DİP 3. Kongre belgeleri (1): Türkiye’de siyasi durum ve görevlerimiz

Gerçek gazetesi ve sitesinde daha önce haberleştirmiş olduğumuz Devrimci İşçi Partisi (DİP) 3. Kongresi, hem dünya ve Türkiye durumunun analizi ve bu analizden çıkan sonuçların proleter devrimcilerine ne görevler yüklediğinin belirlenmesi bakımından, hem de özel birtakım alanlarda (din, laiklik, siyasal İslam; 100. yılında Ermeni soykırımı; partinin güncel koşullar altında işçi sınıfı içinde örgütlenme taktikleri; Enternasyonal inşası vb.) alınan kararlar bakımından büyük önem taşıyor. DİP, Bolşevik geleneğe sadık biçimde, kongresinden aylar önce başlayan ve bütün üyelerinin eşit koşullarda ve özgürce katıldığı bir tartışma süreci içinde son derecede demokratik sonuçlara ulaşmayı bilmiştir. Şimdi ise partinin en yüksek karar organı olan kongrenin öngördüğü doğrultuda, eylem içinde birlik ilkesine uygun biçimde bu kararları uygulayacaktır. Demokratik merkeziyetçilik DİP’te sadece zaman zaman övülen bir ilke değil, somut bir işleyiş biçimidir.

DİP’in üyesi olmamakla birlikte onun politikalarına bağlı olarak mücadele eden, onun genel yönelişine sempati duyan, ondan etkilenen ya da onu sadece izleyen geniş kesimler var. Partiyle birlikte mücadele eden kesimlerin 3. Kongre’de alınmış olan kararları tanıması, mücadelenin sağlığı ve gücü açısından büyük önem taşıyor. Sözünü ettiğimiz, partiden etkilenen ya da onu ilgiyle izleyen diğer kesimler ise bu kararları inceleyerek DİP’in kavrayışının Türkiye solunun öteki akımlarından nasıl farklılık gösterdiğini, meselelere nasıl işçi sınıfının bakış açısından ve devrimci tarzda yaklaştığını, kendi önüne ne tür görevler koyduğunu öğrenecek, DİP’e karşı tutumunu böylece daha sağlıklı bir temele yerleştirecektir. Bütün bu nedenler dolayısıyla, önümüzdeki günlerde ve haftalarda 3. Kongre’nin ürünü olan kararları peyderpey yayınlayacağız.

Bu yayınlama faaliyetine, üzerinde yaşadığımız ve devrim yapmak üzere mücadele verdiğimiz toprakların siyasi durumuna ilişkin karar ile başlıyoruz.

1. İkinci kongremizin düzenlendiği Aralık 2012’den bu yana geçen iki yılda Türkiye olağanüstü bir dönem yaşadı. Bu iki yıl içinde Türkiye bir yıl aralıkla iki halk isyanı, devasa bir yolsuzluk sarsıntısı ve Ortadoğu’daki dağılma ve parçalanma dinamikleri sonucunda Ortadoğu’da savaşa benzer bir deneyim (30 Mart seçimlerinin hemen öncesinde tapelere de yansıyan Suriye ile savaş olasılığı, Eylül sonundan itibaren Kobani sorunu) geçirdi. Bu araya da iki seçim sığıştı: biri önemi yerel düzeyde kalmayan, Erdoğan için bir plebisit niteliği arz eden yerel seçimler; öteki ise Türkiye tarihinde bir ilk olan halkın doğrudan oylarıyla cumhurbaşkanı seçimi. Bu olağanüstü çalkantılarla, iniş ve çıkışlarla dolu dönemden partimiz bir devrimci komünist yapı olarak büyük bir başarıyla geçmiştir. Ancak olağanüstü durum devam ediyor. Parlamentarist (yani ufku parlamenter politika ile sınırlı) bir bakış açısına hapsolanlar, belki de Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilişiyle bir dönemin kapandığını, yeni bir dönemin açıldığını düşünebilirler. Oysa olağanüstü dönem devam etmektedir. Türkiye gelgitlerle sarsılmaya devam edecektir. Bir ülkenin (ya da bölgenin, dünyanın vb.) siyasi dönemlerini her zaman seçimlerle başlatıp bitiren yaklaşım bizden uzak olsun. Türkiye’nin, Ortadoğu’nun, bütün bir bölgenin ve dünyanın geleceğinde derin etkiler bırakacak bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemi iyi tanımlamalı, dönemin sunduğu olanakları ve tehlikeleri iyi tanımalı, kendi güçlü yanlarımızı öne sürerek işçi sınıfının devrimci öncü partisine dönüşmek bakımından elden geleni yapmalı, sınıflar mücadelesini yönlendirme yolunda daha büyük güç kazanmalıyız. Dogmatik bir yaklaşım devrimci Marksist bir partiye yakışmaz, çünkü bütün amacımız devrimin çıkarlarını ilerletmektir.

2. İçinden geçmekte olduğumuz dönemin karakterini iyi tanımlamalıyız. Türkiye bir devrim öncesi dönemden geçiyor. Bunun anlamı, yarın devrim olacağı değildir. Bir devrimin koşullarının derinden derine hazırlanmakta olduğudur. Lenin’in Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde saptadığı türden bir durumdan söz ediyoruz. Sistemin bütün çelişkilerinin her an patlamaya hazır hale geldiği bir durumdur bu. Bu koşulların sonucu bir devrimin başlaması olabileceği gibi çok ağır bir savaşın, görülmemiş gericilikte bir iç savaşın patlak vermesi de olabilir. Bütün bu olasılıklara hazırlanmalıyız. Önemli olan şudur: devrim, Marksizmin bütün siyasi akımlardan farklı biçimde kavramış olduğu gibi, tarihin gelişmesinin esas hareket biçimidir. Ama bu belirleyici hareket biçimi olağanın dışında yer alır, her gün olmaz, özel koşullar ister. Bugün o koşullar hazırlanıyor. Öyleyse, kendine devrimci diyen bir parti de hazırlanmalıdır. İşçi sınıfının ve insanlığın geleceğinin kararlaştırılacağı bir dönemde her militanın bir Lenin, bir Trotskiy, bir Rosa, bir Che, bir Deniz gibi davranması gerekir.

3.Türkiye’nin devrim öncesi bir dönemden geçiyor olmasını belirleyen birkaç unsur vardır: (1) Bir yıl içinde biri ülkenin batısında, biri de Kürdistan bölgesinde olmak üzere iki halk isyanı. (2) Bu isyanların dünya çapında Üçüncü Dünya Devrimi dalgasıyla aynı döneme denk gelmesi, bu topraklara özgü dinamiklerin yanı sıra onun genel dinamiklerini de paylaşması. (3) Üçüncü Büyük Depresyon’un sarsıntı merkezi olan Avrupa ekonomisinin çeperinde olması. (4) Bu Depresyon döneminin yarattığı kargaşa içinde doğan dağılma ve parçalanma dinamiklerinin Ortadoğu üzerindeki etkisi: Hem Arap devriminin, hem de tekfirciliğin bütün Ortadoğu’yu altüst etmiş olması. (5) Uzun Kürt devrimci dalgasının (1984’ten günümüze) bu altüst oluşun organik bir parçası haline gelmesi, pratik olarak Kürdistan’ın diğer parçalarına sıçramış olması. (6) Belki hepsinden önemlisi, bütün öteki toplumsal ve siyasi güçleri kendine düşman haline getirmiş olan bir siyasi iktidarın çok zayıflamasına rağmen iktidara tutunmayı başarması, toplum zemberek gibi germiş olması, zaaflarının üstünü gittikçe daha sert yöntemlerle kapatmaya çalışması. Türkiye Ortadoğu, Avrupa ve Avrasya sistemlerinin kesişme noktasında bir dinamit fıçısıdır.

4.Partimiz bütün bu faktörleri ve bu karar tasarısında ele alınan öteki konuları hem ikinci Kongre’den bu yana geçen süre içinde, hem de partinin ön tarihine kadar uzanan uzun yıllar üzerinden analiz etmiştir. Bu karar tasarısı, Türkiye’nin içinden geçtiği dinamiklerin bütün boyutlarını ayrıntısıyla ele almayacak, geçmiş analizlerimizin oluşturduğu müktesebatın üzerinde yükselecektir. Geçmişte yapılmış ve basit bir konjonktürle sınırlı olmayan analizlerimizin burada değişiklik önerilmediği ya da özeleştirisi yapılmadığı takdirde geçerli olduğu varsayılmış olacaktır. Bu karar tasarısı, geçmişte söylediklerimizi kısmen değerlendirmekle birlikte esas olarak önümüzdeki döneme ilişkin dersler çıkarmak açısından tartışmayı derinleştirmeye çalışmaktadır.

Halk isyanları

5.Bütün bu dönemi açan, elbette Türkiye tarihinde özel yerini şimdiden almış olan Gezi ile başlayan halk isyanıdır. Bu sarsıcı ve derin toplumsal olay hakkındaki tespitlerimiz zamanla daha da perçinlendi. Bunlar arasında, (1) bunun nesnel ve öznel koşulları bakımından bir devrim değil bir halk isyanı olduğu, (2) ardında ağır ekonomik koşulların yarattığı memnuniyetsizliklerin rolü olsa da, sınıfın kendine özgü taleplerinin ve mücadele yöntemlerinin işin içine girdiği bir proletarya hareketi değil, sınıf karakteri bakımından karma bir halk hareketi olduğu, (3) önderliğine soyunan güçler tarafından (Taksim Dayanışması, Sırrı Süreyya Önder vb.) erkenden ihanete uğradığı saptamaları özel bir önem taşır. Devrimci İşçi Partisi, sağlam tarih kavrayışıyla halk isyanının bir zaafı olan kendiliğindencilik fetişizmine ve örgüt düşmanlığına en ufak bir prim vermemiş, Türkiye solunun yaşadığı kuyrukçuluk ve adaptasyon yalpalamasından etkilenmemiştir. Halk isyanının gelişme dinamiklerini ve temposunu bir Marksist partinin yapması gerektiği gibi ince ince analiz etmiştir. Gerek “orta sınıf” tahliline, gerekse “proletarya hareketi” iddiasına karşı çıkışından son derecede sağlıklı sonuçlar türemektedir. “Orta sınıflar” teorisi, halk isyanını bayrak mitingleri ile aynı yere iter. Bu doğru değildir. Bayrak mitingleri ayrıcalıklı katmanların hegemonyasında yürüyen bir hareketti; yüzünü düzenin bir ana dayanağına, TSK’ya çevirmişti Halk isyanı ise düzenin her yanının sorgulanması potansiyelini taşıyordu. Gezi ile başlayan halk isyanı, toplumun evcil, var olan devlete biat etmiş, 12 Eylül’de kurulan rejime ayak uydurmuş bir dizi toplumsal grup ve katmanını yarının devriminde proletarya ile ittifaka hazırladı. Öğrenci gençlik, büro emekçileri ve modern küçük burjuvazinin bazı kesimlerinin düzenden kopma eğilimleri kuvvetlenirken Aleviler, kadınlar ve eşcinseller zaten düzenle çok barışık olmayan gruplar olarak halk isyanına kitlesel biçimde dâhil olmuşlardır. İkinci görüşe, “proletarya hareketi” iddiasına gelince, bu ise halk isyanın eksiklerini görmezlikten gelerek, proletaryayı harekete geçirme ve örgütleme görevinin hâlâ önümüzde olduğunu gizler, sosyalist hareketin görevlerinin savsaklanmasına yol açar. İhanet saptaması ise, önderlik sorununun ne kadar ciddi olduğunu hemen isyanın başlarında açıkça ortaya koymuştur.

6.Halk isyanı sönümlenirken DİP isyanın “birinci evresi”nin kapandığını, derinde yatan nedenler sürdüğü için isyanın gelecekte, başka biçimler altında olsa da tekrar canlanacağını iddia ediyordu. Bu iddianın doğru olup olmadığını kısaca tartışmak, aynı zamanda bugünün siyasi durumunu anlamak, daha da ötede isyanın kendisinden sonraki döneme bir miras bırakıp bırakmadığını görmek için çaba göstermek demektir. Haziran ile Eylül arasında süren halk isyanının ardından bıraktığı miras şöyle özetlenebilir: (1) Birtakım ezilen grupları (en başta Aleviler ve kadınlar) ve ara toplumsal katmanları (en başta modern yarı proletarya beyaz yakalılar ile modern küçük burjuvazinin bazı kesimleri) radikalleştirmek, gelecekte proletaryanın yanında durmaya hazırlamak. (2) Beyaz Türklerin Kürt sorununu ve mücadelesini ilk kez bir ölçüde anlamasını ve Kürtlere sempati geliştirmesini sağlamak. Ama bunun çok ciddi sınırlarına aşağıda değineceğiz. (3) Kürt serhildanının ortaya çıkmasında etkili olmak. 2013 isyanının Tunus ve Mısır devrimlerinden ve Akdeniz havzasındaki meydanlar hareketlerinden etkilendiğini biliyoruz. Kürt kitlelerinin İstanbul ve Ankara gibi metropollerdeki isyanlardan etkilenmemiş olduğunu düşünmek için hiçbir neden yoktur. Bu, “isyanın yeniden ama başka biçimlerde ortaya çıkacağı” öngörüsünün somut olarak doğrulandığını gösteriyor. (4) Hâkim sınıflarda Tayyip Erdoğan’ın artık istikrar faktörü değil bir istikrarsızlık kaynağı olduğu bilincini yaratarak bölünmeleri derinleştirmek. 17 Aralık ve 25 Aralık operasyonları, yani iç savaşın iç savaşı, daha önceden dinamikleri hazırlanmış olan bir mücadelenin halk isyanının itişi altında fiili bir yarığa dönüşmesidir. Ama bölünmeler bundan ibaret değildir. Arkadan gelmesi ihtimali son derecede yüksek olan Güllü muhalefet de aynı tür bir yarık olacaktır. (Aşağıda göreceğimiz gibi, isyanın yarattığı sarsıntı, başka bazı yarıkların üzerinin örtülmesine yol açmıştır. Ama bunlar, yani Erdoğan-Koç ortak cephesi, Erdoğan-Ergenekon ittifakı vb. kaçınılmaz olarak geçicidir. Dolayısıyla, bir süre sonra Erdoğan’ın bütünüyle yalnızlaşma ihtimali yüksektir.)

7.Halk isyanı ortaya bir Alevi gerçeği çıkartmıştır. Bu gerçek Alevilerin Sünni İslamcı iktidarın hem ülke içinde hem de Ortadoğu’da güttüğü mezhepçi politikalar karşısında bir nefsi müdafaa haline girmiş olmalarının bir sonucudur. Gezi ile başlayan halk isyanına halk karakterini en tutarlı biçimde veren Alevi işçilerin ve yoksulların katılımı olmuştur. Alevi gerçeğini ciddiyetle ele alan partimiz, bu yönde daha ayırt edici politikalar geliştirmelidir. Alevilerin nefsi müdafaasının en önemli siyasal talebi olarak öne çıkan laikliğin, proleter bir sınıf temeline oturtulması ve laikliğe ilişkin geçiş taleplerinin formüle edilmesi başlıca görev olarak karşımızda durmaktadır.

8.6-12 Ekim serhildanı bir yıl öncenin halk isyanından siyasi önderliğinin tutumu dolayısıyla uzak duran yurtsever Kürt kitlelerinin nasıl her an patlamaya hazır olduğunu ortaya koydu. Diyarbakır’da ve Kürdistan’ın başka yörelerinde olayları gözleyenlerin saptamalarından hareketle Kobani serhildanının yarı-kendiliğinden bir hareket olduğunu çıkarabiliriz. HDP’nin çağrısının hareketin tabanının basıncı altında yapıldığı ve var olan isyan eğiliminin kitleselleşmesinde bir rol oynamış olduğu saptaması gerçeklere en yakın yorum gibi görünmektedir. HDP hareketi tek başına başlatmadığı gibi, Öcalan’ın talimatına rağmen hemen bitirememiştir de. Kürt hareketi 6-7 Ekim serhildanından söz ederken biz “6-12 Ekim serhildanı” diyorsak, bunun nedeni YDG-H’nin HDP’nin açık çağrısına rağmen, Öcalan’ın mesajındaki bazı ikircikli ifadelerin ardına sığınıp isyanı günlerce devam ettirmesidir. Bu da Kürt hareketinin farklı eğilimleri barındırdığını bir kez daha çarpıcı biçimde ortaya koymuştur.

9. İki halk isyanı Türkiye’yi Üçüncü Dünya Devrimi’nin merkezi ülkelerinden biri haline getirmiştir. Bunu söylerken iki ayrı halkın devrimci yükselişinden, Türk ve Kürt devrimlerinden söz ettiğimizin bilincinde olmalıyız. Bu iki devrimin örgütlülük derecesi, ideolojik çerçevesi, içerdikleri dinamikler bakımından farklı, hatta yer yer çelişik olduğunu göz önüne almalıyız. Ne var ki, bu farklılık ve çelişkilere girmeden önce bunların aynı devlet iktidarı karşısında yaşandığını, bu anlamda yollarının nesnel nedenlerle birleşme eğiliminde olduğunu saptamalıyız. Türkiye en güçlü aktörün, işçi sınıfının işin içine girmesi halinde yeri göğü sarsacak bir dinamiğin yatağı olmaya adaydır. Kürt sorununun devletler arası niteliği dolayısıyla da Ortadoğu’yu derhal etkisi altına alma kapasitesini taşımaktadır. Üçüncü Dünya Devrimi’nin kaderi biraz da bu topraklarda belirlenecektir.

10. İsyanlar ikliminin barındırdığı zaafları göz önüne almazsak bir hayal dünyasında yaşamaya başlarız, ültra sol politikaların batağına saplanırız. (1) Türkiye’de bir yıl içinde iki halk isyanı yaşanmıştır, ama bu isyanlar beyaz Türkler ile Kürtleri barıştırmayı başaramamıştır. İlk isyanda Kürtler mücadeleyi ancak ucundan ve göstermelik bir şekilde tutmuştur. O dönemde Kürtleri yavaş yavaş anlamaya başlayan Batılı beyaz Türkler ise, serhildan aynı zamanda cumhuriyetin sembollerine karşı saldırganlığa dönüşünce derhal öğrendiklerini unutmuş ve serhildanın karşısına geçmiştir! Kısacası, birbirini anlamayan ve desteklemeyen iki isyandan söz ediyoruz. (2) Proletaryanın kol emekçilerinden oluşan güçlü bölükleri, uzaktan isyan ruhundan etkilenmiş olsalar bile, hareketten uzak durmuşlar, hatta bir ölçüde ona yabancı kalmışlardır. Milyonlarca kol emekçisini aynı torbaya koyup genelleme yapmak yanlış olur. Alevi işçiler hareketin motorlarından biriydi. İlerici kültürden gelen, ailesinde sol geleneğin izleri olan Sünni işçiler eylemlere kısmen katılmış, kısmen sempati duymuştur. Ama Sünni ve Türk işçilerin büyük çoğunluğunun ya Erdoğan’ın “yüzde 50’si” içinde yer aldığı, ya da faşist hareketin nüfuz alanında kaldığı kendimizden gizlemememiz gereken bir gerçektir. İşçi sınıfının kol emekçileri bölüklerinin büyük bölümü, kent yoksulları, geleneksel küçük burjuvazi ve köylülükle birlikte hâlâ gerici ideolojilerin etkisi altındadır. Bu gerçek çok önemlidir. Devrim öncesi durumun kanlı bir iç savaşla, bir dizi pogromla (toplumun belirli damgalanmış kesimlerinin katledilmesi) ya da uluslararası bir savaşa yüksek dozlu bir şovenist destekle dahi sonuçlanabileceğini bize hatırlatmalıdır. Ortadoğu’da doğmuş olan gericilik atmosferinin, DAİŞ’in temsil ettiği kara dalganın burada çok önemli bir rol oynayabileceği söylenebilir (bu konu aşağıda 16. maddede ele alınacaktır). Her şey proletaryanın ağır topları olan kol emekçilerinin önümüzdeki dönemde nasıl bir gelişme göstereceğine bağlıdır. Şayet sınıf mücadelesi öne çıkarsa, bu muhafazakâr, hatta gerici ideolojik-kültürel atmosfer kırılabilir. Aksi takdirde, isyan-devrim eğilimleri devam ederse kanlı gelişmeler gündeme gelebilir. (3) Her iki isyanın önderlikleri de aslında gönülsüz isyancılardır. Batıda “Gezi ruhu” ya da “Haziran ruhu” diye diye parlamentarizmin batağına dönmüş bir sol vardır. Halkın heyecanı CHP kuyrukçuluğunun dişlilerinde parçalanacaktır. Kürtlerde ise her kalıba girmeye hazır bir eğilim şimdilik baskındır: bugün AKP’yle, yarın Türkiye burjuvazisinin başka bir kanadıyla, öbür gün emperyalizmle işbirliği. Her iki önderlik de yönetici değil gemleyici faktörler olarak iş görmektedirler. İki halk isyanının da önderliklerin çağrısıyla geri çekildiğini hiç unutmamalıyız. (4) Sol hareket de aynen isyan eden kitleler gibi birbirine sırt çevirmiş iki akıma bölünmüştür: HDP ve Birleşik Haziran Hareketi (BHH). Bugünkü koşullar çerçevesinde işbirliği parlementarist hesaplarla bile sağlanamamaktadır. Dolayısıyla, sol hem isyan-devrim doğrultusuna yabancıdır, hem de bölünmüştür. Bütün bu nedenlerden dolayı,içinde yaşadığımız dönem hem büyük olanaklar, hem de büyük tehlikeler taşımaktadır.

11.Nesnel koşulların kendisi de, nesnel koşullar ile öznel koşullar da çelişki içindedir. Bu çelişkileri tarihin nasıl çözeceği biraz çevre koşullarına (örneğin Akdeniz havzasında devrimin yeniden yükseliş göstermesi), biraz da siyasi akımların karşılıklı gücüne bağlıdır. Kürt hareketi içindeki devrimci eğilimin üstün gelmesi,  Türkiye işçi sınıfı içinde devrimci Marksizmin bir güç haline gelmesi, durumu değiştirecektir. Devrim olasılıkları siyasi akımlardan bağımsız olarak düşünülemez. Öyleyse, bütün bu analiz daha hızlı, daha sağlam, daha güçlü bir örgütlenme çabasının da temeli olmalıdır.

Hâkim sınıflar içinde durum

12.DİP’in Türkiye analizini solun çok büyük bölümlerinden ayıran bir nokta, 2013 halk isyanından bu yana, hatta biraz öncesinden itibaren bizim Tayyip Erdoğan’ın zayıf bir durumda olduğuna işaret etmemiz oldu. Tayyip Erdoğan gerçek müttefiklerini adım adım yitiriyor. ABD’yi ve AB’yi yitirdi. Arap ülkelerinin hemen hemen hepsini yitirdi. Liberallerin çoğunluğunu yitirdi. Fethullah Gülen’i yitirdi. Şimdi AKP’nin kendisi gittikçe daha parçalı bir görünüm arz etmeye başlıyor. Gül pusuda bekliyor. Arınç hükümet içinden bir kez daha muhalefet etmeye başladı. Üçüncü döneme takılacak milletvekillerinin huzursuzluğu biliniyor. Yolsuzlukların AKP içinde rahatsızlık yarattığı biliniyor. Erdoğan ile Davutoğlu’nun Yüce Divan konusunda, Davutoğlu ile Binali Yıldırım’ın bakanlar kurulunun Erdoğan’ın başkanlığında toplanması konusunda anlaşmazlığa düştükleri biliniyor. Bunlar bilinenler. Meclis grubunun ve teşkilatların içinde ne yaşandığını kimse bilmiyor.

13.Biz Erdoğan’ın düşmenin eşiğine geldiğini belirttik, ama Erdoğan düşmek bir yana cumhurbaşkanı bile oldu. Bu bizim yanıldığımızı mı gösterir? Hayır, çünkü Erdoğan’ı düşürmek için harekete geçebilecek güçler 17 ve 25 Aralık operasyonlarından sonra tam tersine Erdoğan’a destek oldular. Bunların en önemlisi, Mustafa Koç’un şahsında TÜSİAD burjuvazisidir. Fethullah Gülen’i pasifleştiren de o olmuştur muhtemelen. İkincisi, Koç’un da pazarlığı ile özgürlüklerine kavuşan “Ergenekon” kampıdır. (Bunun siyasi bir ifadesi olan eski İşçi Partisi, yeni Vatan Partisi ve ona bağlı yayın organlarıdır.) Üçüncüsü, CHP’dir. Yılmaz Özdil’in eline geçen ve Gerçek gazetesinin sitesinde ele alınmış olan belge ile birlikte, bütün bu çevrelerin bir “düzenli geçiş” stratejisi izlemekte olduğu kanıtlanmıştır. Çünkü halk isyanı sonrasında ve 17-25 Aralık bağlamında Erdoğan’ın düşüşü, Türkiye’de yeni bir halk isyanı da, sarsıcı bir ekonomik kriz de yaratabilirdi. Bu yüzden burjuvazi ve burjuva devletinin bekasını her şeyden üstün tutan siyasi-askeri güçler Erdoğan’ın düşmesini istemedi. Erdoğan’ı düşürebilecek halk güçleri arasında halk isyanı kampı parlamentarist sol tarafından özellikle pasifize edilince, asıl önemlisi Kürt halkının belirleyici gücü de kendi hesapları dolayısıyla Erdoğan’ı iktidarda tutmayı tercih edince Erdoğan’ın düşmesi 2015 genel seçimlerinin sonrasına kaldı. 30 Mart seçimlerini kazanan Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması gayet olağan ve öngörülebilirdi. Biz Erdoğan’ın seçimlerle düşürülebileceğini düşünmek bir yana, düşürülemeyeceğini zaten vurguladık. Bu iki seçim merhalesini geçen Erdoğan kendi partisinin yönetimini ve hükümetin geleceğini de elbette kendi eliyle düzenleyecekti. AKP içinde bir değişimin önderi olabilecek tek kişinin, Abdullah Gül’ün bu konuda herhangi bir şansı yoktu. Ağustos 2014’ten genel seçimlere kadar muhalefetin yükseltilmesi de Gül’ü bölücü durumuna düşürecekti. Yani 2013-14 kışında Erdoğan'ı düşürmeyenler, onun Kaç-Ak Saray'a taşınmasına kadar bir sorunla karşılaşmayacağını biliyorlardı. Ama vize oraya kadardır. Nitekim Erdoğan seçilir seçilmez AKP içindeki çelişkiler su yüzüne çıkmaya başladı. Seçimlerde elde edilen sonuçlar çok başarılı olmadığı takdirde AKP'nin içi bütünüyle karışacaktır. Öte yandan, HDP seçime girer ve yüzde 10’un altında kalırsa, AKP anayasayı bile değiştirecek bir çoğunluğa ulaşırsa durum değişir. Ama bu da bambaşka dinamiklere ve çok daha büyük çatışmalara yol açabilir.

14.AKP’nin büyük şansı burjuva muhalefetinin sefaletidir. ABD bile bu muhalefeti ayağa kaldıramamaktadır. CHP, Baykal’ın düşüşünden sonra sunduğu hizipler koalisyonu görünümünden kurtulur ve Kılıçdaroğlu çizgisinin hâkimiyetine girerken, yine de büyük sarsıntılar yaşıyor. Ulusalcıların toplu halde parti dışına çıkmak yerine parti içinden çatlak sesler çıkarma taktiğinin yönetime baş ağrısı vermesi yetmiyormuş gibi, “Gül kokulu muhalefetin” asli bir unsuru olması planlanmış olan Mustafa Sarıgül’ün mafyavari politikası da ciddi bir kopuşu yakında zorunlu hale getirebilir. MHP’de ise Bahçeli komedisi hâlâ partiyi felç etmektedir. Buna karşın, MHP'nin, AKP'nin gerilemesinin ve gerilerken milliyetçilik kartını oynamasının bir dolaylı sonucu olarak yükselişe geçme ihtimali vardır. MHP ve BBP arasındaki olası bir ittifak bu yükselişi güçlendirebilir. Üniversitelerde artan faşist saldırılara paralel olarak bu olasılıklar gerçek bir faşist tehlikenin de perspektif içine alınmasını ve anti-faşist reflekslerin canlı tutulmasını gerektirmektedir. Öte yandan merkez sağda (DYP, ANAP tipi) yapılan denemelerin kısa vadede hiçbir başarı şansı yoktur. Burjuva muhalefetinin bu sefalet tablosu karşısında diğer etkenlerde büyük bir değişiklik olmazsa (Kürt sorunu ve ekonomik kriz ) AKP yine birinci parti olacaktır.            

15.AKP 2015 genel seçimlerinden eskiye kıyasla önemli bir başarısızlıkla çıktığı takdirde parti karışacak ve büyük çalkantılar doğacaktır. Bu çalkantıların sonuçlarını somut olarak öngörmek olanaksızdır. Ama Erdoğan’ın Kaç-Ak Saray’da yalıtılması ve yolsuzluklarının yeniden gündeme gelmesi ciddi bir olasılıktır. Somut siyasi dengeleri tam olarak öngörmek mümkün olmadığından ana eğilimden söz etmekle yetinmek gerekir. Tayyip Erdoğan, bir otokrat olarak yalıtıldıkça sertleşmekte ve gericileşmektedir. Polise, dine ve Osmanlı’ya gittikçe ağırlık vermesi bundandır. Yani bu gerici açılımlar Erdoğan’ın gücünden değil, güçsüzlüğünden gelmektedir. Bugün hükümete ve AKP’ye hâkimken bu kadar sertleşebiliyorsa, bunlar üzerindeki hâkimiyeti de tehlikeye girdiğinde iktidarda kalabilmek için neler yapabileceğini kestirmek zordur. İki eğilime dikkat etmek gerekiyor. Birincisi, AKP üzerindeki hâkimiyetini kaybetme riski karşısında Erdoğan’ın yeni tip bir faşist hareket imal etme çabasına girişmesi olasılığı: AKP’nin kendisine biat eden kesimlerine, MHP’den koparabildiklerine ve BBP geleneğinin zaten etkilediği çevrelerine, İBDA-C ve Hüda-Par (Hizbullah) gibi tekfirciliğin yükselişinden güç alan radikal çevreleri ekleyerek onların önderliğine soyunabilir. İslamcı burjuvazinin has örgütü durumundaki AKP’nin faşist bir partiye dönüşmesi ihtimali düşüktür, ama yukarıda sözü edilen türden bir kayma Türkiye’yi çok tehlikeli ve kanlı bir ortama çekebilir. Türkiye Ortadoğu’da Arap devriminin yozlaşması süreci sonucunda doğan gerici iklimin ağır şekilde etkisine girmiştir. DAİŞ, Ortadoğu’da daha önce görülmemiş (örneğin İran devriminin İslamcılığı ile karşılaştırılamayacak) bir gericiliğin taşıyıcısıdır. Türkiye’nin sınırlarında faal olan, hükümet tarafından el altından desteklenen, çeşitli illerde ve mahallelerde örgütlenen, Türkiye’den bu sayede birçok militan kazanan bu Ali kıran baş kesen örgüt bugün dışsal bir faktör gibi gözükebilir. Ama kapıların pencerelerin altından Türkiye içine sızması zor durdurulacak bir örgüt gibi görünüyor. Üstelik, bu örgüte buradan yanıt veren ve hızla gelişmekte olan örgütler vardır: Türkiye’nin batısında İBDA-C, Kürdistan’da ise Hizbullah bunların başında geliyor. Bir süre önce Hizbullah’ın liderlerinin salıverilmesinden sonra bu yaz da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını çekmekte olan İBDA/C lideri Salih Mirzabeyoğlu salıverildi. Hizbullah’ın Hüda-Par adı altında 6-12 Ekim serhildanı sırasında oynadığı rol iyi biliniyor. İBDA/C de aynı dönemde aynı görevi ülkenin batısında, özellikle İstanbul’da yerine getirdi. Mirzabeyoğlu’nun Aralık başında düzenlediği toplantıya gösterilen kitlesel destek dikkatlerden kaçmadı. Yükselen bir yeni tip İslamcılık ile karşı karşıyayız. Bunun DAİŞ gericilik dalgası içine yerleştirilmesi, Türkiye’nin Ortadoğu’daki kara dalganın etkisi altına girmiş olduğunu gösterir. Erdoğan’ın yeni tip bir faşist güç imal etmesi olasılığını bu bağlama yerleştirerek anlamaya çalışmak gerekir. Bu tür olasılıkların dışında, Erdoğan’ın hiçbir koşulda bu ülkenin başından efendi efendi çekilmeyeceğini öngörmek gerekir. Erdoğan önümüzdeki beş yıllık dönemi içinde düşmenin eşiğinde olduğunu hissederse büyük ihtimalle savaş çıkaracaktır.  (Bunun çeşitli tarihsel öncülleri arasında Arjantin askeri cuntasının 1982’de Malvinas/Falklands’da yaptığı girişimi zikretmek mümkündür.) Demek ki savaş politikasında çok duyarlı olmamız, parti içinde, genel olarak solda ve kitleler içinde savaş politikası alanında eğitimi yükseltmemiz gerekiyor.

Ortadoğu’da durum

16.Erdoğan şayet savaş çıkarmak isterse, öyle görünüyor ki, bunun fırsatını kolayca bulacaktır. Ortadoğu’da yaklaşık yüz yıldır devam etmekte olan devletler düzeni dağılıyor. 1916 tarihinde Britanya ve Fransa emperyalizmlerinin Osmanlı’nın hâkimiyetindeki Arap topraklarını paylaşmasının adı olan Sykes-Picot, düne kadar devam eden coğrafi sınırların üç aşağı beş yukarı temeli idi. (Bunun en önemli istisnası elbette İkinci Dünya Savaşı sonrasında İsrail’in kurulmasıdır.) Şimdi tekfirci hareket bu sınırları yeniden düzenlemeye girişmiştir. DAİŞ’in (IŞİD, IBSİD) adının bile sorun olmasının nedeni, örgütün adında bulunan “Şam” sözcüğünün Türkçe’den farklı olarak Arapça’da iki farklı anlam taşımakla birlikte çok geniş topraklara işaret etmesidir: Şam Arapça’da bizdeki gibi bir kentin adı değildir (o kent Arapça’da Dımeşk’tir). Bazen Lübnan’ı da kapsar biçimde “Büyük Suriye” demektir, bazen Akdeniz’in doğu yakasında kalan bütün Arap dünyasını kapsar biçimde Batı dillerinde “Levant” adı verilen dev bir coğrafyaya işaret eder. Her halükârda Halifelik ilan eden ve elbette ümmetin birliği peşinde olan DAİŞ için eski sınırları yıkmak ve Müslümanların birliğini sağlamak esastır. İslam Devleti adı verilen coğrafi birim henüz bir devlet haline gelmemiştir. Örnekleri 1920’li ve 30’lu yıllarda Çin’de görülen bir savaş ağalığı olgusu ile karşı karşıyayız. Yarın buna benzer başka rakip “devletler” de kurulabilir. Ortadoğu dağılma ve parçalanma eğilimi göstermektedir. Bir “fetret dönemi” yaşanıyor. Bu, savaşın her an gündemde olacağı bir ortamdır. Dolayısıyla, Erdoğan mutlaka bir gerekçe bulabilir. Bu, bugün “Suriye’deki (Sünni) kardeşlerimiz” olabilir, yarın başka bir şey. Ama Ortadoğu bir cadı kazanı karakterini uzun süre yitirmeyecektir.

17.Ortadoğu’nun savaş dinamiklerini ve devrimci Marksistlerin bu dinamikler karşısında nasıl bir tavır takınmaları gerektiğini partimiz Gerçek gazetesinde ayrıntılı olarak incelemişti. Burada o metne ilave olarak birkaç noktayı geliştirerek kavrayışımızı derinleştirmek daha yararlı olacaktır. Birinci nokta, El Kaide ya da DAİŞ tipi tekfirciliğin özellikleriyle ilgilidir. Bu hareketler Muhammed peygamber dönemindeki hayat tarzına dönüşü savundukları için “selefi” adını alan ama çok muhafazakâr oldukları halde çoğu zaman siyasetlerini şiddete dayandırmayan hareketlerden de, Suudi Arabistan’ın devlet dini gibi olan çok gerici Vahhabilikten de, Ortadoğu’da esaslı bir uluslararası olgu olan Müslüman Kardeşler (İhvanı Müslimin) hareketinden de (buna şimdilerde iki müttefikini, Türkiye’de AKP’yi, Tunus’ta Ennahda’yı katabiliriz) farklı bazı özellikler sergilemektedir. Birincisi, şiddete başvurmada en ufak bir sınır tanımamaktadır. İkincisi, ümmetçidir. Ötekilerden farklı olarak yerli güçlerde kökleri çok daha zayıftır. Üçüncüsü, en azından bugünkü özellikleriyle mezhepçidir. İlk iki özelliğin getirdiği sonuçlar da incelenmelidir ama mezhepçilik, üzerinde dikkatle durmamız gereken bir şeydir. Çünkü Ortadoğu’da mezhepçilik artık kolay kolay yatıştırılabilir olmaktan çıkan güçlü bir dinamiktir. Dolayısıyla Sünni güçlerin DAİŞ’e karşı çıkmakta ya gönülsüz olması, ya da bunu tehlikeli bulması neredeyse kaçınılmazdır. Tayyip Erdoğan’ın zor gizlenen DAİŞ taraftarlığı kısmen buradan (kısmen de Rojava düşmanlığından) kaynaklanmaktadır. Ama bu konuda hiç de yalnız değildir. Görünürde ABD’nin toparladığı DAİŞ karşıtı koalisyonda sadece Türkiye sorun çıkarmaktadır. Ama gerçekte Suudi Arabistan, Katar ve Mısır gibi ülkelerde devletlerin ABD’nin taleplerine boyun eğen tavrı ciddi bir muhalefet yaratmıştır. Bunun sonucu olarak bu ülkelerle ABD’nin arası da gerilmiştir. Bunların bazılarının çifte oyun oynuyor olması ihtimali bile vardır: yani bir yandan ABD ile el ele yürürken bir yandan da el altından DAİŞ’i para, silah, eğitim, militan gibi konularda desteklemek. Buradan çıkarılacak en az üç sonuç vardır: birincisi, DAİŞ’i yenmek o kadar kolay değildir; ikincisi, Sünni-Şii Ortadoğu “iç” savaşı olasılığı ciddi biçimde devam etmektedir; üçüncüsü, tekfirci hareketin mezhepçiliği bize büyük bir propaganda olanağı yaratmaktadır.

18.Her halükârda, sadece tekfirciliğin değil selefiliğin, İhvan’ın, Erdoğan’ın ve İran’ın molla rejiminin ve uzantısı hareketlerin etkisi göz önüne alındığında, şu sonuç çok önemlidir: Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde proletarya enternasyonalizminin İslamcılıkla ciddi bir ideolojik hesaplaşma üzerinde yükselmesi kaçınılmazdır. Ancak bölgenin karmaşık dini-ideolojik mozaiğini ince ince tanıyan ve bu mozaik içinde var olan sorunlara toplu bir yanıt getirebilen bir çizgi çeşitli ülkelerde örgütlenme becerisini gösterebilir. Hareketimizin yerlileşme çabası aynı zamanda “Ortadoğululaşma”yı da içermek zorundadır.

Kürt sorunu, “çözüm süreci”, Rojava

19.Kürt sorununun bugün durduğu yeri iyi kavramak için gerilla savaşının başlamasının 30. yılında duruma bir bütün olarak bakmak yararlıdır. 1984-1989 arası esas olarak askeri biçimler altında devam eden mücadele, 1989-93 arası kitlesel bir devrimci yükseliş karakteri kazanmıştır. 1993 ateşkesi ile bugünkü çizgiye doğru ilk adım atılmıştır. Ama 1999’a kadar baskın çizgi esas olarak savaş, UKKTH ve mücadele olmuştur. 1999’da Öcalan’ın yakalanmasına yol açan AB’ci liberal çizgi, tutsaklıktan sonra gerilemek bir yana güçlenmiş, bu arada Kürt burjuvazisi ile ilişkiler yoğunlaşmıştır. 1999-2009 arası biraz Kürt hareketinin tek yanlı açılımlarıyla geçtikten sonra, 2009 açılımı nihayet tarihte ilk kez Kürt hareketini fiilen muhatap kabul eden bir süreci başlatmıştır. Partimiz ilk saptamasını bu aşamada yapmıştır. AKP iktidarının Kürt sorununa yaklaşımı Güney Kürdistan’ı sömürgeleştirme girişimidir; bunun için Kuzey Kürdistan’daki tehlikeyi tasfiye etmek istemektedir. Nitekim 2009 açılımını bitiren Habur olmuştur. Burada Kürt halkının basit bir tasfiyeye kolay gelmeyeceği, kendi özgürleşme dinamiğini ortaya koyma eğiliminde olduğu görülmüştür. 2011 Oslo görüşmeleri ise devletin süreci imza ile resmileştirmekten kaçınması sonucunda sona ermiştir. 2013’te başlayan üçüncü evre (“çözüm süreci”) bu tarihi geçmişin ardından gelmiştir.

20. “Çözüm süreci”nin nasıl başladığını bilmek, özünü kavramak bakımından önemlidir. İç savaşın iç savaşının (Erdoğan-Gülen çatışmasının) tohumları 2010’da Mavi Marmara ile atıldı. Ama açık mücadele haline gelmesi 2012 Şubat’ında cemaat yargısının Hakan Fidan’ı tam da Oslo’yu kullanarak hedef haline getirmesi ile başlar. Öcalan bu olayda Erdoğan’ın çok önemli bir müttefik yitirme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu hemen görmüş ve desteğine koşmuştur. (Bu yorum, 2013 başında İmralı görüşmelerinden ilkinin tutanaklarının Kürt hareketinden biri tarafından basına sızdırılmasıyla öğrenilmiş kesin bilgilere dayanıyor.) İşte 2012 sonu-2013 başı yeni “süreç” bu dinamiklerle başlamıştır. Yani bu süreç 2009’daki “açılım” gibi bir yandan Güney Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesi hedefini sürdürürken, bir yandan da burada Öcalan Erdoğan için Gülen’den boşalan desteği üstlenmektedir. Erdoğan ve kurmayları Gülen’le savaşa hazırlanırken bu desteği değerli bir koz olarak değerlendirmiş olmalıdırlar. Ayrıca, Arap devriminin doruğunda olduğu bir dönemde, bu devrimin Türkiye’ye Kürt halkı aracılığıyla girmesi olasılığını da göz önünde tutarak öneriyi bu dinamiği kontrol altında tutmak bakımından da olumlu bulmuş olabilirler. Her halükârda bunun meyvelerini sadece altı ay sonra toplayacaklardır. Gezi ile başlayan halk isyanı sırasında Kürdistan’da ülkenin batısına benzer bir patlama yaşansaydı, AKP hükümeti kesin olarak düşerdi. Bu durum o zamandan beri devam etmektedir. 17-25 Aralık operasyonları sırasında ve daha genel olarak Kürt hareketinin Erdoğan’a muhalefet tarzı, Öcalan’ın Gülen’in boşluğunu doldurmak bakımından çok değerli bir rol oynadığını gösteriyor.

21.Bu yeni ittifakın bir de siyasi projesi vardır. Öcalan bunu 2013 Newroz’undaki tarihi beyannamesinde açıklamıştır. Bu proje, İslam birliği temelinde Türk-Kürt stratejik ittifakıdır (“büyük Türkiye” projesine Öcalan desteği). Yani Ortadoğu’nun fethinde Kürtlerin Türkiye’nin yedeğine koşulmasıdır. Bu proje sadece Kürt hareketinin Ortadoğu’daki ilerici misyonunu bitirmekle ve Kürt halkının köleliğinin farklı biçimler altında devam etmesine yol açmakla kalmaz, aynı zamanda Kürt gençlerini Türkiye burjuvazisinin Ortadoğu fetihlerinde savaş meydanlarına sürme riskini getirir. Yani “gençler ölmesin, analar ağlamasın” tarzı “çözüm süreci” savunmasını (başka bütün sorunların yanı sıra) ikiyüzlü hale getirir.

22. Bu projenin önünde iki büyük engel vardır. Bunlardan biri nesnel bir faktör olan Rojava’dır. Öteki ise daha öznel karakter taşıyan Kürt hareketi içindeki devrimci damar. Rojava, Arap devriminin bir yan ürünü olarak doğmuş, Türkiye devletinin karşısına Güney Kürdistan’dan farklı olarak emperyalizmin hizmetkârı olmayan bir Kürt siyasi birimi karakteriyle dikilmiştir. Türkiye devleti açısından Rojava ya yıkılmalıdır, ya da evcilleştirilmelidir. Oysa Kürt halkı açısından Rojava özgürleşmenin önemli bir sıçrama tahtasıdır. Yani burada Türkiye devleti ile Kürt halkının çıkarları açısından nesnel bir uyuşmazlık vardır. Rojava’nın “çözüm süreci” ve “Türk-Kürt stratejik ittifakı” açısından saatli bomba karakteri taşıdığı çok açıktı. Bu mesele partimiz tarafından çok dikkatle ele alındı. Rojava’yı hep özenle ve tutarlı biçimde selamladık. Bu karakter Eylül ayından bu yana Kobani (Kobanê) üzerinde verilen mücadele ve özellikle de 6-12 Ekim Kobani serhildanı sırasında açıkça ortaya çıkmıştır. Kobani serhildanı “çözüm süreci”ni az kaldı bitiriyordu.

23. İkinci engel Kürt hareketi içinde var olan devrimci damardır. Başka bütün siyasi güçler 2013 Newrozu’nda Öcalan’ın “barış manifestosu”nu görürken partimiz gençliğin tutumunu ve Abdullah Öcalan posteri ile aynı boyuttaki Mahsum Korkmaz posterini görmüştür. Kürt hareketi, Öcalan bir uçta, KCK yönetimi arada, YDG-H ile alt kademe gerilla öteki uçta olmak üzere bir siyasi yelpaze oluşturmaktadır. HDP elbette karma bir harekettir, ama parti yönetimi büyük ölçüde Öcalan çizgisindedir. Erkenden yaptığımız bu yarık saptaması, partimizin 2013 Newrozu’ndan beri sürdürdüğü politikanın anahtarı olmuştur. En son Gerçek’te yayınlanan iki çizgi tablosu bunun en belirgin kamusal ifadesidir.

24.Ortadoğu’da havanın devrimden tekfirci ve mezhepçi savaşa dönmesi, Rojava’nın geleceğini tehlikeye düşürmüştür. DAİŞ Rojava’yı yok edememiştir, ama ABD Duhok anlaşması doğrultusunda Barzani’yi ve ÖSO’yu Truva atı olarak göndermekle Rojava’yı evcilleştirme yönünde çok önemli bir adım atmış olmaktadır. Bu Türkiye’nin de lehinde olmakla birlikte ABD ile Türkiye arasındaki Suriye gerilimi Türkiye’nin bunun tadını çıkarmasını engelliyor.

25. Kobani ayaklanmasının sonucunda hükümet ile Kürt hareketinin arasına kara kedi olarak girmiş olan “kamu düzeni” tartışması, “Komale Ciwanê” adı altında Kürt gençliğinin maske vb. konusundaki taahhütleriyle aşılmış gibi görünmüştü. Ama 2014’ün son günlerinde Cizre’de yaşanan YDG-H/Hizbullah çatışması, çelişkilerin kolay kolay bitmeyeceğini yeniden gösterdi. Ne Rojava henüz sorun olmaktan tam olarak çıkmıştır, ne de devrimci damar teslim olmuştur. Kürt halkının içinde “çözüm süreci”ne yönelik kendini çok da tutarlı bir alternatif projede ifade edemeyen çok ciddi bir muhalefet vardır. Bu yüzden Kürt hareketine sırt dönülemez. Partimizin bir yanda devrimci damarın yanında durma, diğer yanda emperyalizme teslimiyet ve Erdoğan ile ittifak politikasını eleştirme politikasını sürdürmesi gerekir. Bu aynı zamanda HDP projesine karşı ikirciksiz eleştirimizin devamını, yani Türkiye sosyalizminin Öcalan’ın “demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü” programına, “demokratik modernite” ideolojisine iltihak etmesine karşı çıkmayı sürdürmemizi içerecektir.

26.Partimiz Türkiye Kürdistanı’nda her an yeni ve daha büyük bir serhildana hazırlıklı olmalıdır. Bu bağlamda iki görev büyük önem taşır. Birincisi, AKP’nin son yıllarda planlı biçimde hortlattığı Hizbullah iç savaş örgütünün teşhiri. İkincisi, Gezi’yi desteklemiş, laik duyarlılığı ön planda olan kitlelere Kürt halkının DAİŞ, Hizbullah, İBDA-C ve AKP karşısında kendilerinin en değerli müttefiki olduğunun propagandası. Laik kitleler bir başka bakımdan da önem taşımaktadır. 1978 Maraş katliamından 1993 Sivas Madımak yangınına,  MHP’den AKP’ye kadar gerici odakların gücünün coğrafi dağılımına kadar birçok şey, Türkiye devriminin Orta Anadolu, İç Ege ve Karadeniz gibi bölgelerde çok ciddi bir direnişle karşılaşacağını gösteriyor. Marmara-Ege-Akdeniz kıyı şeridinin laik kitlelerinin proletaryaya desteğini kazanmak devrimin yalıtılmaması için stratejik önem taşıyan bir görevdir.

Kadın mücadelesinin dinamiği

27. AKP’nin muhafazakâr yaşam biçimini bütün topluma dayatma yönünde attığı adımlarla beraber, erkek egemenliği ve kapitalizm kıskacında kadın sorunu her gün daha da derinleşti. AKP’nin kürtajı yasaklama girişimi, en az üç hatta beş çocuk dayatması, evliliği teşvik ve boşanmaları zorlaştırma yönünde getirmeye çalıştığı düzenlemeler, istihdam alanında kadınları esnek güvencesiz işlere mahkûm etme ve evlere gönderme girişimi, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerinde kadınları değil şiddetin faillerini koruması, kadınların üzerindeki baskının artmasının yakıcı ve güncel örnekleri. Ancak bu baskı bir yandan her gün daha fazla artarken, bir yandan da kadınların her bir durumda nefsi müdafaa haline geçerek mücadeleyi yükseltmesinde ve Gezi ile başlayan halk isyanının önemli aktörlerinden birisi olmasında rol oynadı. Bunun yanı sıra Kürt hareketinden kadınların mücadelesi de hareketin bütününe önemli güç sağlayan etkenlerden birisi oldu. Son dönemde ise kadına yönelik taciz, tecavüz, şiddet ve kadın cinayetlerinin yarattığı öfke ve duyarlılık, kadın kurtuluş mücadelesi açısından bir yükselme potansiyeli yaratıyor.

28.Bu potansiyelin hayata geçirilebilmesi için, sorunun kaynağı ile birlikte kadın hareketinin bugünkü durumunun siyasi ve örgütsel sınırlarını tespit etmek gerekir. Partimiz, meselenin AKP’nin muhafazakâr politikalarına indirgenmesine karşı asıl sorumlunun erkek egemenliği ve onunla iç içe geçen kapitalist sistem olduğu yönündeki politikasını daha güçlü bir şekilde ifade etmelidir. Sadece AKP hükümetini karşısında alan bir hattın sınırlarına işaret ederek bir bütün olarak erkek egemen kapitalist sisteme karşı mücadelenin gerekliliğini daha sistematik ve sürekli savunmalıdır. Çünkü önümüzdeki dönemde kadın düşmanı politikaların sonucu ortaya çıkabilecek kitlesel tepkileri kucaklayacak siyasi ve örgütsel güç, ancak bu temelde bir mücadele ile yaratılabilecektir. Ve bu mücadelenin emekçi kadınların öncülüğünde yükseltilmesi gerekir.

İşçi sınıfı mücadelesinin uzun durgunluğu

29.Partimiz bir işçi sınıfı partisi olmak üzere kuruldu, devrimci Bolşevik bir parti olarak öncü işçiler arasında örgütlenmeyi birinci önceliği olarak kabul ediyor, Türkiye’nin sorunlarının oluşturduğu kördüğümün de işçi sınıfının “yumruğunu masaya vurması” ile çözüleceği anlayışını politikasının omurgası yapmış durumda. Ne var ki, siyasi durum değerlendirmesi açısından, 1990’lı yılların ikinci yarısından, en geç 1999’dan bugüne kadar işçi sınıfı mücadelesinin eğrisinin çok düşük seyrettiğini de saptamış durumdayız. Bunun bazı kısmi istisnaları, yani bazı kısmi kıpırdanmalar elbette oldu. Bunlar arasında sınıfa ciddi deneyim birikimi ve mücadele ruhu aşılayabilecek olanlar sadece 1 Mayıs mücadelesi ve kazanımı ile Tekel eylemidir. Ne var ki, her ikisi de 2008-2010 arasında yaşanan bu birbirinden bağımsız olaylar yığılımlı (kümülatif) bir yükseliş dinamiği yaratamamış, Tekel ikinci aşamasında sendika bürokrasisi tarafından yenilgiye mahkûm edilirken, 1 Mayıs konusunda kazanılan alçakgönüllü zafer de hem bir sınıf kazanımı olmaktansa 1 Mayıs’ın bir “ulusal bayram”a dönüştürülme çabasına maruz kalmış, hem de işçi sınıfının 2013 halk isyanında merkezi bir rol oynamamasının cezası olarak Taksim yeniden yasaklanmıştır. Bu yüzden bu iki istisnai çıkış da durgunluğa merhem olamamıştır.

30.Ancak 2014’te önemli bir gelişme yaşanmıştır. Başta devasa bir işçi katliamı olan Soma olmak üzere, Torunlar, Ermenek, Isparta Yalvaç, Şırnak ve Zonguldak’ta yaşanan iş cinayetleri, toplumun işçi sınıfını yeniden tanımasını sağlamış, AKP iktidarı altında işçi sınıfının nasıl saldırı altında olduğunun tartışılmasını mümkün kılmış, böylece AKP sorununun sadece “dinci gericilik” olarak algılanması karşısında proleter çizgiye olanaklar doğmuş, daha genel olarak toplum postmodern kimlik politikasının etkisinden bir ölçüde sıyrılarak işçi sınıfı gerçeğinin merkezinde yer alan kol işçisinin önemini bilincine çıkarmıştır. Ama öte yandan tam da Soma ve daha genel olarak madencilerin trajedisi, işçi sınıfının ne kadar durgun olduğunu çarpıcı biçimde ortaya koymuştur. 301 işçinin ölümüne, Soma’da 2900, Zonguldak’ta 5500 işçinin birer günde işten çıkartılmasına rağmen Soma havzası da, Zonguldak’taki daha deneyimli işçi sınıfı bölüğü de büyük ölçüde sessiz kalmıştır. İşçi sınıfı mücadelesi açısından son derecede zor dönemlerden geçmekte olduğumuza başka delil gerekmez.

31.Son yılların en dikkat çekici özelliği, metal sektöründe yaşanan kıpırdanmalardır. 2012 yılında Bursa’da Türk Metal’e bağlı çeşitli fabrikalarda yaşanan uyanış, işçi sınıfının derinlerde çok ciddi mücadele dinamikleri taşıdığını ortaya koymuştu. Burjuvazi daha sonra sendika bürokrasisinin de katkılarıyla durumu kontrol altına almayı becerdi. 2014 yılı sonunda Birleşik Metal tabanının sendika yönetimini grev yapmaya zorlayan mücadeleci ruh durumu yeniden bir gösterge oldu. Bu durumu ayrıntısıyla ele alıyorsak, bunun nedeni metal işçisinin her şeye rağmen, diğer sektörlere ve sınıfın örgütsüz kesimlerine göre daha avantajlı koşullarda çalışıyor olduğu halde huzursuzluk içinde olmasının önemli bir gösterge olması ve metalin diğer sektörleri sürükleyici bir kapasitesi olmasındandır.

32.O zaman bir sonuca ulaşmak mümkün görünüyor. Madencilikteki çok ağır koşullara ve son dönemde yaşanan işten çıkartma taarruzuna sınıfın tepki duymuyor olması mümkün değildir. Hele hele metal gibi göreli olarak ayrıcalıklı bir sektörde bile huzursuzluk varsa. Öyleyse, işçi sınıfının bu uzun sessizliği derinden derine çelişkilerin birikmesi anlamına geliyor. Zamanlaması bilinemez. Koşulları bilinemez. Neyin kıvılcım rolü oynayacağını bilmek zordur. Ama sınıfın örgütlü kesimlerinde birikmekte olan bu çelişkiler bir gün bu kadar uzun süren bir sessizlik sonrasında gün yüzüne çıktığında çok sarsıntılı bir durum yaratacaktır. Devrimci İşçi Partisi’nin, bu uzatmalı sessizliği tarihin kendisini işçi sınıfının içinde güçlendirmesi için verdiği bir “avans” sayması, musibetten hayır çıkarması gerekir. Bütün enerjimizle önceliği işçi sınıfının öncüsü içinde örgütlenmeye vermeliyiz. Metalde zaten önemli birtakım köprübaşları tutmaya başlamış (Çorlu, Bursa, Manisa vb.) bir parti olarak o sektörde mutlaka gelişmeye çalışmalıyız. Madencilikte iki havzayı çok önemsemeliyiz. Şimdilik sessiz kalsa da Soma bir çelişkiler kazanı olmaya adaydır. Bu havzada nihayet kurabildiğimiz ilişkileri ihmal etmemek büyük önem taşıyor. Bu ilişkileri derinleştirmeliyiz. Ayrıca ilk fırsatta Zonguldak’a girme olanaklarını araştırmaya hazır olmalıyız.

33.Metal sektöründe sarı Türk Metal ve Çelik İş karşısında şüphesiz ki adresimiz Birleşik Metal olacaktır. Olağan dönemlerde özellikle toplu sözleşme süreçlerinde Birleşik Metal aracılığıyla sektördeki mücadeleyi ileriye taşıma çabası öne çıkacaktır.

34.DİSK konusuna bu somut koşullar altında verilecek öncelik hiçbir biçimde Türk-İş’i hor gören geleneksel Türkiye solu yaklaşımına taviz vermek anlamına gelmemelidir. Türk-iş hâlâ Türkiye işçi sınıfının, özellikle kol emekçilerinin esas örgütüdür. Türk-İş’te durum eski tas eski hamam olarak nitelenebilir. Kumlu’nun gitmesi de Türk-İş’te bir kıpırdanma yaratmamıştır. 2. Kongremizde Sendikal Güç Birliği Platformu’na (SGBP) yönelik olarak benimsediğimiz eleştirel destek yaklaşımının temelsiz olduğu aradan geçen iki yıl içinde ortaya çıkmıştır. Ayrıca SGBP’nin en militan sendikalarından biri olan Hava-İş AKP’li kadrolara teslim edilmiş bulunuyor. Hava-İş mücadelesinden çıkartılacak ders çok önemlidir: sendikal bürokrasi ile mücadele etme gerekçesiyle en “sol”, en “tabancı”, en “demokratik” söylemlere bile başvuranların, sınıfın mücadelesinden uzak durarak, onu bölerek nasıl sendikal hareketin gücüne darbe vurabileceği Gökkuşağı denen muhalefetin yaklaşımı ile bir kez daha kanıtlanmıştır. Bu sözde “sol” muhalefetin içinde bir dizi “Troçkist”in de yer alıyor oluşu, devrimci Marksizmin politik kavranışında DİP ile başka “Troçkist” çevreler arasında nasıl bir uçurum olduğunu yeniden göstermiştir.

35.Hava-İş deneyimi bizim açımızdan başka bir yönden de öğreticidir. DİP İstanbul il örgütü, bu mücadelenin içinde başından sonuna kadar takdire şayan bir tutarlılıkla, bir işçi partisine yaraşan bir dayanışma içinde yer almıştır. Çok değer verilmesi gereken biçimde destek verdiğimiz Greif deneyimi de aynı doğrultuda bir örnek olarak görülmelidir. İşçi sınıfı içinde çalışma yapan militanlarımızı geliştirmek, mücadeleler içindeki tutumumuzu bir ölçüde gözden geçirmek gelecekteki faaliyetimiz bakımından önemli bir görevdir. Unutulmamalıdır ki, tekil işçi sınıfı mücadeleleri ancak bir bütün içinde gerçekten anlamlı sonuçlar verecektir. O bütünü ise gerçekten ileri taşıyacak olan öncü işçilerin komünist bir örgütlenmeye yönelmesidir.

36.Kamu emekçileri içindeki örgütlü faaliyetimiz 2. Kongre’den günümüze önemli bir atılım yaptı. 2009-2010 döneminde asistanların mücadelesinde kazandığımız fiili önderlik konumu önemlidir. 2014’ün son haftalarında ODTÜ’de son yılların en önemli işçi eylemlerinden birinin yönetiminde oynadığımız rol ise İstanbul’da asistanlar hareketindeki önderliğimiz gibi çok takdir edilmesi gereken bir ataktır. Partimizin toplumsal eylemlerde sürükleyici önderlik konumunu kazanması partinin ileriye doğru gelişiminin en onur verici göstergelerinden biridir. İstanbul asistan hareketinde ve ODTÜ promosyon eylemlerinde oynadığımız öncü rol bu bakımdan gurur vesilesi olmalıdır.

37. İstanbul asistan mücadelesinde ve ODTÜ promosyon eyleminde oynadığımız fiili önderlik rolüne benzer bir konumu Soma katliamı ertesinde İTÜ Maden Fakültesi’ndeki işgal sırasında da üstlenmiş bulunuyoruz. Baştan aşağıya işçi sınıfı odaklı bir eylem olan İTÜ Maden işgali, DİP’li öğrencilerin sınıf bakış açısıyla yürütülen gençlik çalışmasının nasıl yapılması gerektiği konusunda vermiş olduğu onur verici bir örnek olarak tarihimizdeki yerini almış bulunuyor.

38. Geziyle başlayan halk isyanı sürecinde, toplumda olan biten hiçbir sorunla ilgilenmez gözüyle bakılan “90’lar kuşağı”nın alanlara çıktığı zaman ne kadar büyüklükte bir güce ulaşabileceği ve ne kadar büyüklükte bir potansiyel taşıdığı herkes tarafından anlaşıldı. Bir yandan bu potansiyele sahip olan gençlik hâlâ büyük bir dinamiği içinde barındırırken diğer yandan da sistemin dört bir yandan saldırısına maruz kalmaktadır.

Geniş gençlik yığınları işsizlik, güvencisizlik ve geleceksizlik ile karşı karşıyadır. Özellikle lise ve üniversite gençliği gittikçe artan sınav stresi ve staj yükü ile boğuşmaktadır.

Üniversiteye giriş sınavları, gençliğin adeta bir maratonda yarış atı misali koşturulmasına sebep oluyor. Gittikçe kendini dünya sorunlarından soyutlayarak sadece derslere, test kitaplarına, ödevlere gömülen gençliğin büyük bir kısmı kapitalist düzenin ihtiyaçlarına göre işgücünü sunabilmenin yarışı içerisinde.

İşçi – emekçi çocukları ise düşük gelir düzeyleri yüzünden nitelikli bir eğitimden, eğitim ve sınav sisteminin bir zorunluluk haline getirdiği dershanelerden mahrum bir şekilde hazırlandığı sınavlarda başarı gösterse bile eğitimi süresince türlü problemler yaşamaktadır.

Üniversitelerde öğrenimine devam ederken güvencesiz ve kimi zaman sigortasız işlerde çalışmak zorunda kalan öğrencilerin sayısı gittikçe artmaktadır. Üniversiteler ticarileştikçe barınma, beslenme ve ulaşım alanlarında ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Ayrıca üniversiteye başladığı ilk günden itibaren öğrenciler kamuda çalışabilmek için sınav (KPSS, ALES vb) derdine düşmekte, bu sınavlara hazırlanırken kurslar, dershanelere tonlarca para döküp, üniversitedeki derslerinin dışında ek olarak bu sınavlar için büyük emek sarf etmektedir. Üniversiteden mezun olan öğrenciler iş bulmakta bir hayli zorlanmakta ve gittikçe esnekleştirilen çalışma biçimleriyle yoğun sömürü sahasına giriş yapmaktadır. Dışarıdaki milyonlarca işsiz, patronların yeni mezun olmuş öğrencileri düşük ücretle çalıştırmasının koşulunu yaratmakta ve aç kalmaktansa düşük bir miktar karşılığında emek gücünü satmaya mecbur kalan öğrenciler, üniversite boyunca hayalini kurdukları “renkli” bir hayat yerine sıradan bir hayat ile karşı karşıya kalmaktadır. Giderek daha fazla umutsuzluğa sürüklenen gençlik, şükretme psikolojisi sayesinde önüne gelenle yetinmeyi “öğrenmekte” ve alternatif bir hayatı yaratma mücadelesine girmesinin yolu bu sayede kapatılmak istenmektedir.

Diğer taraftan sınav stresi ve geleceksizlik kaygısı, gençlerin artan bir şekilde depresyona sürüklenmesine neden olmaktadır. İster bonzai ister başka bir isimle anılsın, uyuşturucu maddelere ve alkole bağımlı hale gelen bir gençlikle karşı karşıyayız. Bugüne kadar Tayyip Erdoğan ve yönettiği hükümetlerinin ise bu soruna yaklaşımı bir siyasi programa bağlıdır: “dindar ve itaatkâr gençlik”. Gençliğin yaşadığı büyük sorunlar yumağını kendi siyasi hedeflerine alet etmektedirler. Diğer yandan, bu sorunlara karşı başkaldıranlara da saldırmakta ve gençliği biat eden bir nesil olarak yetiştirmek istemektedirler. Bu düzenin gençliğe sunabileceği bir gelecek yok.

Devrimci İşçi Partili öğrenciler bulundukları her alanda gençliğin karşılaştığı sorunları çözücü talepler üretmeyi, işçi sınıfı ile öğrenci gençliğin mücadelelerini birleştirmeyi, devrimci Marksizm'in üniversite programı olan Özgür Emekçiler Üniversitesi şiarını bulundukları her alanda yükseltmeyi ve gençliğin siyasi eğitimini kendilerine bir görev olarak bilirler.

Ekonomik durum

39. İşçi sınıfının uzun durgunluğu olarak andığımız olgunun yerini bir mücadele dalgasına bırakmasında geçmişte zaman zaman ekonomik krizin vesile olabileceğini söylemiştik. Ekonomide ciddi ölçekte bir daralma (resesyon) yaşanması, beraberinde işten çıkartmaları ve sermayenin ücret ve çalışma koşulları üzerinde en ufak bir uzlaşmaya gelemeyecek kadar köşeye sıkışmasına yol açacağı için sınıf mücadelesini kışkırtıcı bir etki yaratacaktır. Son yıllarda Avrupa’nın Akdeniz kıyısındaki ülkelerde, en başta Yunanistan ve İspanya’da yaşananlar tam da bunun iyi birer örneğidir. Elbette nesnel ekonomik gelişmelerin her zaman aynı siyasi sonucu vermesini beklemek yanlış olur. Partimiz literatürünün defalarca ifade ettiği gibi, ekonomik krizler otomatik olarak devrimci yükseliş getirmediği gibi, ekonomik istikrar da ille siyasi bakımdan durgunlukla sonuçlanmaz. Ama krizin, büyüklüğü ölçüsünde, sınıf mücadelelerini kışkırtmak gibi bir özelliği vardır.

40.Türkiye’nin yakın bir gelecekte ekonomik krize girebileceği konusundaki öngörülerimiz son iki yıldır doğru çıkmamıştır. Bunun arka planını kavramadan hatamızı doğru biçimde tespit etmek mümkün değildir. Partimiz dünya kapitalizminin gelişme dinamiklerini son derecede isabetli biçimde belirlemiş ve öngörmüştür. Gerek dünya çapında yaşanan ekonomik krizi, gerekse bu ekonomik krizin dünya çapındaki siyasi sonuçlarını (bir yandan faşizmin, bir yandan sınıf mücadelelerinin ve devrimin yükselişi) erkenden teşhis etmiş ve öngörebilmiştik. 2009-2010 dönemecinde başkaları 2008 krizinin sona erdiği sanısına kapılmışken, finans krizinin devletlerin mali krizine döndüğünü de doğru olarak tespit etmiştik. Kısacası, dönemin karakterini neredeyse dakik biçimde teşhis etmiş, hatta erkenden öngörmüş ve buna göre hazırlanmıştık. Dönemin karakterinin saptanması ile tekil krizlerin, hele hele tek tek ülkelerin krizlerinin zamanlamasının öngörülmesi arasında önemli bir fark vardır. İlki kapitalizmin gelişme dinamiklerinin daha arı biçimde belirlediği tipten bir olgudur. İkincisi ise daha somut ve ikincil faktörlerin rol oynadığı bir durum. 2012 yılında avro sistemi ve AB büyük bir çöküntünün eşiğine gelmişti. Ama Avrupa Merkez Bankası sermayedarlara bir açık çek karakterinde bir kurtarma politikası vaat ederek krizi durdurmayı başardı. Bugün aradan iki yıl geçtikten sonra mesela Yunanistan’ın nesnel durumu bazı bakımlardan 2012’den bile daha kötüdür. Ama “açık çek” bugüne kadar Yunanistan’ın iflasa uğramasını engellemiştir. Bu da avro krizinin Avrupa sisteminin kıyısında olan Türkiye ekonomisinin krize girmesi yönündeki etkilerinin ortaya çıkmasını engellemiştir. Tek tek ekonomilerin (bu durumda AB ve Türkiye ekonomilerinin) krizini öngörmek mümkündür, ama zamanlamasını öngörmek zordur.

41.Bugünkü durumda dünya durumuna ilişkin karar tasarımızda açıklandığı üzere, AB ekonomisi yine ciddi bir durgunluk içindedir. 2015’in sarsıntılarla dolu bir yıl olacağına dair öngörüler yaygındır. Bunun Türkiye ekonomisi üzerindeki etkilerinin oldukça sert bir krize yol açması da mümkündür. Böyle bir kriz Türkiye’de sınıf mücadelelerini yukarıda anlatılan mekanizmalar aracılığıyla kışkırtma potansiyeline sahiptir. Bunu olası senaryolardan biri olarak görmeli, ama bu yönde keskin bir propagandadan kaçınmalıyız. 2012’deki durum bugünkünden farklıydı. O gün çöküntü neredeyse an meselesi olacak kadar yakındı.

DİP’in gelişme hattı ve öncelikleri

42. İki yıl önce 2. Kongremizde “DİP’i Türkiye’de sosyalizmin sesi yapma” yönünde bir çalışmayı önümüze koymuştuk. Bugün de Türkiye solunun geniş kesimlerinin izlemekte olduğu politika DİP’i özel bir konuma yerleştiriyor. O gün hareket noktamız solun önemli bir kesiminin Kürt hareketinin “demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü” çizgisine iltihak süreci idi. Bunun karşı kutbunda yer alan CHP kuyrukçuluğu da karşımıza aldığımız ikinci büyük yanlıştı. Bugün bu tehlikeli yönelişler derinleşerek devam ediyor. HDP’de sosyalist solun bağımsız sesini duymak olanaksız hale gelmiştir. İltihak, belki bütün bir kuşağı kapsayacak uzunlukta bir süreç olacaktır. Ama başlamıştır. Öte yandan, Birleşik Haziran Hareketi neredeyse göstere göstere solun bir bölümünü politik olarak CHP ile dirsek temasında yeni bir kümelenmeye hazırlamaktadır. Bu politika sağa açılımıyla kitlelerin gözünden düşmekte olan CHP’nin her şeye rağmen umut vaat edebilecek bir özne olarak kalmasına yol açar. Dahası bu politikanın nihayetinde solun CHP’ye yedeklenmesi büyük bir tehlike olarak belirmektedir. Bu iki yöneliş karşısında DİP sosyalizmin bağımsız sesi olarak hareket etmelidir. Bu kadar büyük odaklar karşısında yalnız kalmak elbette aynı zamanda bir risktir. Ama DİP’in ideolojik ve siyasi gücü, işçi sınıfı ve gençlik içinde gelişme potansiyeli ve giderek yerleşik hale gelen kadro birikimi, bu sorunun üstesinden gelme potansiyeline sahiptir.

43.DİP açısından, Gezi ile başlayan halk isyanından bu yana, 17-25 Aralık kriziyle derinleşen, Kobani serhildanı ile pekişen bir şekilde, Türkiye politikasına esas bakış açısı kitle inisiyatiflerinin olağan siyasi kanalların dışına taşması olanaklarının araştırılmasına dayanıyor. Olağanüstü dönem devam ediyor. Bu büyük sarsıntıların yarattığı olanaklar tükenmemiştir. Buna rağmen, böyle olağanüstü dönemlerde dahi seçimlere ilişkin politikalar genel doğrultuyu tamamlayan bir mantıkla, ama seçimin kendisine özgü tarzda ele alınabilir. BHH ve HDP arasında sosyalistleri de kapsayan bir seçim ittifakı çağrımızın sonuçsuz kalması ardından mevcut koşullar devam ettiği müddetçe işçi düşmanı AKP iktidarına karşı HDP'ye oy çağırırken, işçi ve emekçe inisiyatiflerine dayanan sınıf perspektifli ve bağımsız bir seçim faaliyeti yapmak dönemin gereklerini en iyi karşılayacak olan yaklaşımdır.

44.DİP’in mücadelesi her şeyin ötesinde işçi sınıfına bir araç oluşturmak, işçi sınıfı öncüsünün bir partisini inşa etmek içindir. Önümüzdeki dönemde bu amaçla, işçi sınıfının öncüsü içinde örgütlenmeli, gençliği kazanarak proleter devrimci çizgi uğrunda seferber etmeli, özellikle kol emekçileri içinde önderlik ettiğimiz sınıf mücadelesi örnekleri yaratmalı, Türkiye aydınları içinde devrimci Marksizmi ağırlıklı bir akım haline getirmeli ve Dördüncü Enternasyonal’in yeniden kuruluşu çabasında öncü bir rol oynamalıdır.