Tunus devriminin yedinci yıldönümü: mücadeleye devam (slogan olarak değil, kelimenin gerçek anlamıyla!)

İran nire, Tunus nire? Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bu iki ülkede yoksullar, işçiler, emekçiler, gençler sadece on gün arayla (İran’da 28 Aralık’ta, Tunus’ta 8 Ocak’ta) sokaklara döküldü, içinde yaşamaya mecbur bırakıldıkları ekonomik koşullara itirazını dile getirdi, protesto etti, bazen kamu binalarına saldırdı, tabii polis ve asker tarafından her türlü saldırıya uğradı, hatta öldürüldü. Bu olayların böyle üst üste gelmesi rastlantı mı? Yoksa coğrafyamızın başka ülkelerinde de böyle hareketler olması beklenebilir mi?

Bu sorulara cevap verebilmek, sınıf mücadelelerinin geleceğini öngörerek bu geleceğe hazırlanmak açısından önemli. Öyleyse, bir özet sunuşla, bu iki ülkenin kitlelerinin ardı ardına sokağa dökülmesinin nedenlerini ele alalım. Bunlar daha önce sadece bizim değil partimizin sık sık ele aldığı konular olduğundan okurumuz sitemizde, gazetemiz Gerçek’te ve teorik dergimiz Devrimci Marksizm’de bu özet sunuşun ayrıntılı gerekçelerini bulabilir.

Dünya devriminin üçüncü dalgası

Bugün, 14 Ocak, Tunus halkının bir ay kadar süren bir sokak mücadelesi sonunda ülkeyi 23 yıl boyunca demir yumrukla yönetmiş olan diktatör Zeynel Abidin Bin Ali’yi devirdiği tarihin yedinci yıldönümü. O dönemde Türkiye solunun Tunus olaylarına bakışı Marksizmin en gülünç karikatürlerinden birini oluşturuyordu. Bir halk devrimi yaşanmış, bir diktatör devrilmişti, ama bizim sol eveliyor geveliyor, en sonunda “Amerika Ortadoğu’yu yeniden dizayn ediyor” deyip işin içinden çıkıyordu.

Şimdi yedi yıl sonra geri baktığımızda olguların diliyle konuşursak olan biten şöyle nitelenebilir: Burjuvazinin koyu bir baskı rejimi, bir tek adam diktatörlüğü altında yaşayan işçi sınıfı ve emekçiler, önce ekonomik sorunlar (işsizlik, yoksulluk, bölgesel eşitsizlik vb.) temelinde sokağa döküldü. Ardından talepleri siyasileşti. Harekete bürokratik bir karaktere sahip olsa da ülkenin tek işçi konfederasyonu olan UGTT (Tunus İşçileri Genel Konfederasyonu) sahip çıktı. İşçiler, kent yoksulları, en çok da genç kuşak emekçiler diktatörü devirdi. Bir kurucu meclis kuruldu. Ülke birçok sarsıntı yaşadı, ama sonunda burjuva karakterde de olsa demokratik bir rejim kuruldu. Durum kuşbakışı şöyle özetlenebilir: tek adam diktatörlüğüne dayanan bir rejim emekçi halkın devrimci ayaklanmasıyla devriliyor ve yerine çok partili bir burjuva demokrasisi kuruluyor. Bu, dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun, Marksizm açısından bir politik devrimdir. Sosyo-ekonomik ilişkilere dokunmadığı için bu devrim bir sosyal devrim olamamıştır, sadece siyasi üstyapıyı silip süpürdüğü için politik devrim olarak kalmıştır, ama devrimdir.

“Dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun” dedik. Bizim sol için değil. Müslümanların nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu ülkelerde değil! Çünkü Müslümanlar hemen İslamcılara kaçarlar! Onun için bu toplumlarda var olan siyasi düzen, Batı yanlısı ve kısmen de olsa laikliğe rüşveti kelam veren bir düzense, ona dokunmayacaksın! Türkiye solu, bu devrime en iyisinden “bahar” adını verdi. En kötüsünden “Amerikan dizaynı” dedi. Devrimin devrimliğini yadsıdı. Devrimi görünce tanımayan devrimci olamaz.

Tunus devrimini tanımazlıktan gelmek, aynı zamanda bu devrimin dünya çapında başlattığı bir devrimci dalgayı görmezlikten gelmek demekti. 14 Ocak sadece Tunus devriminin başlangıcı değildi. Kendisiyle birlikte Arap devrimini tetikledi. Mısır’da, Arap dünyasının bu ana merkezinde, 25 Ocak’ta bir ikinci devrim başladı, 11 Şubat’ta politik devrim orada da bir ilk zafere ulaştı (ama sonra Tunus’tan farklı olarak karşı devrim burada üstün geldi). Mısır hapşırsa Arap dünyası hemen hasta olur! Mısır’ı Yemen, Bahreyn, (ilk altı ayla sınırlı olmak üzere) Suriye izledi. Ürdün, Fas, hatta Suudi Arabistan sarsılmaya başladı. Karşı devrim, emperyalizm ve Körfez devletlerini peşine takan Suudi Arabistan eliyle geldi. Libya’ya emperyalist askeri müdahale iki devrimci rejimin, Mısır ile Tunus’un arasına kama gibi sokuldu. Suriye ABD ile Türkiye dâhil bölge ülkelerince bir mezhep savaşına dönüştürüldü.  Bahreyn Körfez ordularınca (siz bunu Suud diye okuyun) işgal edildi. Yemen gecikmeli olarak Suriye’ye benzer bir mezhepleştirme operasyonu yaşadı.

Ama Mısır devrimi, yenilgiye uğramadan önce, iki buçuk yıl boyunca modern tarihin gördüğü en büyük devrimci dinamizmin görüldüğü örneklerden biri oldu. Bu dinamizm bölgeye ve dünyaya dalga dalga yayıldı. Biz Türkiye’de Gezi ile başlayan büyük halk isyanını yaşadık, DİP “Taksim Tahrir olacak” diyordu, oldu! Amerika Wall Street İşgali hareketiyle karşılaştı, Brezilya’da 600 kentte milyonlarca insan ekonomik taleplerle sokağa çıktı, Balkanlarda birçok ülke (Slovenya, Bulgaristan, Romanya, Bosna Hersek, Makedonya vb.) ardı ardına dev kitle eylemleriyle sarsıldı, İsrail bile bir yaz boyunca Tel Aviv’de ekonomik talepler dile getiren bir harekete tanık oldu. İsyan ruhu bulaşıcı biçimde dünyayı dolaştı durdu.

İşte bu bulaşıcı heyecanı biz dünya devriminin üçüncü dalgasının başladığına ilişkin bir tespitin temeli olarak kabul ettik. Sonra Arap devrimi duruldu. Bölge gittikçe gericiliğin eline geçti. Dünyanın başka bölgelerinde de isyan ve devrim geride kaldı. Atmosfer bütünüyle dönmüş gibiydi.

Üçüncü dalga bitti mi?

Ama dalganın neden duraladığını anlamadan sonunun mu geldiğini, yoksa kitle dinamizminde geçici bir durgunluğun mu yaşanmakta olduğunu anlamak olanaklı değildir. İlk nokta olarak şunu unutmamak gerekiyor: Arap devrimi de, yukarıdan beri saydığımız diğer halk isyanları da (Gezi ile başlayan halk isyanı burada en göze çarpan istisna sayılabilir) neredeyse bütünüyle ekonomik taleplerden kaynaklanmıştı. Bu talepler hiçbir yerde yerine getirilmedi. Dolayısıyla, devrimlere ve isyanlara yol açan bu dinamik, koşulları bir kez daha uygun bulduğunda mutlaka yeniden canlanacaktır. Tunus’ta yoksul kitlelerin iki yıl üst üste ekonomik taleplerle sokağa çıkması, kendine güveni nispeten sağlam kalmış emekçi kitlelerin şansını yeniden ve yeniden denemesinden başka bir şey değildir, tam da bizim söylediğimizin doğrulanmasıdır.

İkincisi, yukarıda sayılan bütün devrimler ve isyanlar önderliksiz kalmıştır. Modern devrim tarihinin bize öğrettiği ilk gerçek, devrimlerin amaçlarına ulaşması, gerçek ve kalıcı zaferler kazanabilmesi, halk isyanlarının ise devrime dönüşebilmesi için gerekli (elbette başka koşulların yanı sıra gerekli) koşulun devrimci sınıfın ve müttefiklerinin önderliğini ele alacak bir devrimci partinin varlığı olduğudur. Bu parti elbette devrimin ateşi içinde güçlenecek, kitleselleşecektir. Ama devrimden önce asgari bir yapılanmayı sağlam biçimde gerçekleştirmiş olması gerekir. Bugün dünya üzerinde pek az ülkede böyle partiler mevcuttur. Dünya devriminin üçüncü dalgasının (bizce geçici olarak) düşmesinin en önemli nedeni budur.

Üçüncüsü, bu düşüşün geçici olduğu, kitlelerin devrimci yöntemin işlemediğini kendi deneyimleriyle (ya da başka ülkelerin deneyimiyle) öğrenip parlamenter yolu denemeye geçmiş olmasıyla doğrulanmaktadır. ABD’de Sanders, Britanya’da Corbyn, İspanya’da Podemos, Yunanistan’da Syriza, Portekiz’de Birleşik Sol, İrlanda’da Sinn Fein vb.  parlamenter mücadele kanallarının açık olduğu ülkelerde kitlelerin açıkça sola doğru meylettiğini gösteriyor. Bu yol elbette umutsuzdur. Özellikle içinden geçtiğimiz dönemde parlamenter ve reformist yöntemlerle kitlelerin ekonomik sorunlarına yanıt vermek olanaklı değildir. Bunun istisnai olarak gerçekleşebilmesi için bile yine dev kitlesel mücadeleler gerekir. Kaldı ki, parlamenter yolun hiç açık olmadığı ülkeler çoğunluktadır. (Bölgemizde, Mısır, Suudi Arabistan ve İran gibi birbirinden çok farklı konumlardaki ülkeleri düşünün yeter. Türkiye’deki istibdad rejiminin de ülkemizde ne tür bir durum yarattığı, Gerçek sayfalarında sürekli tartışılıyor, bu duruma uygun politikaların işçi sınıfı ve emekçilerin aktif mücadelesine yaslanması gerektiği, zincirsiz bir Kurucu Meclis’in tek çıkar yol olduğu vurgulanıyor.)

Dördüncüsü, Fransa gibi Avrupa kapitalizminin merkezinde olan bir ülkede 2016 yılında aylar boyu yaşanan büyük grev ve eylemler kitlelerin en zengin ülkelerde bile mücadele azminin hâlâ yüksek olduğunun başka bir ifadesi olmuştur.

Kitlelerin her yerde ekonomik taleplerle sokağa çıkmasının da,  parlamenter/reformist çözümlerin olanaklı olmamasının da nedenleri aynıdır: Kapitalizmin, tarihinin Üçüncü Büyük Depresyonu’nu yaşıyor olması. Bu, sermayeyi işçi sınıfı ve emekçilere taviz vererek günü kurtarma olanağından yoksun bırakır, sömürü, eşitsizlik ve sefaleti arttırır, sınıflar arasındaki gerilimleri son haddine kadar yükseltir.

Devrim, isyan, direniş ve… faşizm

İşte halk kitlelerini farklı ülkelerde aralıklarla sokağa düşüren, isyanın ve devrimin yollarını denemelerine yol açan derin güçler bunlardır: dünya devriminin üçüncü dalgası ve onun da arka planını oluşturan Üçüncü Büyük Depresyon. İran ve Tunus’ta yoksulların sadece on gün arayla sokaklara çıkmaları, rastlantı değildir. Elbette yarın başka ülkelerde isyanlar ya da ayaklanmalar derhal olacak demiyoruz. Olabilir de, olmayabilir de. Görünüm, koşulların henüz o kadar olgunlaşmış olmadığını gösteriyor. Ama bir bütün olarak dönemin isyan ve devrime dönük karakterinin devam ettiği görülüyor.

Neden Ortadoğu Kuzey Afrika bölgesi? Çünkü devrim bir virüs gibidir, hem bulaşıcıdır, hem de güçlü bir virüs olduğu için kolay kolay yok edilemez. Bu coğrafyada halklar devrimin kılıcıyla nice güçlü kördüğümü nasıl kesip attığını yaşamışlar ya da görmüşlerdir. İran ve Tunus, bu yüzden bölgemizin yakın geleceğinde başka kaynaşmalar olacağını da gösteren işaretlerdir.

Üçüncü Büyük Depresyon başka coğrafyalarda ise başka sonuçlar doğuruyor. Depresyon dönemleri, sermayenin uluslararası düzeyde sorunlarını çözememesi gerçeği karşısında emperyalist ülkelerde “gemisini kurtaran kaptan” milliyetçiliğine yol açar. Bu tür milliyetçiliğin mantıksal sonucu faşizmdir. Nitekim, hem Avrupa’da, hem de Amerika Birleşik Devletleri’nde faşizm son dönemde önemli bir atak yapmaya başlamıştır.

Ancak has faşist partiler henüz sayıca azdır ve emperyalizmin en büyük kalelerinde mevcut değildir. Ukrayna, Yunanistan, Macaristan gibi Avrupa sisteminin daha çeper ülkelerinde Nazi geleneğine sahip çıkan, sokak çetelerinin cinayetlerine yaslanan has faşist partilere karşılık, ABD’de “serseri mayın faşizmi” olarak adlandırdığımız, bir ölçüde “tek tabanca” çalışan Trump, güçlü Avrupa ülkelerinde (Fransa, Britanya, Almanya, İtalya, Hollanda, Avusturya, İsveç) ise henüz “saygınlığını” korumaya çalışan, paramiliter faaliyetlere girmemiş, sadece politik alanda güç kazanan, bizim “ön-faşist” olarak nitelediğimiz partiler ön plandadır.  Yani faşizm henüz kuluçka dönemini yaşıyor.

Anschluss’un 80. yılında Doğu Avrupa’da durum

Ne var ki, bu kimseyi rehavete sevk etmemeli. Gerçek gazetesi ve sitesi, en son Avusturya’da geleneksel sağ parti (ÖVP) ile ön-faşist Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) arasında kurulan koalisyonun çimentosunun “Kahlenberg ruhu” olduğunu, yani İkinci Viyana Kuşatması’nda Avusturya’nın kazanmış olduğu zafere referansla Türk, aslında Müslüman halklar düşmanlığına yaslandığını okurlarına ifade etmişti (http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/on-fasizmin-kahlenberg-ruhu). Bu hükümetin “faşizme geçiş dönemi hükümeti” olarak nitelenmesi gerektiğinin de altını çizmişti. Bu, yarın Avusturya’da faşizm kurulacak demek değil. Sorun Avrupa çapında çözülecek. Buradaki “faşizme geçiş dönemi” de Avrupa çapında anlaşılmalıdır. Avusturya’da bir deney yapılıyor. Somut sonuç hangi ülkede nasıl ortaya çıkar, henüz bilinemez. Ama süreç başlamıştır.

Bu bağlamda, Avusturya’nın Doğu Avrupa’da başka ülkelerdeki gelişmelerin bağlamına yerleştirilmesi gerekiyor. Macaristan’da başbakan Viktor Orban yıllardır Türkiye’de Erdoğan’ın politik yönelişine benzer bir profil ortaya koyarken, onun temsil ettiği geleneksel sağın dışında bir de Jobbik adlı açık Nazi partisi ülkenin üçüncü partisi olarak sivriliyor. Polonya’da ise henüz iktidarda iki yılını bile doldurmamış bir gerici hükümet, Türkiye’deki istibdad rejiminin bir benzerini kurmak üzere hızla somut adımlar atıp duruyor.

Bu yıl, Mart ayında, Nazi Almanyası’nın baskı ve hile desise ile Avusturya’yı ele geçirmesinin ve bir Nazi rejimi kurmasının 80. yıldönümü geliyor. Bilindiği gibi, bunu Çekoslovakya’nın Südet Almanları bahane edilerek, Polonya’nın ise Danzig Koridoru gerekçe gösterilerek ele geçirilmesi ve Nazileştirilmesi izlemişti. Bu döneme Polonya Pilsudski adlı, Macaristan ise Horthy adlı yarı-faşist olarak anılabilecek diktatörler altında girmişti.

Bugün bu tablodan henüz çok uzağız. Ama ön-faşist hareketin Avrupa’nın sayısız ülkesinde kazandığı başarılar ve Trump’ın ABD’deki ırkçı emperyalizmi herkesin kulağına küpe olmalıdır.

2018 güzel başladı!

Bu bağlamda dün Avusturya’nın başkenti Viyana’da sol partilerin ve ırkçılık karşıtı hareketlerin çağrısıyla hükümete karşı büyük bir yürüyüş düzenlenmiş olması sevindirici. Bundan önce yapılan tek benzeri eylem ancak 5 bin kişi toplayabilmişti. Dün ise polisin verdiği rakamlara göre 20 bin, düzenleyicilerin tahminine göre 50 bin kişi Viyana sokaklarını doldurmuş. Düzenleyiciler 10 bin kişi bekliyormuş, 50 bin kişi gelmiş! Sol tabandaki potansiyelin farkında değil! FPÖ daha evvel 2000’li yılların başında da koalisyon ortağı olarak hükümete geçici olarak girmişti. O dönemde 250 bin kişiye kadar çıkan gösterici toplulukları protesto etmişti hükümeti. Görev o sayıya erişmek, onu aşmaktır! Ama başlangıç güzeldir.

Daha önemlisi bugün Tunus’ta yapılacak olan yürüyüştür. Ülkenin tek işçi konfederayonu UGTT bugün nihayet harekete geçiyor. UGTT, Mısır devriminin Bonapartist el Sisi rejimi karşısında yaşadığı yenilgiden sonra Avrupa emperyalizminin de yol göstericiliğiyle Kartaca kentinde sermaye örgütlerinin de katıldığı bir anlaşma temelinde bugüne kadar hep yumuşatıcı bir rol oynamayı seçti. Günümüzde başbakan olan Yusuh Şahid’i desteklemekte olduğu da biliniyor. Bu yüzden 8 Ocak’tan beri eylemlerin kenarında durmayı tercih etti. Ama kitle eyleminin gücü onu da nihayet kervana katılmaya mecbur etti. Bugün için Tunus başkentinde düzenlenen yürüyüşe UGTT de katılacak.

Devrimci İşçi Partisi, 2013’te sosyal forum vesilesiyle Tunus devrimini desteklemeye gittiğinde biz de DİP heyetindeydik. Tunus’ta siyasi olarak yakınlaştığımız Tunus devriminin içinden gelen bir yoldaşımıza, 14 Ocak devriminin yıldönümünde bir kutlama mesajı yolladık, bugünkü durum hakkında fikirlerini sorduk. Az önce gelen cevabında Tunuslu olmaktan gurur duyduğunu, bütün dünyanın eşitlik ve özgürlük için mücadele eden halklarının çok güç olmakla birlikte bir arada kurtulacağını belirtiyor, bugün Tunus halkının şiarının “Ne bekliyorsun?” olduğunu ekliyor, sonra mesajını kesiyor, çünkü, diyor, bugün eylem günü!

Başarılar, Tunus! Başarılar, Avusturya! 

Koda

Dünya devriminin üçüncü dalgasının çok vaadkâr birinci evresi, işçi ve emekçi kitlelerin ve gençliğin fedakârca mücadelesine rağmen çıkmaz sokaklara girdiyse, bunun en önemli nedeni, tekrarlıyoruz, devrime önderlik edecek bir partinin, devrimci sınıfın, yani işçi sınıfının öncü katmanlarının bir partisinin bu ülkelerin hiçbirinde mevcut olmamasıdır. Amerika’da ve Avrupa’da halk kitlelerinin, hatta işçi sınıfının belirli önemli katmanlarının yüzünü faşizme doğru çevirmesinin nedeni, bu kitlelerin çıkarlarını tekelci sermayenin küreselci partilerine karşı açıkça savunacak devrimci proletarya partilerinin mevcut olmamasıdır. Öyleyse, görev sadece protesto eylemleri, sadece grevler, sadece işgaller düzenlemek değildir. Görev bütün bu ve başka mücadelelerin içinden ve bunlar aracılığıyla her ülkede proletaryanın devrimci partisini ve bu partilerin birlikte yürüyecekleri bir devrimci Enternasyonal’i kurmaktır.

Kahlenberg ruhu ancak böyle yenilir, Kartaca ruhu ancak böyle alt edilir!