tarihi bir meclis kararıyla Çin’e karşı bir ilave güç olarak hazırlanmaktadır. Asya denkleminde en önemli bilinmez, nükleer bir güç olan Pakistan’dır. Hindistan’dan 1947’de bağımsızlıkla birlikte kopan bu İslam ülkesi, Soğuk Savaş döneminde ABD’nin yakın müttefiki idi, ama aynı zamanda Sovyet-Hint ittifakına karşı Çin’le bir ittifak kurmuştu. Taliban’ın Pakistan bağı, ABD’nin savaşı Pakistan’a taşımasına ve ABD Pakistan ilişkilerinin gerilmesine yol açıyor. Öte yandan, Pakistan’ın baş rakibi olarak gördüğü Hindistan ile ABD’nin yakınlaşması da Pakistan’ın Çin ile eski dostluğunu sürdürmesine yol açabilir. Sünni-Şii mezhep mücadelesinde ise, ülkenin kendi içinde zaten sürekli saldırıya maruz biçimde yaşayan Şii azınlığın aleyhine bir İran düşmanlığına yüz çevirme tehlikesi de mevcuttur.

17. Çin ile komşularını karşı karşıya getiren sayısız konu vardır. Ama en büyük çelişki denizlerde, özel olarak da Güney Çin Denizi’nde yaşanmaktadır. Çin Japonya’nın geçmişte kendi tarihi topraklarını işgali döneminde (1937-45) elde ettiği bir dizi mevzii sorguladığında karşısına sadece Japonya değil ABD de çıkmaktadır. Çin’in Türkçe Kardak, Yunanca ise İmia olarak anılan ve 1990’lı yıllarda Yunanistan’la Türkiye’yi karşı karşıya getiren kayalıklara benzeyen bazı kayalıklarda suni adalar inşa ederek kıta sahanlığını genişletmesi, hava sahası konusundaki tartışmalar vb. Çin ile ABD arasında daha şimdiden askeri gerilimlere yol açmış bulunuyor. Son aylarda Çin’in kendi hava sahası saydığı alanda ABD’nin askeri uçak uçurması karşısında Çin Savunma Bakanı resmen “savaş çıkar” tehdidinde bulunmuştur. Çin ile emperyalizm arasında bir başka gerilim noktası da Kuzey Kore olabilir. “Tek hanedanda sosyalizm” denebilecek bir tuhaflığın yerleşmiş olduğu bu tuhaf ve dışa kapalı rejim, ABD, Japonya ve Güney Kore’nin kendisini ortadan kaldırmak ve Güney tarafından yutulmasını sağlamak için yaptığı hazırlıklara karşılık silahlanmasını sıkı tutuyor. Ocak ayında bir nükleer deney yaptı, Şubat başında ise bir uzun menzilli füze fırlattı. Blöf ya da gerçek, Kuzey Kore’nin nükleer silahlanma kapasitesi göstermesi, yarın bölge çapında, Kuzey Kore’nin tek müttefiki olan Çin ile emperyalizmi de karşı karşıya getirebilir.

18. Devrimci İşçi Partisi’nin ABD-Çin geriliminde tutumu, ABD-Rus gerilimindeki tutumuna paraleldir. Çin’i de Rusya gibi henüz emperyalist bir karakter kazanmamış bir kapitalist güç olarak gördüğümüzden dolayı ABD-Çin gerilimini emperyalizmin Çin üzerinde bir üstün konum kazanma ve bunu muhafaza etme emellerinin bir ürünü olarak görüyoruz. Çin’in askeri gerilim yaratan politikaları aynen Rusya gibi yalnızca kendi coğrafi dairesi içinde ortaya çıkıyor. Buna karşılık, ABD, emperyalist bir ülkeye yakışır şekilde kendi topraklarından binlerce kilometre uzakta denizlerde ve havada hâkimiyet kurmak üzere mücadele ediyor. Bu bakımdan, sosyo-ekonomik ve politik gelişmeler Çin’in emperyalist bir politika izlediğini ortaya koyana kadar, ABD ile Çin arasındaki bütün askeri gerilimlerde DİP ABD’nin karşısında olacaktır. Elbette geçmişte Yugoslavya savaşlarında Miloşeviç ve Irak savaşlarında Saddam, bugün ise Rusya söz konusu olduğunda Putin için geçerli olan, Çin söz konusu olduğunda Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) hâkimiyetindeki rejim içinde geçerlidir. DİP, devrimci Marksistlerin ÇKP’ye ve rejimine en ufak bir politik destek vermesine karşıdır. Sadece ABD ile askeri bakımdan karşı karşıya geldiğinde ABD’ye karşı askeri bakımdan Çin’i desteklemektir söz konusu olan.

19. Çin söz konusu olduğunda iki ulusal sorun gelecekte epeyce güçlük yaratmaya adaydır. Bunlardan biri Tibet, diğeri ise Sinciyang (Sincan) ya da Uygur (Doğu Türkistan) sorunudur. Çin her iki bölgeyi de adım adım asimilasyona tâbi tutmaya yönelmiştir. En önemlisi Çin’in hâkim etnik topluluğu olan ve ülkede ezici çoğunluğu oluşturan Han’ları bu bölgelere yeniden iskân yoluyla yerleştirerek nüfus çoğunluğunu kendi yanına çekmeye ve böylece gelecekte bu iki toprak parçasını ulusal sorunun UKKTH  temelinde çözülmesini içinden çıkılamayacak biçimde Çinlileştirmeye çalışmaktadır. Bu iki sorundan Uygur sorunu, bu halkın Türki bir halk olması dolayısıyla Türkiye işçi sınıfının öncüsünü de yakından ilgilendirmektedir. Türkiye’de faşist ya da İslamcı iktidarların işlerine geldiğinde bu meseleyi kaşıması, hatta kendi aralarındaki rekabet dolayısıyla kaşımak zorunda kalması büyük olasılıktır. Sorun aynen Rusya’nın içindeki ve “yakın çevre”sindeki Türki halklar karşısındaki sorundur. Devrimci Marksistlerin bu konuda izleyeceği politika Uygur halkının kendi kaderini tayin hakkını tanımakla birlikte bu sorunun ABD-Çin çelişkisinde ABD’nin bir kozu hâline getirilmesine karşı uyanık olmaya yaslanacaktır. Bu anlamda Uygur bölgesinin Çin'den ayrılması bölgede ABD emperyalizminin askeri ve siyasi varlığını güçlendirecek sonuçlar doğuracak şekilde gerçekleşecek ise devrimci Marksistlerin böyle bir ayrılmayı UKKTH (ulusların kendi kaderini tayin hakkı) adına desteklemesi söz konusu olamaz. Ancak Uygur bölgesindeki emperyalizm yanlısı ayrılıkçılığa karşı olmak Çin'de Han şovenizmini desteklemeyi gerektirmez. Tersine Han şovenizmi, Uygur halkını emperyalizme doğru ittiği için mahkûm edilmelidir.

Savaşın coğrafyaları (4): Müslüman Afrika

19. Afrika, ODKA’nın zaten organik bir parçası saydığımız Mısır ve Mağrip dışında “Sahra altı Afrika” ya da “kara Afrika” diye bilinen devasa coğrafi alanda Müslüman halkların çoğunluk olduğu ya da en azından Hıristiyanlarla iç içe yaşadığı (Nijerya) ülkelerde de tekfirci İslamcılığın yükselişi dolayısıyla, son dönemin savaş dinamiklerinin bir parçası hâline gelmiş bulunuyor. Hem DAİŞ, hem de El Kaide Afrika’da taraftar örgütlere sahiptir. Tekfirci akımın güçlü olduğu ülkelerin başında Doğu Afrika’da (artık bir devlet yapısına sahip olduğu dahi söylenemeyecek olan) Somali (Eş Şebab), Kuzey Batı Afrika’da Mali (El Murabitun), Mağrip ülkeleri Tunus ve Cezayir (Mağrip’te El Kaide örgütü) ve Nijerya (Boko Haram) geliyor. Bunlara şimdi DAİŞ’in büyük bir güçle yüklendiği Libya da katılmıştır.

20. Afrika onyıllardır zaten savaşlarla sarsılan bir kıtadır. Bunda birçok faktör rol oynamaktadır. İlk akla gelenler, kara kıtanın dehşet verici yoksulluğu, ulus devletlerin sömürgecilerin cetvellerinin ve “böl yönet” politikalarının ürünü oluşu, hâkim sosyal yapının hâlâ kabileler oluşu, eski sömürgeci güçlerin, en başta Fransa’nın bu ülkelerde hâlâ çok köklü çıkarlarının oluşu, emperyalist ülkeler (özellikle ABD ile Fransa) arasındaki nüfuz çekişmeleri, doğal kaynakların yağmalanmasının ortaya çıkardığı suç şebekeleri ve bir dizi başka faktördür. Ne var ki, bunlar kara kıtanın neredeyse yapısallaşmış sorunlarıdır. Kara kıtayı bir sosyalist devrim dalgası kucaklamadıkça bunlarda kısa vadede bir değişiklik beklemek mümkün değildir. Ama bu faktörler arasında sadece biri bir dünya savaşına katkıda bulunabilecek bir dinamik taşıyor. Bu da tekfirciliktir.

21. Kara kıtanın bir sosyalist devrim dalgasıyla baştan aşağı sarsılması hayali bir olasılık değildir. Son yarım yüzyılda üç ayrı uğrakta böyle bir olasılık doğmuştur. Birincisi, 1960’lı yıllarda sömürgeciliğe karşı ilk isyan dalgası Küba devriminin başını çektiği Tricontinental hareketiyle birleştiğinde daha başarılı bir atılım yapılabilseydi sonuç farklı olabilirdi. İkinci devrimci dalga 1970’li yıllarda özellikle Portekiz sömürgelerindeki (Angola, Mozambik, Gine Bissau ve Cape Verde) devrimci ayaklanmalar temelinde yaşanmıştır. Özellikle Angola’nın Küba ile birlikte Güney Afrika apartheid rejimine karşı verdiği savaştan galip çıkması bu dalgada nasıl bir potansiyel olduğunu göstermiştir. Bu devrim-savaş dalgası aynı zamanda 1974’te Portekiz’de sonunda yarım kalan bir sürekli devrim sürecinin başlamasına yol açmıştır. Nihayet, 1980’li yıllarda Afrika’nın en güçlü işçi hareketine sahip Güney Afrika’da toplumsal çelişkiler, ırk sorununun sınıf sorunu ile birlikte çözülmesini olanaklı hâle getirecek bir sürekli devrim dinamiği gösterdiği hâlde Mandela önderliğinin ihanetiyle karşılaşmıştır. Afrika devriminin bu olanakları, bize kara kıtanın sadece gericilik, dini hareketler, kabilecilik, soykırım (Ruanda), vahşi savaşlar üretmediğini, sosyalizmin, elbette çok melez biçimler de taşıyabilecek bir sosyalizmin bu en geri kıtada bile maddi bir olasılık olarak geçmişte gündeme gelmiş olduğunu, gelecekte de gelebileceğini göstermek bakımından önemlidir.

Savaşın ardındaki dinamikler

22. Bugün bir dünya savaşının ya da ODKA bölgesinde dehşet verici bir bölge savaşının gündeme gelişinde bir dizi somut faktör rol oynuyor. Bunların başında 20. yüzyılın ikinci yarısında dünya savaşının bir eğilim olarak gerilemesinde en önemli etken olan bürokratik işçi devletleri olgusunun, en başta da SSCB’nin varlığının ortadan kalkması var. Soğuk Savaş diye anılan karşılıklı mevzilenmeye rağmen, SSCB’nin emperyalizme bütün 20. yüzyıl boyunca, ama özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan neredeyse bir dünya olgusu hâline gelmiş olarak çıktıktan sonra bir karşı denge oluşturması insanlığı emperyalizmin dünyayı paylaşma dinamiklerinin yeni bir savaş çılgınlığına yol açmasını engellemiştir. SSCB’nin (ve öteki BİD’lerin) varlığı emperyalistleri ister istemez birbirine yakınlaşmaya itmiştir. SSCB ve diğer BİD’lerin çöküşü ise, sadece dünyanın paylaşılması dinamiklerinin yeniden canlanmasına olanak sağlamamıştır. Aynı zamanda SSCB, Çin ve Doğu Avrupa’da çöken devletlerin yerinde yükselen kapitalist ülkelerin dünya kapitalist sistemine pürüzsüz biçimde bağlanması sorunu ile bunlar üzerinde kimin hegemonya kuracağı sorununu da somut biçimde gündeme getirmiştir. Bugün dünya durumunu en temelde belirleyen, emperyalizmin Rusya ve Çin politikasıdır. Yani onları kuşatma, yalıtma, kontrol altına alma politikası.

23. İkinci sırada 2008 finansal çöküşünden bu yana dünya ekonomisini kavramış olan Üçüncü Büyük Depresyon geliyor. Dünya kapitalizminin bütün büyük krizleri, sadece sınıfları değil, aynı zamanda ulusal devletleri ve devlet gruplarını da karşı karşıya getirir. Yavaş büyüyen, hatta belirli dönemlerde daralan bir dünya pazarından alınacak pay için devletlerin birbirlerinin çıkarlarını ayaklar altına alması bir zorunluluk hâline gelir. Bugün önümüzdeki en güzel örnek Üçüncü Büyük Depresyon’un dünya pazarını durgunlaştırarak bir petrol fazlasına yol açması ve petrol fiyatının düşmesidir. Bunun sonucunda sadece Rusya ya da Venezüella gibi ülkelerde değil, nüfusuna göreli olarak çok yüksek zenginliğe sahip Körfez ülkelerinde bile ciddi ekonomik zorluklar doğmuştur. Suudi Arabistan gibi bir ülkede bile muazzam bütçe açıklarından söz edilmektedir. Şimdi İran’la imzalanan nükleer anlaşma sayesinde İran petrolü üzerindeki ambargo kalkınca bu ülkenin kendi ekonomik darboğazlarını aşmak amacıyla piyasaya vereceği çok miktarda petrol, fiyatları daha da aşağıya çekecek, bütün petrol üreticisi ülkeler en derininden bir krizin içine yuvarlanacaktır. Ortadoğu üzerinde bir mezhep savaşı tehdidinin tarihin bu aşamasında doğmasına şaşıracak bir şey var mıdır?

23. Üçüncü Büyük Depresyon bir başka bakımdan da dünya savaşı dinamiklerini kızıştırmıştır. Emperyalist ülkeler ekonomik bakımdan tam anlamıyla bir durgunluk içinde yaşamaktadır. Japonya çeyrek yüzyıldır neredeyse büyümüyor! AB son yedi yılda en ufak bir büyüme yaşamamıştır. Emperyalist kampta büyük depresyonu en hafif geçirmekte olan ABD bile tarihsel ortalamaların çok altında, yüzde 1-2’lik büyüme oranlarıyla yetinmek zorunda kalmıştır. Buna karşılık Çin (son bir yıl içinde ortaya çıkan sarsıntı bir yana) çeyrek yüzyıldır yılda yüzde 10’un üzerinde bir büyüme hızına ulaşıyor! Bu Çin’in bir ekonomik dev olarak dünyanın ufkunda yükselmesine, bu ekonomik gücü kısmen askeri kas gücüne tercüme etmesine ve zamanla korkulacak bir güç hâline gelmesine yol açmıştır. Yani kriz içinde ortaya çıkan eşitsiz gelişme dünya çapında güçler dengesini altüst etmiştir. Çin için doğru olan, petrol fiyatının bir buçuk yıl önce aniden düşmeye başlamasına kadar Rusya için de (elbette çok daha düşük bir düzeyde) geçerliydi. Çin’in emperyalizmin Bretton Woods sistemine alternatif bir kurumsal yapılanmayı yaratma girişimlerini başlatması bile bu sayede olmuştur.

24. Büyük ekonomik krizler, halk kitlelerini yoksullaştırarak bir yandan sınıf mücadelelerini güçlendirirken, bir yandan da halkların karşı karşıya gelmesine yol açar. Burjuvazinin kapitalizmin zaaflarını gözler önüne seren ve kitlelerde büyük hoşnutsuzluğa, hatta öfkeye yol açan işsizlik, yoksullaşma, kamu hizmetlerinin gerilemesi vb. kriz olgularını saptırmak üzere geliştirdiği ana taktiklerden biri ırkçılık olmuştur hep. 1930’lu yıllarda Nazi rejiminde en üst ifadesini kazanan bu saptırma yönteminin, bugün de krizde en zayıf halka hâline gelmiş olan Avrupa kıtasında dehşet verici bir yükseliş içinde olduğu partimizin yıllardır vurguladığı bir gerçektir. Avrupa’nın Müslüman gençliğinden tekfirciliğe katılım gayet ciddi ölçeklerde oluyorsa, bunun bir nedeni örneğin Mağrip’ten katılımlarda olduğu gibi yoksulluktur; ama öteki büyük nedeni, Müslüman gençliğin Almanya’da da, Fransa’da da, Britanya’da da, daha küçük ülkelerde de toplum içinde, ekonomide ve devlet aygıtı (özellikle polis) nezdinde de korkunç bir ırkçılık tarafından ezilmesidir. Avrupa’da yükselen ırkçılık tekfirciliği kışkırtırken tekfircilik de hem Batı ülkelerindeki imha eylemleriyle, hem de yarattığı göç dalgasıyla Avrupa toplumlarında ırkçılığın eline oynamakta, onun daha da güçlenmesine yol açmaktadır. Bu böyle karşılıklı bir besleme süreci içinde yükselen bir helezon (spiral) hâlinde krizi derinleştirmektedir Daha genel olarak, krizin beslediği dar milliyetçilik gençliğin ve halkın savaşlara daha fazla destek verecek bir ruh durumuna girmesine yol açar.

25. Büyük depresyonlar, partimizin daima vurgulamış olduğu gibi, sınıf mücadelelerini ve devrimleri de kamçılar. Devrim demek diyalektik bir anlamda karşı devrim demektir. Başarılı büyük devrimler en büyük savaşları durdurur. Başarıya ulaşamayan devrimler savaş kışkırtır. 2011-2013 arası yaşanan dünya devrimi dalgası, Arap dünyasında savaşı kışkırtmıştır. Karşı devrimin merkezi olarak iş gören Suud rejimi, sadece Bahreyn’i (öteki Körfez ülkelerinin de yardımıyla) işgal etmekle yetinmemiştir. Ortadoğu’da mezhep savaşını Suriye savaşına müdahalesiyle birlikte bir strateji düzeyine yükseltmiştir. Buradan sembolik bir ders çıkartmak mümkündür: insanlığın geleceği, gerici savaşlarla devrimler arasında bir yarışla belirlenecektir. İlkinin üstünlük kazanması bizi barbarlığa doğru sürükleyecektir; ikincisinin zafere kavuşması ölçüsünde insanlık savaşın yıkımından ve barbarlıktan kurtulma olanağını elde edecektir.

 Bir bütün olarak devrimci Marksizmin politikası

26. DİP’in yaklaşan Ortadoğu savaşına ve olası bir dünya savaşına ilişkin politikası modern çağın deneyimlerinden süzülerek oluşan Marksist savaş politikasının güncel durumlara papağanca değil yaratıcı biçimde uygulanması sonucunda oluşturulmalıdır. Burada ilk ve en önemli ders şudur: 20. yüzyıl deneyimi, bu tür büyük savaşları, insanlığın cinnet anları olarak anılması gereken insan mezbahalarını sadece ve sadece devrimin ve sosyalizmin durdurabileceğini göstermiştir. 20. yüzyılın dünya savaşları karşısında solda, ince taktiklerin ötesinde genel yaklaşım bakımından temel olarak dört tutumdan söz edebiliriz. İlki proletaryaya ve devrime açık ihanet çizgisi olan kendi burjuvazisini desteklemektir. Sosyal  demokrasinin önderliğinin ezici bölümünün Birinci Dünya Savaşı’nda benimsediği ve İkinci Dünya Savaşı’nda sürdürdüğü bu tavır, katliamın yardakçılığı anlamını taşır. İkinci tavır, Kautsky’nin tavrıdır: savaşın burjuvazinin de çıkarına olmadığını karmaşık analizlerle destekleyerek ısrarla ileri sürmek ve barışı burjuvaziden beklemek. Bu tavır, dünya savaşlarının kapitalizmin tarihsel olarak gerileme içindeki bir üretim tarzı olmasının, burjuvazinin gerici bir güç hâline gelmiş olmasının ürünü olduğunu görmezlikten gelen, proletaryanın gücünü bu gerici üretim tarzının hizmetine koşan, gerici sınıfa yedekleyen ve bu yüzden yenilgiye mahkûm eden bir tavırdır. Üçüncü yaklaşım, soyut barış çağrılarına yaslanan, insanların ahlaki duygularına hitapla savaşı sona erdirebileceğini hayal eden pasifizmin tutumudur. Aslında bu da büyük ölçüde burjuva toplumu içinde barış yanlısı güçlerin hâkim olabileceği hayalini beslemek bakımından, Kautsky kadar dürüstçe olmasa bile, ona benzeyen bir tutumdur. Burjuva toplumunda böyle eğilimler olabilir. Burjuvazinin ve küçük burjuvazinin içinde böyle eğilimler vardır, ama üstünlük sağlamaları mümkün değildir. İşçi sınıfı ve yoksullar arasında ise barış özlemi çok ciddi bir ağırlık taşır çünkü gerek hayat kaybı, gerekse cephe gerisi sosyo-ekonomik yaşam bakımından savaşın en ağır yükünü bu sınıflar çeker. Ama proletarya sadece barış istemekle barışı getiremez. Ancak proletarya ve emekçilerin fiilen devrimci yola girmeleridir ki gerici burjuvazinin savaştan çark etmesine yol açabilir. Ders budur: Birinci Dünya Savaşı da, İkinci Dünya Savaşı da büyük işçi emekçi kitlelerin devrim yoluna girmeleri sonucunda sona ermiştir. Birincisi, Rusya’da muzaffer Ekim devrimi (1917) ve Almanya’da yarım kalan Kasım devrimi (1918) sayesinde bitirilmiştir. İkincisi ise, iki faktörün etkisi altında sona ermiştir: (1) 1917 devriminin ürünü olan Sovyet devletinin, o devlete sahip çıkan halkın ve Kızıl Ordu’nun Rusya içinde ve daha sonra dışında Nazizmi devirmesi; (2) bütün güney Avrupa’yı ve uzak Asya’yı saran devrimci yükseliş dalgası. İkinci savaşta Amerika’nın ve “müttefikler”in katkısı ikincildir. Hatta SSCB’nin zayıflaması için kasıtlı olarak geciktirilmiştir. Öyleyse, genel bir yasa hâlinde formüle edilecek olursa şu söylenebilir: kapitalizmin tarihi gerilemesinin, burjuvazinin gericileşmesinin ürünü olan büyük savaşları yenilgiye uğratmanın tek yolu devrimdir.

27. Bu çok önemli formül, bizi bir başka önyargıdan kurtarır. Büyük savaş dönemlerini, sadece gerici eğilimlerin hâkim olduğu dönemler olarak kavramak doğru değildir. Yani savaşın gelmekte olduğunu söylemek “ah vah” diye dövünmek değildir, olmamalıdır. Yukarıda devrim demenin diyalektik olarak aynı zamanda karşı devrim demek olduğu vurgulanmıştı. Şimdi vurgulanması gereken, aynı diyalektik yasalar gereği, en gerici savaşın aynı zamanda bir devrim potansiyeli yarattığıdır. Lenin Birinci Dünya Savaşı başlar başlamaz dünyanın bir devrimci ya da öndevrimci duruma girdiğini vurgulamıştır. Bunun arkasında insanlığı bu kadar sarsıcı bir savaşa sürükleyen çelişkilerin tam tamına kapitalizmi çok ağır zaaflara sürükleyen çelişkiler olduğunun kavranması ve böyle büyük savaşların yerleşik her türlü kural, kurum ve değeri aslanın önüne atarak düzeni savunmasız bıraktığını anlaşılması yatar. İkinci Dünya Savaşı’nın dinamiklerini muazzam bir panorama biçiminde kavrayan Trotskiy, savaşın bir devrimle biteceğini, bunun Dördüncü Enternasyonal’in kitleselleşmesi anlamına geleceğini vurgulamıştır. Bugün bizim de anlamamız gereken şudur: savaş bizi bıçak sırtı bir durumla karşı karşıya getirir. Hem barbarca bir geleceğin habercisidir, hem de devrimin. Çözüm ya bir yöndedir, ya da öteki. Öyleyse, salt savunma taktiklerine dayanan bir savaş karşıtı politika olamaz.  Burjuvazinin gerici eğilimlerini durdurarak savaşı engelleme yaklaşımı yanlıştır. Elbette belirli anlarda taktik olarak savunma politikaları öne çıkacaktır. Ama Trotskiy’in faşizme karşı mücadele vesilesiyle vurguladığı gibi, böylesine radikal mücadele anlarında, olağan olan her şey aşılmışken, salt savunmaya ya da salt saldırıya yaslanan bir stratejik hat söz konusu olamaz. Savunma hattı hızla bir saldırı hattına dönüştürülebilir. Faşizmin yenilmesi aynı zamanda devrimin üstünlüğü anlamına gelebilir, (Fransa, İtalya ve Yunanistan İkinci Dünya Savaşı’nı böyle yaşamıştır), hatta zaferini gerektirebilir (Yugoslavya). Biz önümüzdeki dönemde insanlığı barbarlığın elinden kurtarma gibi asil bir göreve talibiz. Ama bu görevi ancak devrimi yükselterek yerine getirebileceğiz. Kaçınmamız gereken en önemli şeylerden biri, salt savunmada kalma psikolojisidir. Örnek verelim: Ortadoğu’nun bir mezhep savaşında felakete uğramasının alternatifi birbirimizi kucaklayarak barışmamız değildir. Gericiliği yenilgiye uğratarak, ezerek, püskürterek Ortadoğu Sosyalist Federasyonu’nu kurmaktır.

28. Marksizmin Birinci Dünya Savaşı’ndan elde ettiği en büyük kazanım, Lenin’in emperyalist savaşı iç savaşa çevirme politikasıdır, bunun belirli koşullardaki uygulaması olan devrimci bozgunculuktur. İlki proletaryanın büyük savaş içindeki hedefini ikirciksiz biçimde ortaya koyar. Emperyalist savaşın yerine devrimci savaş! İkincisi (devrimci bozgunculuk) ise bunu pratik bir uygulamasıdır. Bu politikanın çok fark edilmeyen üstünlüğü, proletaryanın öncüsünü devrimci disiplin altına sokması, burjuvazinin peşine düşmesini engellemesi, yani gerici burjuvazinin karşısında yer alan devrimci bir güç olarak kalmasını garanti altına almasıdır. Koşullar değiştiğinde, önemli olan proletaryanın öncüsünü disiplin altına almak değil, iktidarı almak için en etkili politikayı izlemek olunca uygulama değişmiştir. Bizim savaş politikamız da bu şekilde kademelenmiş olarak belirlenmelidir. Hedef Ortadoğu savaşını sınıflar arası bir savaşa çevirmektir.

29. Marksizmin İkinci Dünya Savaşı’ndan elde ettiği en büyük kazanım, Trotksiy’in Proleter Askeri Politika kavramında ifadesini bulan, savaşı savaş olarak ele alma, savaşa kendi dilinden cevap verme, pasifizmin eldivenleri yerine proletaryanın silahlarını kuşanma politikasıdır. Proleter Askeri Politika, “proletarya militarizmi” kavramından bile korkmayan bir gerçekçiliktir. Fransızların bir sözü vardır: “à la guerre comme à la guerre!”. Yani “savaşta savaşta davranılması gerektiği gibi davranmak gerek.” Kapitalizmin gerici karakterinin ürünü olan savaşlara karşı tutumumuz “aman savaş olmasın!” değil, “savaş mı istiyorsunuz, varız, biz kazanacağız” olmalıdır. Bunun uygulama taktikleri çok sayıda olabilir. Trotskiy sendikalarda askeri eğitimden faşizmin işgali altına düşen ülkelerde askeri savunma faaliyetlerine kadar birçok yöntemin sözünü ediyordu. Önemli olan, savaştan kaçınmamak, o alanı düşmana bırakmamaktır.

30. Bu doğruysa önümüzdeki dönemde tekfircilerin ve faşistlerin milis faaliyetleri karşısında kendimizi savunmak zorundayız. Marksistler gericiliğin ve faşizmin saldırısı karşısında devletin korumasından bir şey beklemez, özsavunmanın önlemlerini alırlar. Bu sadece başlangıçtır. Sonuçta emperyalist savaşı sınıflar arası savaşa çevirmek küçük bir öncünün silahlı propaganda faaliyetleri ile değil, ancak kitlelerin silahlanması ve silahlı proletaryanın ve köylülüğün sosyalist programın hegemonyası altına girmesiyle mümkün olacaktır. Ya sürekli devrim ya barbarlık!

31. Büyük devrimci sloganların ilginç bir hayat hikâyesi vardır. Bunlar ilk ortaya atıldıklarında geçerlidir geçerli olmasına, ama zamanın geçmesiyle birlikte daha da geçerli hâle gelirler. Bu söylediğimiz, modern tarihin en büyük kadın devrimcisi Rosa Luxemburg’un, Engels’ten esinlendiği söylenen şiarı “Ya sosyalizm, ya barbarlık!” için de geçerlidir. 20. yüzyılın başında zaten geçerli olan bu slogan, 21. yüzyılda çok daha yakıcı bir anlam kazanacaktır. Biz buna bir tek şey eklemeliyiz. Luxemburg çağının en ileri kapitalist toplumlarının birinin içinden ileri kapitalist ülkeler için ileri sürüyordu bu sloganı. Biz daha melez toplumları göz önüne almalıyız. Demokratik görevlerle sosyalist görevlerin iç içe geçtiği durumları kapsamalıyız. Ayrıca, devrimin dünya arenasındaki gelişmesinin başarısı için gerekliliğini de vurgulamalıyız. Bu yüzden “sosyalist devrim” yerine “sürekli devrim” demeliyiz. “Sürekli devrim” aslında “sosyalist devrim”dir. Ama yeni belirlenimlerle zenginleşmiş ve karmaşıklaşmış bir sosyalist devrim. Tarihi önderlerimizin deneyimi bize kavramlarımızı karmaşıklaştırma ve zenginleştirme olanağını kazandırıyor. Bu daha zengin belirlenimle aslında aynı şeyi anlatıyoruz: kapitalizmin barbarlığının karşısına çıkarılacak tek şey devrimdir!