No, we can’t!

Obama’nın 2008’de seçilirken sloganı “Yes, we can!”di. Yani, lafzına değil ama ruhuna uygun çevrilirse, “Neden yapamayalım, yaparız tabii!” Obama o dönem bir de sol bir imaj yaratınca gençliğin de, soldaki insanların önemli bir bölümünün de gönlünü kazanmıştı. O heyecan dalgası içinde, birçok solcu, sadece ABD’de değil dünyanın her yerinde birçok iyi niyetli insan Obama’ya inanmıştı. Obama da “Yes, we can!” sloganıyla sola ve gençliğe oynuyordu. Aradan geçen dört yıl, hiçbir şey yapamayacağını, yapmak istemediğini gösterdi!

Obama’nın bir adının da “Hüseyin” olduğunu hatırlayan var mı bugün? Ama 2009’da görevi devralırken o ad özellikle vurgulu biçimde kullanılmıştı. Neden? Çünkü Obama öncesi dönemde George W. Bush ABD’nin İslam ve Arap dünyası ile ilişkisini mahvetmişti. ABD “halkla ilişkiler” denen manipülasyon sanatının en ince uygulamalarının yapıldığı ülkedir. Amerikan hâkim sınıfı, Bush’un ABD emperyalizminin çıkarları açısından yarattığı tahribatı onarmak için sevimli bir siyahiyi, iyi bir hatibi, göbek adı “Hüseyin” olan birini başkan yaptı. Avrupa burjuvazisi de, daha birinci yılını doldurmadan kendisine Nobel barış ödülü verdi. Türkiye’nin Cengiz Çandar’ları, Hasan Cemal’leri, Eyüp Can’ları, Ahmet İnsel’leri de, kimi ABD emperyalizmini Türkiye halkı nezdinde şirin gösterebilmek için, kimi ise müzmin düzen solculuğundan, Obama’yı bir matahmış gibi savundu. Oysa Obama’nın bu dört yılından akıllarda kalması gereken, Afganistan’daki savaşı Pakistan’a da yayan politikası olmalıdır. Sarkozy gibi bir gericinin kuyruğunda Libya’ya açtığı savaş olmalıdır. Başta Usame bin Ladin olmak üzere, kendisine düşman güçlerin siyasi önderlerini yargısız infaz etmesi olmalıdır.

Obama kazanmadı, Romney kaybetti

Obama ABD halkına da bir şey getirmedi. Ünlü ve çok tartışılan sağlık reformu bile aslında özel sektör firmalarının pazarını genişletme ekseninde düzenlenmişti. İşsizleri engellilik yardımına bağlayarak sayılarını istatistiklerde düşük gösterme çabalarına rağmen, istemediği halde yarı zamanlı çalışanlar da sayıldığında dört sene sonunda yüzde 16’lık bir işsizlik oranı ile seçime gitti. Peki, nasıl oldu da kazandı?

Çünkü rakibi vasatlık abidesi bir iş adamıydı. Mitt Romney, kendi partisi içindeki çılgınca liberal Tea Party’cileri mi, yoksa merkezdeki kararsız seçmeni mi tatmin etmesi gerektiğine karar veremeyen, Obama yönetiminin ekonomik performansından hoşnutsuz durumdaki halka alternatif bir programı savunmaktan bile korkan, zavallı bir adaydı. Halkın yüzde 40’ını, sırf sosyal yardımlardan yararlandıkları için parazit sayan bir adaydı. Yetmedi, kendisi öyle olmadığı halde, bizdeki kürtaj karşıtları kadar aşağılık argümanlar ileri süren adayların geldiği bir Cumhuriyetçi partinin adayı olma şanssızlığını da yaşadı.

Derinden bölünmüş bir ülke

ABD bugün yönetilemez bir ülke görünümü veriyor. Ülke derinden bölünmüş durumda. Siyahilerin yüzde 96’sı Obama’ya oy vermiş! Latinoların (yani Latin Amerika’dan gelen göçmenlerin) yüzde 72’si de! Kadınların yüzde 65’i Obama’ya oy kullanmış (Cumhuriyetçilerin kürtaj konusundaki görüşleriyle bu oran düşük bile!) Ama beyaz erkeklerin sadece % 25’i!

İşte bu bölünmüşlüktür ki, zenginlerin, beyazların ve erkeklerin bir tarafta, yoksulların, göçmenlerin, kadınların öteki tarafta olduğu bu tablodur ki, ABD hâkim sınıflarının büyük depresyon karşısında tutarlı bir politika izlemesini engelleyerek krizi derinleştiriyor. Hep birlikte, kolektif olarak haykırıyor Amerikan burjuvazisi: “No, we can’t!”

 

Erdoğan’ın adamı kazandı, Gülen’inki kaybetti

Obama’nın dış politikasını belirleyen, Bush döneminin “neo-con” denen aşırı muhafazakâr, hem Hıristiyan köktendincisi, hem Siyonizm destekçisi akımının alternatifi olma zorunluluğu oldu. Bu yüzden Obama Arap ve Müslüman dostu olmak zorunda idi. Yine bu yüzden Siyonizm’e karşı mesafeli olması da gerekiyordu. İşte bu politika, Tayyip Erdoğan’a “ilaç gibi geldi”!

Erdoğan, 2008’e kadar İsrail’le gayet iyi geçiniyordu. Suriye ile İsrail’in arasını bularak herkesin gözüne girmeye de çalışıyordu. Ama İsrail’in (tam Obama’nın başa geçmesinin arefesinde) 2008 Aralık ayında Gazze’de (Erdoğan’a haber vermeden) başlattığı katliam, her şeyi altüst etti. Erdoğan Davos’ta “one minute” dedi. Bunun üzerine Mayıs 2010’da Mavi Marmara olayı gelince, AKP’nin Türkiye’nin eksenini kaydırıp kaydırmadığı meselesi, emperyalizmin (ve onun buradaki sadık destekçilerinin) ana kaygılarından biri haline geldi. Bu bağlamda, Obama’nın Müslüman ve Arap dünyasına kucaklayıcı yaklaşımı ve İsrail ile arasına koyduğu mesafe, Erdoğan için cankurtaran rolü oynadı. O dönemde bir Cumhuriyetçi başkan olsaydı, ABD-Türkiye ilişkileri büyük bir sarsıntı yaşayabilirdi.

Bunu Arap devrimi izledi. Mübarek gibi mutemet adamlarını başta tutamayan ABD, Obama’nın yönetiminde, “denize düşen yılana sarılır” misali Müslüman Kardeşleri evcilleştirme yolunu seçti. İşte bu konuda Erdoğan ABD’nin arayıp da bulamayacağı bir koz olarak parlıyordu: elhamdülillah Müslüman, ama emperyalizme yürekten bağlı! Müslüman Kardeşleri ve benzerlerini evcilleştirme görevi Erdoğan’a verildi ve böylece “eksen kayması” tartışması aşıldı. Şimdi Obama’nın yeniden seçilmesi, Erdoğan’a rahat nefes aldıracak bir gelişmedir.

Buna karşılık İsrail muhibbi Fethullah Gülen bu seçimin Türkiye’deki mağlubudur. Cumhuriyetçi parti, Siyonist devlete çok daha fazla açık çek vermeyi bir ilke olarak benimsemiştir. Mavi Marmara olayında Erdoğan’ın karşısında, İsrail’in yanında yer alan Fethullah Gülen, Romney’nin seçimi kazanması halinde Erdoğan karşısında önemli bir koz elde edecekti.

 

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Aralık 2012 tarihli 38. sayısında yayınlanmıştır.