Kıbrıs Kongresi: Felsefi idealizm ve devrimci Marksizm

4 Mart 2012 Pazar günü Ankara’da toplanan Kıbrıs Kongresi, Türkiye solu için son derecede önemli bir toplantıydı. Her şeyden önce, Kuzey Kıbrıslılar ilk kez Türkiye solunun önüne düşüyor, kendi seçtikleri bir zeminde, kendi belirledikleri bir yöntemle Kıbrıs sorununun Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentinde tartışılmasını sağlıyorlardı. İkincisi, kongre çok önemli bir tezi, Kürt coğrafyasının ve Kıbrıs’ın Türkiye’nin çifte sömürgesi olduğu tezini berrak biçimde ortaya koyuyordu. Toplantının çok tatmin edici bir yanı, Türkiye solundan katılımcıların hiçbirinin bunun gerisinde kalan görüşler savunmamaları, genel bir eğilim olarak da “sömürge” tespitine katılmalarıydı. Üçüncüsü, Kuzey Kıbrıslıların bu atağına Kürt hareketinin dayanışma ile yanıt vermesiydi. Toplantıda BDP’nin iki milletvekili, Sırrı Süreyya Önder ve Demir Çelik konuşmacı olarak yer alıyordu. Dördüncüsü ise Türkiye solunun çok büyük bölümünün başından itibaren sınıfta kaldığı bir uluslararası politik sorunun, Kıbrıs meselesinin tartışıldığı bir toplantıda, devrimci Marksist hareketin, tam da olması gerektiği gibi, kendi ağırlığını hissettirmesiydi.

Konuşmacılar arasında, toplantının baş mimarı olan, Kuzey Kıbrıs’ın Enternasyonalist Dayanışma çevresinden Aziz Şah’ın yanı sıra, Devrimci İşçi Partisi’nin (DİP) üç sözcüsü (Şiar Rişvanoğlu, Levent Dölek ve Sungur Savran), DİP’in Yunanistan’daki kardeş partisi, Dördüncü Enternasyonal’in Yeniden Kuruluşu Koordinasyonu seksiyonu EEK’in (Devrimci İşçi Partisi) temsilcisi ve Almanya’dan RIO’dan (Devrimci Enternasyonalist Örgüt) bir konuşmacı vardı.

Devrimci Marksizmin toplantıdaki rolü son derecede anlamlı oldu. Felsefi idealizm ile devrimci Marksizm toplantının iki ana yönelişi idi. Özellikle ilk oturumun konuşmacılarının çoğu, kendilerini sosyalist, hatta Marksist olarak niteleyen insanlar oldukları halde, sol liberalizmin Türkiye tarihine bakış yönteminin etkisi altında, tarihi bütünüyle idealist bir açıdan okumaya giriştiler. Buna göre, Kürt halkı ve Kıbrıs üzerinde uygulanan sömürgeci baskı da, Anadolu’nun gayri müslimlerine 20. yüzyıl boyunca yönelmiş bulunan mezalim ve katliamlar da Türk milliyetçiliğinin ve Kemalizmin ürünü idi. Bu milliyetçilik kendine özgü bir ideolojik akım olarak sunuluyor, karşıtlık oluştursun diye Alman milliyetçiliği bile barışçı olarak niteleniyordu. Kısacası, Kürt ve Kıbrıs sorunları bir ideolojinin sonuçlarıydı.

Devrimci Marksist konuşmacılar ise, Türkiye tarihinin sol liberal analizinin merkezinde bulunan bu idealist tarih yorumuna toplu halde karşı çıktılar. Ortak olarak vurguladıkları noktalar, bu tarihin bir ideolojinin sonucu olarak okunamayacağı, bu gelişmelerin ardında Türkiye’nin kapitalist sınıflarının gerek doğuş aşamasında (“ilk birikim”), gerekse daha sonra varolan maddi çıkarlarının olduğu, Türk milliyetçiliğinin belirli bir tarihsel bağlamda bu kapitalist sınıfın başlıca ideolojik yönelişi olduğu, yani kendi başına ele alınamayacağı, ancak onun taşıyıcısı olan sınıfın çıkarlarıyla iç içe anlam ifade ettiği oldu.

Yağma ve göç

Bu ana tartışmanın dışında, kongrede hassas yaraları deşen ve önemli noktaları ortaya koyan bir dizi konuşma yapıldı. Her şeyden önce, Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası (KTÖS) başkanı Güven Varoğlu’nun konuşması, Kuzey Kıbrıs’ın proleter hareketinin içinden gelen bir ses olarak çok önemli noktalar içeriyordu. Varoğlu, “sömürge” kavramını kullanmamakla birlikte, Kuzey Kıbrıs’ın neden Türkiye’nin bir sömürgesi olarak görülmesi gerektiğini oraya koyan birçok olgudan söz etti. KKTC denen sözde devletin TC Büyükelçiliği’nin yönlendirişi ile yönetildiği herkesin bildiği bir sırdı. Bakanların her biri “müşavir” adı altında Türkiye vatandaşlarınca yönlendiriliyordu. Ekonomik meseleler TC Yardım Heyeti’nin elinde idi. Merkez Bankası’nın bir Kıbrıs vatandaşınca yönetilmesine izin verilmiyordu. KKTC’nin Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı adını taşıyan askeri gücünün komutanı da Türkiye’dendi. Bırakın hükümet, ordu, maliye gibi hassas alanları, itfaiyenın ve sivil savunmanın yöneticiliği bile Kıbrıslılara bırakılmıyordu.

Ne var ki, Varoğlu’nun bu olgulara yaklaşımı Kıbrıs sendikal hareketinin ve solunun bütün zaaflarını sergiliyordu. Birincisi, Varoğlu Kuzey Kıbrıs’ın asimilasyonu için düzenlenen göç olgusuna dikkat çekmekte bütünüyle haklı olduğu halde, bunu göçmen statüsündeki proleterlere karşı bir tepki haline dönüştürmekten zaman zaman kaçınmıyordu. Varoğlu, bir yandan “bizim yerleştirilen yoksullarla sorunumuz yok” derken, bir yandan da “ülkeye cebinde 10 TL ile gelenler”den aşağılayıcı şekilde söz ederek zengin göçmenler ile yoksullar arasında ayrımcılığa bile düşüyordu. İkincisi, “Birleşmiş Milletler parametreleri”nin ve bir çözüm odağı olarak Birleşmiş Milletler’in öne sürülmesi, hem bu emperyalist odağa gereksiz bir güveni ifade ediyordu, hem de Birleşmiş Milletler güdümünde 40 yıla yakın süredir oynanan “görüşmeler” oyununa gereksiz yere prim vermiş oluyordu. Üçüncüsü, Varoğlu’nun 28 Ocak ve 3 Mart 2011 eylemlerini düzenleyen sendikal platformun “hükümet etme amacının olmadığına” dair ilkesini yüceltmesiydi. Yoldaşımız Sungur Savran, platformun çalışmalarını övmekle birlikte, bu ilkenin ne kadar yanlış olduğunu daha sonra kendi konuşmasında anlatacaktı.

Kıbrıs’tan çok ilginç bir başka ses, İnsan Hakları Vakfı’ndan Ceren Göynüklü idi. Kongrenin maalesef tek kadın konuşmacısı olan Göynüklü, Türkiye içindeki Kürt göçüne kısaca değindikten sonra esas olarak Türkiye’den Kıbrıs’a göçün iki dalgasını (1974 sonrası ve 1990’lı yıllardan itibaren) ele aldığı konuşmasında, Kıbrıs solunun genellikle yaptığından farklı iki çok önemli noktaya değindi. Birincisi, devletin teşvik ettiği göç bir çifte asimilasyon içeriyordu Göynüklü’ye göre. Bir yandan, Türk Kıbrıslılar Türkiye’ye asimile edilirken, bir yandan da adaya gitmesi teşvik edilen Kürtler vb. Türkleştirilmiş oluyordu. İkincisi, bu nüfusun göçü “insan ticareti” adıyla anılan aşırı sömürü biçimlerine yaklaşan türden tutsak işgücü biçimlerine (borçlandırma yoluyla köleleştirme, pasaportlara el konulması, ücretlerin sonda ödenmesi yoluyla bağımlılık yaratma, tehdit vb.) yol açıyordu.

Bir ilginç ses de Yunanistan’dan geliyordu. Atina Üniversitesi’nde Türkiye üzerine doktora yapmakta olan Yorgos Katsanos, akıcı Türkçesi ile 6-7 Eylül 1955 olaylarını ve İstanbul’da yaşayan Rumların 1964’te Kıbrıs’ta yaşanan olaylara cevaben Türkiye’den kovulmalarını son derecede aydınlatıcı bir analizle ortaya koyuyordu. Katsanos’a göre, bu iki olay Türkiye devletinin “bir taşla iki kuş vurması” idi. Bir yandan, İstanbul’daki Rum nüfus Kıbrıs politikasında bir piyon, bir rehine haline getirilmişti. Bir yandan da, bu iki olayda Rumların mallarına farklı biçimlerde yapılan saldırı, Türk kökenli burjuvazinin gayri müslim burjuvazinin karşısında öne çıkmaları sürecinde yeni bir merhaleyi temsil ediyordu. Yunan konuşmacı ile aynı konuyu paylaşan Sait Çetinoğlu ise kısa konuşmasında muazzam önem taşıyan bir noktanın altını ikirciksiz biçimde çizecekti: 1915 soykırımından Pontus’a ve mübadeleye, Varlık Vergisi’nden bu olaylara dek gayri müslimlerin mal mülküne yapılan bu saldırının altında, Anadolu’nun Türk kökenli burjuvazisinin bu azınlık burjuvazisinin sermayesini yağmalama ve onun yerini alma çabası yatıyordu. Çetinoğlu’nun bu vurgusu şu anlama geliyordu: devrimci Marksistlerin de ısrarla vurguladığı gibi, 20. yüzyıl Anadolu’sunda yaşanan katliam ve göçler kendi başına Türk milliyetçi ideolojisinin ürünü olarak ele alınamaz; İstanbul ve Anadolu’nun hâkim sınıfları arasındaki mücadelelerin ve özellikle de sermayenin ilk birikiminin sonucudur.

Kongre’nin en etkileyici konuşmalarından birini Temel Demirer yaptı. Demirer konuşmasına, kendi adına değil bütün Türkiye solu adına 1974 yılında solun Kıbrıs’ın işgalini desteklemesi dolayısıyla yaptığı özeleştiri ile başladı. Kuzey Kıbrıs’ın tartışmasız biçimde Türkiye’nin sömürgesi olduğunu vurgulayan Demirer, Kıbrıs sorununa önümüzdeki dönemde yeni bir gerilimin de katılacağına, Türkiye ile İsrail’in Kıbrıs üzerinde mücadele vermeye başladığına dikkat çekti. Konuşmasının eksenini, Kıbrıs’ın kurtuluşunu Avrupa Birliği’ne (AB) bağlayanlarla polemik üzerine yerleştiren Demirer, bunun bir hayal olduğunu, asıl meselenin “Kıbrıs’ı kurtarıcılarından kurtarmak” olduğunu, adanın kurtuluşunun ancak sosyalist temellerde gerçekleşeceğini savundu.

Genç Kıbrıslı konuşmacı Celal Özkızan, Kuzey Kıbrıs’ta neoliberalizm ve özelleştirme konusunu ele aldığı konuşmasında, Kıbrıs’ta sanayi ve ulaştırma gibi alanlarda kamu varlığının yağmalanmasını bütünüyle somut veriler üzerinden teşhir etti.

Türkiye’nin çok önemli iki aydını da kongrede konuşmalar yaptılar. İsmail Beşikçi, Kürt sorununun bütün öteki sömürge sorunlarından farkına işaret etti. Sömürgeler bile bir statüye sahipti Beşikçi’ye göre; Kürdistan’ın ise statüsü bile yoktu. Fikret Başkaya ise Kıbrıs’ın özel bir sömürge olarak durumunu ele aldığı konuşmasında çok önemli bir noktanın altını çizdi: Türkiye Cumhuriyeti, bütün 20. yüzyıl tarihi boyunca dünya çapında yaşanan çaşitli deneyimlerde tek bir ulusal kurtuluş mücadelesinin yanında durmamıştı!

Devrimci Marksistlerin hegemonyası

Kongre’nin ikinci yarısı neredeyse bütünüyle devrimci Marksistlerin sınıf temelli, enternasyonalist ve devrimci yönelişlerinin damgasını taşıdı.

Kongreye Yunanistan'dan katılan ve EEK (Devrimci İşçi Partisi) üyesi olan Nikos Ciris konuşmasına kongreyi DİP ve EEK'in uluslararası örgütü DEYK (Dördüncü Enternasyonal’in Yeniden Kuruluşu Koordinasyonu) adına selamlayarak başladı. Girişi Kıbrıs'ın taşların yerinden oynadığı bir bölgenin tam kalbinde yer aldığını belirterek yapan Ciris, AB'nin içinde kıvrandığı krize işaret ederek Kıbrıs'ın AB üyeliği ile ekonomik krize karşı korunaklı hale geldiği yalanının çöktüğünü belirtti. Kıbrıs'ın yasadışı para trafiğinin merkezi ve adeta bir vergi cenneti haline geldiğini vurguluyarak iktidardaki AKEL'in, karşısında Kıbrıs halkını bulmasının an meselesi olduğunu söyledi. Annan Planı'nın reddedilmesinin ise emperyalizmin ve yerel burjuvazinin Kıbrıs'ta ulusal sorunu çözme konusundaki beceriksizliklerini gözler önüne serdiğini ifade etti. Tel Aviv-Lefkoşa-Atina hattında oluşturulmaya çalışılan ittifakın ekonomik depresyon ve bu ülkelerdeki işçi sınıfı mücadelelerinin yanı sıra Arap Devrimi'nin etkisi altında çürüdüğünü belirtti. Emperyalistlerin "Batmayan Uçak Gemisi" olarak gördüğü adadaki Rum ve Türk emekçilerin ortak mücadelesinin, anti-emperyalist ve sınıf temelli bir birleşmeyle, tüm yabancı güçleri (NATO, BM, Yunanlı ya da Türk) adadan atabileceğini söyledi. İki toplumun işçilerinin ve gençlerinin güçlerini birleştirmesinin emperyalistleri ve onlarla işbirliği içindeki politikacıları devirmek ve askeri üsleri def etmek için tek yol olduğunu vurguladı. Bağımsız ve birleşik bir Kıbrıs'ın bu ortak mücadelenin ürünü olabileceğini söyleyen Ciris hedefin Ortadoğu'da, Balkanlar'da, Avrupa'da ve dünya çapında sosyalist devletlerin federasyonunu yaratmak olması gerektiğini belirtti. Yunanistan'daki sosyal patlamanın tüm bu süreci nesnel olarak birleştirirken DİP ve EEK'in DEYK içindeki ortak çabasının da bu süreci öznel olarak birleştirdiğini ifade etti. Ciris sözlerini bölgenin enternasyonalist ve devrimci güçlerini bir araya getirecek bir uluslararası konferansın örgütlenmesini önererek tamamladı.

Devrimci İşçi Partisi üyelerinden ilk konuşan Şiar Rişvanoğlu oldu. Rişvanoğlu “Kıbrıs ve Kürdistan’da Derin Devlet Faaliyetleri” konulu konuşmasında “derin devlet” kavramının güncel dilde yanlış kullanıldığına dikkat çekerek aslında “derin devlet” faaliyetleri ile kastedilen şeyin bizzat devletin belirli bir özel alandaki faaliyetleri olduğunu söyledi. Kontgerillanın ise Soğuk Savaş döneminde emperyalist devletlerin ortak çalışmasının bir ürünü olduğunu ve esas olarak Batı’da işçi sınıfına ve onun müttefiklerine karşı kurulmuş olduğunu belirtti. Yoldaşımız Kıbrıs’ın bizzat kuruluş projesinin bir kontrgerilla faaliyeti olduğunu, kontrgerillanın Kıbrıs şubesi  TMT’nin kurucusu Rauf Denktaş’ın adayı bir kara para, uyuşturucu, kumarhane ve ucuz emek cenneti haline getirdiğini ifade etti. Kürdistan’daki kontgerilla ve devlet  faaliyetlerinin ise dünya tarihinde ancak Nazi dönemi ile kıyaslanacak nitelikte olduğunu örneklerle  ekleyerek, hem kontgerilladan hem emperyalizmden, hem de burjuvazinin bütününden nihai kopuşun Kıbrıs için Bağımsız Birleşik Sosyalist Kıbrıs ile, Kürdistan için ise Ortadoğu Sosyalist Federasyonu içinde mümkün olduğunu söyleyerek konuşmasını tamamladı.

Rişvanoğlu’ndan sonra söz alan ikinci DİP üyesi Levent Dölek ise, Türkiye burjuvazisinin Kürdistan ve Kıbrıs sorunu karşısındaki konumunu ele aldığı konuşmasında, sorunun özünde burjuvazinin sınıf çıkarları olduğunu ve bu çıkarların her iki coğrafyada da sömürgeciliğin devamından yana olduğunu ifade etti. Kürt sorunu yerine Kürdistan sorunu olarak yapılacak bir tanımlamanın daha doğru olduğunu belirten Dölek, Kürdistan sorununun Türkiye burjuvazisi için bir bölünme değil bir genişleme meselesi olduğunu ve açılım adı altında oluşturulan politikaların özünde Musul ve Kerkük’ü hedeflediğini savundu. Burjuvazinin iç savaşı ile bu durum arasındaki ilişkiyi de ele alan Dölek, burjuvazinin İslamcı ve Batıcı-laik kamplarının arasındaki farklılıkların eldekinin ne kadar riske edileceği üzerine olduğunu ifade etti. Dölek’e göre Kıbrıs konusundaki farklılıklar da benzer şekilde değerlendirilebilir. Sonuçta burjuvazi bir bütün olarak sınıfsal çıkarları gereği ne Kıbrıs’taki hakimiyetinden vazgeçecektir ne de emperyalistlerin adadaki varlığına karşı çıkacaktır. Gerek sömürgeci burjuvazinin gerekse de emperyalizm ve Siyonizmin artan saldırganlığının, bu güçlerin yenilmez kudretine değil tam tersine, düşüşteki bir sosyal gücün zaaflarına işaret ettiğini belirten Dölek, emekçi halklarının enternasyonalist mücadelesinin başarıya ulaşmasının mümkün, hatta kaçınılmaz olduğunu söyledi.

Kıbrıs’ta yeni oluşmuş bulunan Enternasyonalist Dayanışma çevresinden Aziz Şah konuşmasına, 1974 işgalinden hemen sonra Batıcı-laik burjuvazinin temsilcisi TÜSİAD ve TOBB’un "askeri harekât bitti, sıra ekonomik harekâtta" diyerek Kıbrıs’a sömürgeci sınıf taarruzuna geçtiğine işaret ederek başladı. Şah, DİSK’in de işgali desteklemek için işçi sınıfı içerisinde gönüllü askerlik ve bağış kampanyası yaptığına, grevlerin iptal edildiğine dikkat çekti. Şah’a göre, TÜSİAD için Kıbrıs, "ekonomik harekât" talep ettiği 1974 yılı ile dış yardım krizinin yaşandığı 1978 yılı arasında önemli bir yere sahiptir. 1990'lı yıllarda ise Avrupa merkezli bir çözümün bulunması yönünde uğraşa girer. TÜSİAD'da bu temelde bir kırılma yaşanır, bir grup ayrılır. 28 Şubat'ın "mağdur"u İslamcı burjuvazi ise kendisine bir "madun" grubu (CTP liderliği) seçerek 1999 sonrasında başlayan kitle hareketini "pasif devrim" taktikleri ile bastırır. MÜSİAD, TÜSİAD'ın uygulamalarını geliştirerek 2000'li yıllarda Kıbrıs'ta hegemonyasını kurar ve burjuvazinin iç savaşında bir mevzi kazanmış olur. Şah’a göre, TC burjuvazisinin iç savaşının Kıbrıs'a bu kadar yansımasının tek bir açıklaması vardır: Kıbrıs, Türkiye'nin sömürgesidir!

Almanya’nın Devrimci Enternasyonalist Örgüt (RIO) adlı devrimci Marksist odaklarından birinden gelen Suphi Toprak kongreye "Kürdistan ve Kıbrıs Tezleri" adı altında genel bir perspsktif sundu. Toplam 20 tezden oluşan bu sunuşta önce dünya ekonomik krizi karşısında ortaya çıkan sınıf mücadeleleri vurgulanıyordu. Toprak daha sonra Türkiye’nin iki sömürgesi olarak Kürdistan ve Kıbrıs arasındaki ortaklıkları vurguluyordu. Toprak KKTC’nin kuruluşunun Türkiye’de 12 Eylül’ün yarattığı etkiyi yarattığına dikkat çekiyordu: 1974’ten itibaren özellikle Türkiye üniversitelerinde politize olan Türk Kıbrıslılar sosyalist siyasette aktif bir rol üstlenmişti. Ama 1983 sonrasında bambaşka bir atmosfer doğuyordu Kıbrıs’ta. Toprak aynı zamanda CTP’nin Kıbrıs’ta oynadığı rolü de eleştiriyordu. Toprak’a göre, Kıbrıs'ta politik iktidarı  devirebilecek tek güç işçi sınıfıdır; sınıfın kendi devrimci programına bağlı kalarak, kendi devrimini sürekli kılması sonucunda, Kıbrıs için tek gerçekci devrim programı ortaya çıkacaktır.

Kongrenin son konuşmacısı yoldaşımız Sungur Savran’dı. Savran konuşmasına dünya kapitalizminin içine girdiği Büyük Depresyon dönemi ve kısmen bu zemin üzerinde ortaya çıkmış olan Arap devrimi ve Akdeniz devrimci havzası dolayısıyla olağan zamanlarda yaşamadığımızı, birçok bölge ve ülkede gerici hareketlerin yanı sıra devrimin de yükselebileceğini, sorunlara geçmiş dönemin çerçevesinden bakmanın çok yanıltıcı olduğunu belirterek başladı. Bu tablo içinde Kıbrıs’ın Afganistan, Irak ve Libya’ya emperyalist saldırılarda kullanılan Ağrotur ve Dikelya üsleri ile yerleştiğini, aslında Kıbrıs sorununu de bu üslerin tanımladığını ileri sürdü. Kıbrıs sorununun AB’ye havalesi, adanın emperyalizmin batmayan uçak gemisi olarak kullanılmasına onay vermek demekti. Kıbrıs’ın hem işgalci ve sömürgeci Türkiye’den, hem de emperyalist AB ve Britanya’dan (ve elbette Yunanistan’dan) kurtarılması gerekiyordu. Savran, bu işi sadece Kıbrıs proletaryasının yapabileceğine işaret ettikten sonra Kıbrıslı sendikacı Güven Varoğlu’nun sendikal platformun "iktidara talip değiliz" ilkesini büyük bir gururla ileri sürmesini eleştirdi. Birkaç yüz bin kişilik bir toplumda 80-100 bin kişilik gösteriler yapan bir sendikal platformun tam tersine işçi sınıfının iktidarını kurmak üzere hükümete talip olması gerekirdi Savran’a göre. Savran, konuşmasının sonunda, şayet bağımsız birleşik sosyalist bir Kıbrıs kurulacaksa, bunun bütün ada çapında örgütlenmiş bir devrimci proleter partisini gerekli kıldığının altını çizdi. Elbette bu partinin bir dünya partisinin, işçi sınıfının bir devrimci enternasyonalinin üyesi olması gerekiyordu. Çünkü Kıbrıs’ın kurtuluşu bölge ve dünya devrimine sıkı sıkıya bağlı idi.

Neden felsefi idealizm değil, devrimci Marksizm?

Kongrede varolan iki düşünce akımı Kürdistan ve Kıbrıs’ın sömürge statüsünde anlaşma içindeydi. Öyleyse, akımlardan birinin felsefi idealizmi temel alması ve sorunların temelini ideolojide bulması, ötekinin ise Marksizmi temel alarak sınıf çıkarlarını ve burjuva devletini esas sorumlu olarak koyması arasında fark olsa da, bunun pratik bir önemi olmadığı düşünülebilir. Madem ulaşılan tespit aynıdır, hareket noktalarının farklı olmasını büyütmemek gerekir.

Bu doğru değildir. Felsefi idealizm, bütün sorunların sorumlusu olarak milliyetçiliği ve resmi ideolojiyi gördüğü için, burjuvazinin sınıf çıkarlarının rolünü göremez. AB ile uzlaşma çabası içinde milliyetçi ideolojiden taviz vermeye yatkın kozmopolit burjuvaziyi (TÜSİAD) veya kendi çıkarları dolayısıyla resmi ideolojiyle kısmi bir çatışmayı göze alan İslamcı burjuvaziyi (AKP) müttefik olarak görmeye başlar. Hatta AB’nin sorunları çözebileceğini hayal etmeye başlar. Felsefi idealizm sınıf mücadelesi gerçeğiyle uyuşmadığı için bir burjuva ideolojisi olan liberalizme açılır.

Oysa Marksizm gerek emperyalist sermayenin, gerekse Türkiye burjuvazisinin çıkarlarının hem Kürdistan’da hem de Kıbrıs’ta yaşanan gelişmelerde belirleyici olduğunu materyalist sınıf analizi temelinde kavrayabildiği için, bu iki sorunun çözümünde burjuvaziye hiç güven duyulamayacağını ortaya koyar, esas çözümün burjuvaziye karşı ve rağmen gerçekleştirilebileceğini kavrar.

Sömürge saptamasında ortaklık olabilir. Sömürge konumundan kurtuluş için izlenecek yolda büyük bir farklılık vardır.