Sömürgeci TC’nin “Vatan Cephesi”: Mersin Gümrüğü ve İmha Politikaları!

Aziz Şah – Enternasyonalist Dayanışma (Kıbrıs)

TC burjuvazisine ilkel birikim olan KTHY’nin intihar eden işçisi Tansel Sütlüceli için. Ve Annemin şahsında Kıbrıs’ta toprakla uğraşan son çiftçiler için. Annemin beklediği gibi sadece bir “Mersin Gümrüğü” yazısı olmasa da, “Mersin Gümrüğü” şovenizmin “Girne’den yol bağladık Anadolu’ya” şarkısının vardığı yerdir. Bizim şarkımız da der ki: Paşa öşür isterdi/ köylü da veremezdi/ asger köye saldırdı/ her şeyi yağmaladı/ köylüler birlik oldu, paşaya karşı durdu/ gavur imam vurdukça, Osmanlı kaçar oldu/ halk isyanı coştukça, askerler kaçar oldu!

8 tır greyfurt, 6 tır portakal, 5 tır işlenmiş kuruyemiş, 6 tır valensiya, 800 ton Doğancı patatesi, son olarak da17 tır valensiya Mersin Gümrüğü’nden geri döndü! Bunların yanında on yıllardır Kıbrıs’ta üretilen alkollü ürünlerin Türkiye’ye ihracı yasaktır. Kamuoyuna duyurulması açısından bürokrasinin ve basının sansürüne takılsa da son bir ay içerisinde Kıbrıslı üreticiler (çiftçiler), Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden başka ülkelere ne gönderdilerse hepsi farklı gerekçelerle Mersin Gümrüğü’nden geri döndü, son olarak da kasalarda yaprak olduğu gerekçesiyle 17 tır portakal! Üreticisinden tüccarına herkes TC’nin Kıbrıslı üreticiye ekonomik ambargo uyguladığından hemfikir olmasına karşın Kıbrıs’ta sendikalar, odalar, üretici birlikleri, partiler, örgütler TC’nin bu sömürgeci tutumu karşısında hizaya geçmiş durumda! Hatta TC’yi Gümrük Birliği anlaşmasından dolayı haklı bulanlar bile var…

Sömürgeci TC devleti, 12 Eylül’le KKTC’yi kurdurmuş, daha sonra Özallı yıllarda tüketime dayalı ekonomiyi sömürgesine dayatmıştır. Bu süreçte sanayi tasfiye edilmiş ve tarıma dayalı bir üretim süreci zorunlu kılınmıştır. Hatta Özal tarımı da çok görerek: “Siz üretmeyin biz size domates göndeririz!” demişti. Bunu yaparken ihracatı ortadan kaldırmak için KKTC mührü ile dış ticarete geçilmiştir. Uluslararası alanda tanınmayan bir devlet olan KKTC uluslararası izolasyon ile karşılaşmıştır. Aynı bugün TC sınırından dönen ürünler gibi o gün de Britanya’dan dönüyordu mallar. TC bugünkü uygulaması ile de tarımı ortadan kaldırarak Kıbrıs’ı üzerinde ot bitmez bir askeri üs ve kumarhaneye indirgeyecektir.

Sol liberalizm ve Burjuvazinin Tutumu

Trajik olan varoluşunu Kıbrıs’ın taksimine adayan Türk Kıbrıslı burjuvazi, bugün yarısını işgal ettiği Kıbrıs’ın “Türk Pazarı”na dönüşmesi için canhıraş çalışırken, TC burjuvazisi tarafından soğrulacağını, hatta ortadan kaldırılacağını tahmin etti mi, hiç sanmıyoruz! Bu trajedinin, komedi yönü ise TC burjuvazisinin dişlerinin arasındayken bile hâlâ TC’nin dayatmalarına karşı kendi sınıfı adına dahi karşılık veremiyor. Bırakın demokratik talepler için toplumun bütünü adına konuşmayı kendi adına bile konuşamayan bir burjuvazi mevcut şu anda Kıbrıs’ta!

Bu durumun sebebi de daha önce defalarca tespit ettiğimiz gibi İslamcı burjuvazi, ilk etapta batıcı-laik burjuvazinin Kıbrıs politikasını soğurarak, daha sonra da Kıbrıs’taki ulusal, sendikal, sosyal demokrat (CTP-BDH) ve parlamento dışı sol liderlikleri soğurup AB potasında eritmiştir. “Gülme sırası” isteyerek AB sloganının motor örgütü olan Kıbrıs Türk Ticaret Odası (KTTO) da tüm AB’ciliğine ve TC’den bağımsız görünmesine karşın İslamcı burjuvazi tarafından tasfiye edilmiştir. Sonraki KTTO liderliği de soğrulan toplumsal grupların parçası olmuştur. O kadar ki, Kıbrıs solunun istikrarlı AB’ciliği kadar bile ideolojik bir AB taraftarlığı yok bu burjuva sınıfının: AB ile TC arasında bir çamaşır ipinde cambazlık yapıyorlar! TC’nin çizdiği sınırlar dışında AB ile ilişki kurmuyorlar. Bu noktadan yola çıkarak şunu tespit edebiliriz ki TC Kıbrıs’ta bırakın yerli bir burjuva sınıfını narenciye tüccarı bile istememektedir!

Sanayi Odası Başkanı Ali Çıralı TC’ye toz kondurmadan bu durumu açıklamaya çalışsa da TC ile Kıbrıs arasındaki ilişkinin sömürgeci karakteri göz önüne alındığında ajan sınıf olan burjuvazi gibi gevelemeye hiç de gerek yok:

“Türkiye ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti arasında birtakım anlaşmalar vardır. Bunlardan bir tanesi de ‘kıyı ticareti’ anlaşmasıdır. Fakat bu ‘kıyı ticareti’ kapsamında yapılan icraatlarda zaman zaman da sorunlar yaşanmaktadır. Bu sorunların esas ana kaynağı Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi iç mevzuatından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla da zaman zaman Türkiye mevzuatına takılıp, bu ürünler geri geliyor. Tabi bu durumda da yatırım ve üretim yapan firmalarımız da mağdur olmaktadır ve üretim noktasında iflas noktasına gelmektedirler. İşin mali boyutu çok yüksek noktalardadır. Üreticilerimiz endişe içerisindedirler.”

Konuyla ilgili CTP ve TDP başkanlarından farklı olarak en net konuşan eski başbakan, CTP milletvekili Ferdi Sabit Soyer oldu. Onun derdi ise sadece piyasa düzenlemelerinde Ticaret Odası’nın yeterince yer almaması. Diğer politikacılar gibi Soyer de TC ile herhangi bir yüzleşmeye girmemeyi seçerek tek sorumluyu KTTO olarak ilan etti. Hatta Beşir Atalay’la KTTO’nun yaptığı görüşmede Ticaret Odası’nın “Bizi muhatap alın!” sözünden rahatsız olmuş Soyer. Burjuvaziyi serbest piyasa düzenlemeleri ile ilgilenmemekle eleştirirken burjuvazinin burjuvazi gibi davranarak kendi sınıf çıkarlarını Atalay’ın önüne koymasından rahatsız! Burjuva gibi davranan bir KTTO’dan da hem demokrasi motoru olmasını hem neoliberal uygulamalara karşı çıkmasını hem de piyasa düzenlemesi için çalışmasını beklerseniz sorarlar adama, “Burjuvaziyi süper kahraman mı sandınız?” Sol liberalizmin aymazlığı budur! TC ile KKTC arasında bir “dil” ve yeniden tanımlanması gereken “ilişki” sorunu olduğunu iddia ederek, o dilin burjuvazinin ağzında demokrasiyi haykırmasını beklerler:

“KTTO hiçbir şekilde bozulan piyasa dengelerinde taraf olmadı. Yüksek fonlar, ağır direkt ve dolaylı vergiler ve bunun ülke ekonomisine yıkım yaratmasına sessiz kaldı. Piyasa ve insanların cebinden önemli ölçüde parayı çeken sözde ekonomik paket uygulamalarını sessizce izledi. Ülkedeki para kredi faiz ilişkisine dönük sesini çıkartmadı. KTTO bana göre enflasyonun yüzde 14’lere ulaştığı ve aynı zamanda dövizin fırlamasıyla piyasada oluşan altüstlüklere dönük herhangi bir düzenlemeye de girmedi. Ülkedeki Kıbrıs sorunu başta olmak üzere, anayasanın demokratikleşmesi, devletin şeffaflaşması, partiler ve seçim yasasının değiştirilmesine dönük görüş üretmedi. KTTO’nun ülke ve insan yaşamına, demokrasiye dair pek bir katkısı yok”.

8 tır greyfurt, 6 tır portakal, 5 tır işlenmiş kuruyemiş, 800 ton Doğancı patatesi, 6 tır valensiya, 17 tır valensiya da kaşalarda yaprak olduğu gerekçesiyle geri döndü! Yafa ve king ise TC gümrüğünden geri dönmedi. Açıklaması ise gayet basit: Türkiye’de portakal, greyfurt ve valensiya olduğu için Kıbrıs’tan da getirmek gereksiz bulunurken, yafa ve king Türkiye’de olmadığı için Kıbrıs’tan ihracata izin verildi. Diğer taraftan Annan Planı sonrasında oluşturulan yeniden ilkel birikim süreci ile Kıbrıs’taki turizm sektörüne el koyan TC burjuvazisi, önce otellerde çalışan işçileri sonra da Kıbrıs’ın Hellim’ine kadar her şeyi Türkiye’den getirmeye başladı. Kısacası Kıbrıslı üreticiden ve burjuvaziden ürün almamak için Kıbrıs’ta yetişen ve Kıbrıs’a has kültürel ürünleri dahi TC’den getirmektedirler. Bu yerli-sömürgeci ayrışmasının son aşaması da Mersin Limanı’nın TC burjuvazisinin “vatan cephesi”ne dönüşmesiyle sonuçlandı!

Üç Tür İmha:

İlkel Birikim, Tarım Sömürgeciliği, Toplumsal Öznelerin Soğrulması-İmhası!

Bir halk, yabancı bir müstevli tarafından zincirlenmiş olarak kaldıkça, tüm gücünü, tüm çaba ve enerjisi zorunlu olarak dış düşmana karşı seferber eder. İç yaşamı felç olur, sosyal yaşamını özgürleştirme yeteneğine sahip değildir.” Marx

TC sömürgeciliğinin Kıbrıs’taki uygulamalarının kavramsal açıklamasına girişeceğimiz bu bölümde bugüne kadar ele alınmayan tarımsal alanın nasıl sömürgeleştirildiğini ve Kıbrıs’taki bütün liderlik türlerinin ulusal, sendikal, parlamento dışı sol ve burjuvazinin kendi örgütleri anlamında nasıl soğrulduklarını ele alırken kısaca ilkel birikime de değineceğiz. İlkel birikim bu yazıdan çok başka bir yazının konusudur, yeri geldiği için mecburen bir açıklama yapmaya çalışacağız.

(1)Tarım Sömürgeciliği: Toplumsal İmha Politikası!

Tüm bunların yanında genetiğiyle oynanmış tohumların/fidanların, özellikle İsrail’den gelen hastalıklı tohumların üreticiye başka seçenek bırakılmayarak “sunulması”, hem iklime hem toprağa uygun olmayan zorlama bir üretimle, üreticiyi zor durumda bırakmakta hem de toprağı çölleştirmektedir. Bu da Afrika’da, Latin Amerika’da ve Hindistan’da uygulanan tipik “tarım sömürgeciliği”ni hatırlatmaktadır. Tek farkla: Kıbrıs’ta tarım tekelleşmek yerine yok olmaktadır! Mehmet Hasgüler’in anlatımıyla: “12 Eylül 1980’e kadar Antalya’daki domates yetiştiricileri zehirsiz doğal yollarla domateslerini yetiştirirlerken aniden bu işleri yürüten kooperatifçilerin içeri tıkılıp, bazı ilaç firmalarının zehir satmalarının yolu açılıncaya kadar bu iş gayet doğal yollarla yapılmış.” (http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=1599)

Eklemekte fayda var: Belli dönemlerde İsrail’in hastalıklı tohumları Kıbrıs üzerinden de Çukurova’ya ulaşmıştır…

Örneğin Kıbrıs zeytini susuzluğa ve tuzlu suya alışkın bir türken, Gemlik zeytini su isteyen bir türdür. Ve fakat Kıbrıs’ta Gemlik zeytini projesini ortaya atan sömürgecinin su sorunu olan bir coğrafyada aklı nasıl çalışır: Zeytinden insana kadar her şeyi toprağından sökmek için! 100-800 yıllık Zeytin ve harnup / keçiboynuzu ağaçları Türk işgalinden sonra lahmacun fırınlarında yandı, şimdi ise hayal olarak Türkiye’den 1960 yılından beridir gelecek su ile yeniden çılgın fidan projesi ile gündeme yansıtılmaktadır. Kıbrıs’taki ekolojik sistem Britanya sömürgeciliği ve Türk işgali ile yerle bir edilmiş, özellikle TC burjuvazisinin Kıbrıs’tan elde ettiği ilkel birikimin ve İsrail tipi yerleşim politikasının sonucu olarak tahrip edilmiştir. Son tahlilde Sartre’ı dinlersek, Cezayirlilerin topraklarının üçte ikisini yitirmesine bir yüzyıl yetmiştir.

Kıbrıslıların 1833 yılından kalma bilinen tek-tük isyan şarkılarından “Gavur İmam”ın sözlerinde dendiği gibi: Amman amman elinden, yandım bak ben zulmünden/ ben eker ben biçerim paşa alır elimden/ ben eker ben biçerim ağa alır elimden/ gene gurak varıdı,/ hiç yağmur yağmadıydı/ tohum toprakta kaldı/ mahsul hiç çıkmadıydı/ paşa öşür isterdi/ köylü da veremezdi/ asger köye saldırdı/ her şeyi yağmaladı/ köylüler birlik oldu, paşaya karşı durdu/ gavur imam vurdukça, Osmanlı kaçar oldu/ halk isyanı coştukça, askerler kaçar oldu!” (anonim).

Ancak bu kez “Osmanlı”nın derdi bizi “öşür” veremez duruma getirmek, tohumu çürütmek ve toprağı kuraklığa mahkum etmek, insanı ekemez duruma getirmek!

(2) Sınıf Mücadelesi: tüm toplumsal öznelerin imhası ve soğrulması!

Doğancı Patates Üreticileri Birliği Başkanı Mehmet Bicen’in sözleriyle “Kıbrıslı Türkler Yeşil Hat üzerindeki kapıları açmayı başardı, fakat ‘Mersin Kapısı’ açılamadı, Türkiye’nin ambargosu altındayız.”

Bu ekonomik ambargo durumu TC’nin KKTC üzerindeki ambargoları sözde kaldırma çabasının ve KKTC’yi sözde tanıtma çabalarının tümden yalan olduğunun göstergesidir. TC’nin kendi tanımadığı KKTC’yi tanıtma çabaları da o kadar samimi! Son olarak Kıbrıs-Kürdistan Kongresi’nde İsmail Beşikçi’nin yeniden dile getirdiği görüşlerinin Mersin Limanı’ndaki uygulamalarla Kuzey Kıbrıs’ın Kürdistan statüsüne indirgenmesi yaşanmaktadır ve Sarî Xoce İsmail Beşikçi’nin dile getirdiği görüşler “Mersin Limanı” vakasıyla yeniden tartışılmalıdır:

“Türk siyaset adamları, devlet ve hükümet yöneticileri, Kıbrıs için en azından bir konfederasyon talep etmektedirler. Aslında istenen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak tanınmasıdır. Türkiye, Birleşmiş Milletler’den, Avrupa Konseyi’nden, Avrupa Birliği’nden, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’ndan, İslam Konferansı’ndan, Arap Birliği’nden, Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetlerinden, Avrasya örgütlerinden… hep bunu talep etmektedir. Gerek uluslararası kurumların toplantılarında, gerek ikili ilişkilerinde bu ilişkileri konuşmakta, bunu talep etmektedir.”

(İsmail Beşikçi http://www.zazaki.net/yazi/-kibris-kongresi-234.htm, Kıbrıs Kongresi”)

Türk Kıbrıslı Burjuvazi: Ajan Sınıf!

İsmail Beşikçi Hocamız’ın Kürdistan üzerine yaptığı tespitlerden yola çıkarak konuşmakta fayda var. TC sömürgeciliğinin benzer ve farklı uygulamalarını tahlil etmek bir sistem olarak sömürgecilikle mücadele ederken bir zorunluluk olarak önümüzde durmaktadır. Beşikçi Hocamız, Kürdistan üzerine şu tespiti yapmaktadır: “Feodal kurumların ve feodal değerlerin sürdürülmesi teşvik edilmekte, kapitalistleşmenin mümkün olduğu kadar çarpık bir şekilde geliştirilmesi amaçlanmaktadır. Bütün bunlara rağmen oluşacak sermaye birikiminin Batı’ya aktarılması için her türlü önlem alınmıştır. Sermaye birikimlerinin çok az da olsa, Doğu’da yatırıma dönüştürülmemesi, Batı’ya aktarılması, devlet ve hükümet bakımında çok önemlidir. Doğu’da yatırımlar ancak devlet eliyle gerçekleştirilmelidir. Batı’dan Türk sermayesi gelebilir. Fakat, Kürt kökenlilerin burada yatırım yapmalarına engel olunmalıdır.” (Devletlerarası Sömürge Kürdistan, s.118)

Kıbrıs’taki Türk kapitalistleşmesi ise pazardan/çarşıdan, futbol klüplerine, belediyelere, sendikalara ve adanın bölünmesine giden yolda Türkiye’de gayri Müslimlere yapılanların benzerlerinin TMT tarafından “savunduğu” iddia edilen halka yapılması sürecinde devlet korporatizmi temelinde şekillendi. Türkleştirilen pazardan sonra, adayı bölmeyi başardıktan sonra burjuvazi iktidarının konsolidasyonunu sağlarken Rum mallarının ilkel birikim olarak şekillenmesi sağlandı. Kürdistan’daki gibi bir çarpık kapitalistleşmenin olduğu kesin: İlkel birikimin anlamı, ilk adımdan sonra devreye girecek üretim sürecinin ilk birikimini sağlamasıdır. Kıbrıs’taki durumda ise turizm sektörü dışında böyle bir gelişme yok; ayrıca Beşikçi Hoca’nın Kürdistan için yaptığı “sermaye birikiminin batıya taşınması” tespiti aynı şekilde Kıbrıs’ta da karşılık bulmaktadır. Fabrikalardaki makinelerin, evlerdeki çamaşır ve bulaşık makinelerinin, at çiftliklerindeki atların Kıbrıs’tan Türkiye’ye taşınmasının yanında, Türk Kıbrıslı burjuvazinin, İstanbul’a ve Londra’ya taşınmış olduğunu aktaran Sakıp Sabancı Beşikçi Hoca’nın tespitini doğrulamaktadır. Kaldı ki Londra’da fazla palazlanan Türk Kıbrıslı burjuvazinin de, Asil Nadir örneğindeki gibi ayağı kaydırılmıştır. İçinden geçtiğimiz dönemde de Kürdistan’daki gibi Kürt yatırımcı yerine gidecekse bile Türk sermayenin gitmesi gibi, Kıbrıs’taki yarı kurumsal yarı yerli sermaye niteliğindeki yapılardan tüm kurumsal yapılara kadar bütün üretim araçlarına TC burjuvazisi tarafından el konmaktadır. Son tahlilde yaşanan süreç Marx’ın betimlediğinden farksızdır. Anlatılan senin hikâyendir: “Kilise mallarının yağmalanması, devlet mülkünün hileli yollardan ele geçirilmesi, ortak toprakların çalınması, feodal ve klan emlâkının gaspedilerek, başıboş bir terör havası içinde modern özel mülkiyet haline getirilmesi, ilkel birikimin birçok sevimli yöntemlerinden bazılarıydı. Kapitalist tarım için gerekli alan ele geçirilmiş; toprak, sermayenin bir parçası haline getirilmiş ve kent sanayileri için gerekli, ‘özgür’ ve yasa-dışı proleterya sağlanmıştı.” [Kapital 1, s 749-750]

TC sömürgeciliğinin “Kıbrıs’ı İstirdat Projesi” olarak somutlaşan Kıbrıs politikasının bir hegemonya süreci olarak Türk Kıbrıslı burjuva sınıfının oluşturulması ve iktidarının konsolidasyonu “Türk Pazarı” dolayısı ile ayrılıkçı Türk liderliğinde mümkündü. Bugün gelinen aşamada İstirdat Projesi Kıbrıs’ta yerli burjuvazinin iktidarını imkânsız kıldı. Artık ajan sınıfa ihtiyaç kalmadı: TC burjuvazisinin iç savaşını kazanan İslamcı burjuvazi, dile getirdiği ilhak sloganı ile adı konmamış süreci önceden tanımlamıştır. KKTC’deki başbakanlık ve meclisin artık belediye işlevi gördüğü koşullarda Ankara’da üretilen projelerle, TC Lefkoşa elçiliğinde yapılan sözde ihalelerle inşa edilen camilerin, barajların, duble yolların, alt-üst geçitlerin Kürdistan’daki uygulamalardan bir farkı yok! Var olan üretim araçları TC burjuvazisinin eline geçerken “belediyecilik” de başbakanlığa kalıyor. Kıbrıs’a ekilecek zeytinin, harnubun, patatesin projesi Ankara’dan, Çukurova’daki kurumlardan geliyorsa ha Omorfo ha Dersim!

Korporatist yapıdan “Statolatry”ye: Burjuvazi Versus “Sınıfa karşı sınıf!”

Denktaş, 17 Mart 1959 tarihli Halkın Sesi gazetesinde “Türk Çarşısı” başlıklı makalesinde şöyle demekteydi: “Çarşımızı ayırmak, ekonomik bir birlik haline gelmek kararını aldık. Kıbrıs Türk Cemaati bu kararı bütün benliği ile destekledi. Uzak köylerden bile köylü kardeşlerimiz akın akın gelerek alınan prensip kararlarını sordu, anladı ve bunlara severek riayet yolunu tuttu. Çarşı Murakabe Komisyonları kuruldu… Sekiz ayda yalnız Lefkoşa Türk tüccarları yüz bin liraya yakın bir servet temin ettiler. Fakat, Türk halkının bu milli davaya sadakatla sarılmasından istifadeye kalkanlar da çoğaldı: İhtikâr (vurgunculuk) baş gösterdi. Fedakâr halkımızın saf duygularını hiçe sayanlar kendi ceplerini doldurmak sevdasına düştü; bu kara sevda ile gözleri kararanlar halka tırpan atmak yolunu tuttu.” (Akt. Ahmet An, Kıbrıs Türk Toplumunun Geri Kalmışlığı (1892-1962), 2006 Girne)

Denktaş’ın “Türk halkının bu milli davaya sadakatla sarılması” dediği şey tedhişle oluşturulmuş bir durumdu. Scan etme imkânım olmadığı için başka iki belgeyi buraya yazarak aktarıyorum: “TEŞHİR EDİYORUZ: LEFKOŞADA 36, Barbaros Sokağında BAKKAL AKİF DERVİŞ ve Haydarpaşa Sokağında ATA HİKMET Türk malı satmamakta- millî ticaret ve iktisad kampanyamızı kökünden sarsmak için ellerinden geleni BİLEREK VE İSTEYEREK YAPMAKTA “ben böyle bir dava bilmem” demektedir. AKİF DERVİŞ ve ATA HİKMET Bakkaliyeleri bugünden itibaren Türk gençliği tarafından BİR AY İÇİN BOYKOT edilmiştir. AKİF DERVİŞ ile ATA HİKMET’in aklı başına gelinceye kadar bu boykot devam edecektir. TÜRKTEN TÜRKE KAMPANYASINA HIZ VERELİM. K.T.G.T (KIBRIS TÜRK GENÇLİK TEŞKİLATI) 16.4.1959” “Türk Mukavemet Teşkilatı Emrediyor”, başlıklı Muharrem Sıdkı’ya yazılmış 29 Mayıs 1958 tarihli diğer bildiride de, dükkânı üzerindeki Rumca ve İngilizce yazıları silmesi emredilmiş ve bildiri şöyle bitmektedir: “Türk olduğunuzu isbat için size bu müddeti vermiş bulunuyoruz. Aksi hareketiniz size pek pahalıya mal olacaktır. TMT”.

İki aşamada ele alabiliriz Kıbrıs’taki korporatist süreci: 1960’ta devlet kurulmadan önce ve ’60 sonrasında devlet kurulduktan sonra iki toplumlu Cumhuriyet’i TC’nin ve Türk Kıbrıslı “cemaat liderliğinin” terk etme kararına bağlı olarak. Karıştırmamakta fayda var. Burada bahsettiğimiz Kıbrıs’ta burjuva iktidarının konsolidasyonunun bir çerçevesi. Bütün 20. yüzyılı ele almıyoruz; bugünü yakından etkileyen yakın tarihle yetineceğiz. Kıbrıs’ı İstirdat Projesi, tek başına anlam taşımayan bir “destansı” hikâyeydi, ancak TC burjuvazisi için bir ajan sınıfın yardımı ile mümkündü. Bu ajan sınıf da “parlamentarizmin sınırları” içerisinde TC sömürgeciliğinin taleplerini karşılayamazdı. Bu yüzden ortak cumhuriyet ortadan kaldırıldı. Bir temsiliyet kurgusu olarak parlamentarizm hakim sınıflar arasında bir “iktidar bloğu”na dönüştüğü oranda başarılı görüntüsü çizer. Oysa Kıbrıs’ta iki sınıfın iç savaşı sürerken parlamentarizmin sınırlarına gelinmiştir. Burjuvazinin işçi sınıfı ile olan sınıf mücadelesi de kendi içindeki mücadele gibi “ulusal çıkarlar” adına soğrulmuştur; zaten sendikalar etnik temelde parçalanmış, meslek birlikleri şeklinde örgütlenmiş “Türk Çarşısı” da hegemonyasını kurmuştur. Bu bağlamda Denktaş’ın bahsettiği “Çarşı Murakabe Komisyonları” da tipik korporatizm uygulamasıdır. Hatta devamında “İhtikârı önlemek için gereken her türlü kanuni tedbire başvuracağız” diye yazmaktadır Denktaş. “Kanuni tedbir” dediği tedhiştir. Gramsci, üstyapı üzerine yazarken, kültür konusunda korporatist eksende Kıbrıs’taki burjuva iktidarının kuruluş aşamasındaki uygulamalarına da pencere aralamaktadır: “Kültürel politika her şeyden önce geçmişin olumsuz eleştirisi olacak, geçmişi belleklerden silmeyi ve yok etmeyi amaçlayacaktır.” Ayrılıkçı politikaların hayat bulması ve “ulusal çıkarlar”ın mümkün olabilmesi için Kıbrıs işçi sınıfının birlikte mücadele ettiği ve dayanıştığı eski güzel günleri unutması gerekmektedir. Sonuçta bütün tedhiş, ajan sınıfın iktidarının konsolidasyonunu mümkün kılmak içindi.

Denktaş’ın anlatımıyla 1930’larda, büyük depresyon günlerinde Türk Kıbrıslı burjuvazi memurluğa düşmüştür, ticaret de Rum Kıbrıslı burjuvazinin eline geçmiştir. Bu sebeptendir Türk Kıbrıslı burjuvazi Gramsci’nin tabiriyle “Statolatry” [devlete tapınma] terimi ile açıklanabilecek bir duruma gelmiştir: Bu terim Gramsci’de “Memurların devlete ve politik topluma yönelik tutumları için geçerlidir.”(Gramsci Kitabı, Dipnot Yay., s. 292) İstirdat Projesi’nin uygulanması sürecinde iktidarının konsolidasyonunu sağlayan burjuvazi, bugün de yine bir depresyon döneminde burjuva sınıfından memurluğa düşürülmeyle karşı karşıyadır. Üreticiler ise büyük kısmı bankadan kredi alarak yatırım yapan kesim, proleterleştirilmekte, ama proleterleştirilirken Kürtler gibi gidecekleri bir “batı”, çalışacakları bir “fabrika” yok! Kısacası çalışacak yeni işleri olmayan proleterleştirilenler TC burjuvazisine ilkel birikim olan Kıbrıs Türk Hava Yolları’nın intihar eden işçisi Tansel Sütlüceli gibi çaresizliğe terk edilmektedirler.

Ajan sınıf, AB ile ilişkilerini TC’nin AB ile ilişkileri doğrultusunda belirlemektedir. TC’nin AB’ye üye olma sürecine paralel bir Kıbrıs projesi vardır ajan sınıfın politik temsilcilerinin. Bu yazıdaki bütün çabamız, böyle bir sınıfa bel bağlayarak politika belirleyen, burjuvazinin ismini zikretmese de politikalarıyla ona hizmet eden ve güçlü durmak için onunla “ittifak umudu” taşıyan Türk Kıbrıslı solunun AB hattının aslında tahmin edildiği gibi bir kurtuluşa değil tam aksine bölgemizde zayıflayan emperyalist hegemonyanın güçlenmesine hizmet ettiğini açıklamaktır.

“Zaten bunlar kendi kimliklerini inkâr ettikleri, Türk devlet ideolojisiyle bütünleştikleri oranda Türk devleti ve Türk egemen sınıfları tarafından kabul görüyorlar. Türk Devleti’nin bölgedeki ajanlığını üstlendikleri sürece kabul görüyorlar. Öyleyse bunlara egemen sınıf denemez. Ajan sınıf demek daha doğrudur. Zaten ajanlar egemen olamazlar.” (a.g.e., s.119) tespitini İsmail Beşikçi Kıbrıs için yaptı desek yanılmış mı oluruz? Kesinlikle hayır! Ama Kıbrıs’ta sol öyle bir hal aldı ki, önümüzdeki dönemde KTTO liderliği değiştiği takdirde bu hakim liberal solun, burjuvazi ile “AB yolunda ‘Halk Cephesi’ ” kurması ihtimali “birleşik işçi cephesi”ne yeltenmesi ihtimalinden kat kat daha yüksektir. Geçmişteki korporatist karakterinin bugün de görülür olduğu Türk Kıbrıslı burjuvazinin TC hükümetinden “bizi muhatap alın” gibi “en masum” talebi de Güney Kıbrıs’ta alışveriş yapmayı yasaklama girişimleri yanında “ulusal çıkar” adına Ankara’nın ekonomik paketleri gibi, hatta bir süre önce Eroğlu’nun müzakereleri “Halk Komiteleri” ile yürütme projesi olarak ortaya attığı fikir bile ajan sınıfın o korporatist formda seyrettiğinin göstergesidir. Ticaret Odası liderliği değişse de değişmese de sol liberallerin “ekonomik paketlerden yerli burjuvazi de zarar gördü” çarpıtmasıyla, “sınıf” kavramını tahrip etme çabaları at başı giderken, birbirlerini beğenmeyen farklı sol liberal fraksiyonlar da aslında aynı sloganları farklı biçimde atmaktadırlar. Ajan burjuvazinin bir temsil krizi olabilir; Bob Jessop’un vurguladığı gibi, “Bu anlamda korporatizm temsil krizlerine karşı parlamentarizmden daha savunmasızdır ve dolayısıyla potansiyel olarak daha az istikrarlıdır.” Son tahlilde sol liberallerin tek söyleyemedikleri şey: “Sınıfa karşı sınıf”tır! O da biz devrimci Marksistlerin işi…

AB’ye iltihak değil, AB ile mücadele edenlerle ittifak!

1872-96 krizi Kıbrıs’ın el değiştirmesine sebep olurken, 1929-48 depresyonu Kıbrıs’a çok şey kaybettirdi; 1973 krizi, petrol krizi ile Avrupa Topluluğu içindeki konjonktürel gerileme süreciyle, öncesinde Yunanistan’daki cunta ve Arap-İsrail savaşı ile birlikte Kıbrıs’ın işgaline sebep oldu; 2008 depresyonunun sonuçlarını şu an yaşamaktayız. Kıbrıs’ın genel olarak tarihte Minerva baykuşu bile yoktur. Hegel’in deyişi ile Minerva baykuşu akşam karanlığında uçar: Yani bir dönem kapandıktan sonra o dönem anlaşılabilirdir Hegel’in bu sözüne göre! Kesinlikle yanlış olan bu tutum karşısında insan eleştirel düşünce ile Engels’in “Fransa’da Sınıf Savaşımları”na girişte yazdığı gibi, “Ama gözlerimizin önünden geçen bir tarih hakkında yapılacak toplu bir açıklamanın bütün koşulları, kaçınılmaz olarak yanılgı kaynakları içerir; gene de bu, hiç kimseyi güncel tarih yazmaktan alıkoyamaz.” Tam da devrimci Marksizm bizi bu konuda silahlandırmak için vardır! Hele ki Kıbrıs’taki AB’ci solun başlatmış olduğu ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temmuz sonrasında AB dönem başkanlığını almasıyla sürdüreceği “AB aracılığıyla mücadele” süreci yenilmiş grevlerin ve dört genel grevin yorgunu kitlede 2011 itibarı ile yükselmiş olan anti-sömürgeci ve anti-kapitalist bilinci tahrip edecektir. Sol liberal sloganlar şimdiye kadar haklılığını ispat etmiş bütün sınıf sloganlarını kendi cephesinden anlamsızlaştıracaktır. Önümüzde duran slogan: “AB’ye iltihak değil, AB ile mücadele edenlerle ittifak” olmalıdır!

Türkiyeli okura tuhaf gelebilir. Ama Kıbrıs’ın Avrupa’ya dahil olma konusundaki ısrarı klinik derecede hastalıklıdır. Yunanistan’dan kurtulmaya çalışan bir AB’ye Kıbrıs’taki solun kurtuluş anlamında bu kadar göbek bağlamasını AB’yi yıkmak için mücadele eden Avrupalı sosyalistler de anlayamaz! Sırf Kıbrıslıların AB pasaportu var diye AB’den Brüksel’deki bürokratların kurmadıkları kadar hayaller kurması hiç de rasyonel değildir. Bugün dünya basınında birçok yerde depresyondan çok AB krizine indirgenmiş bir süreci yaşamaktayız. Bir tarafta İrlanda, Portekiz, İspanya, Yunanistan, İtalya işçi sınıfları varken karşılarında AB çekirdeği Almaya, Fransa ve Britanya kamplaşmasında Kıbrıs’ın çevrenin bir parçası olarak merkezden kurtuluş beklemesi anlaşılır bir durum değil! Trajiktir ki Kıbrıs’taki sol AB krizini de depresyonu da şimdilik duymazdan gelmektedir!

Son tahlilde şunu söylemek gerek: Bütün depresyon ve ekonomik krizler Kıbrıs’a bir bedel ödettiler ve bütün depresyon ve krizlerde de Kıbrıs solu büyük güçler arası dengelerden faydalanma derdine düştü. Kıbrıs sonuçta bu hale geldi! Yeni bir depresyonun içindeyiz, daha iyisi de daha kötüsü de mümkün!