İslam Devleti’nin Yükselişi Karşısında İran'ın Ortadoğu Politikası

İran'ın batı sınırlarının hemen bir kaç kilometre ötesinde Irak ve Suriye'nin Sünni mıntıkasının büyük bir kısmını içine alan geniş bir bölgede radikal İslamcı cihatçılar tarafından İslam Devleti kuruldu. Bu devlet daha önce kendini Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) olarak adlandıran örgüt tarafından kuruldu. Irak işgalinden sonra El Kaide'nin bir kolu olarak ABD ve müttefiklerine karşı çatışan bu örgüt diğer taraftan orada yükselen Şii iktidara karşı da savaş ilan etti. Bu da İran’ın bölgedeki çıkarlarına karşı açıktan bir savaş ilanı ve yeni bir Sünni tehlikenin ortaya çıkışı demekti.

İran daha önce de kendi Kuzeydoğu sınırlarında başka bir radikal “Sünni devletle” sınır komşusu olmuştu. 1990'lı yılların ortasında Taliban'ın Afganistan'da yükselişi İran'a IŞİD benzeri bir deneyim yaşatmıştı. O dönemde Taliban güçleri Mezar-ı Şerif kentine yaptıkları saldırıda oradaki İran konsolosluğunu basıp çalışanları öldürünce İran, ordusunu Kuzeydoğu sınırına doğru harekete geçirmişti ama bu doğrudan bir karşılık vermek için değildi. 

Afganistan'da Sovyetlere ve Sovyet destekli hükümete karşı savaşan mücahitlere yardım eden İran orada yaşayan çeşitli etnik gruplarla farklı ortak yönler üzerinden bağ kurabilmişti, Hazaralar ile Şiilik, Taciklerle soy/dil ortaklığı üzerinden (İran Hazaralar’ın Abdul Ali Mezari liderliğindeki Vahdet Partisi ve Taciklerin Burhaneddin Rabbani liderliğindeki Afganistan Cemiet-i İslam Partisi’ni destekliyordu). Daha sonra iç savaşta bu irtibatlar İran'ın işine yaramıştı ve Taliban'a karşı Kuzey mücahitlerine verdikleri destekle kendi lehine dengeyi kurmayı başarabilmişti. İran hatta 2001 yılında ABD'nin saldırısına sözde karşı çıksa da Kuzey kuvvetlerinin işgalde oynadığı role bakıldığında çok da bu saldırıdan rahatsız olmadığını görebiliriz. Bunları göz önünde bulundurursak İran'ın IŞİD'e karşı nasıl bir tutum içinde olacağını tahmin edebiliriz.

Aslında İran'ın Irak'taki çıkarları Afganistan'a kıyasla daha karışık ve şu anki uluslararası konjonktüre göre bu bölge daha belirgin stratejik ehemmiyete sahip. Başta ABD-İsrail ve Körfez ülkelerine karşı İran-Irak-Suriye-Hizbullah hattı üzerinden Şii hilalinin kırılmaması İran için hayati önem taşımakta; diğer yandan Irak petrolünün nasıl paylaşıldığı İran'ı yakından ilgilendirmekte. Bu yüzden Güney Kürdistan'ın şu anki konumu on yıllardır kendi sınırları içerisindeki Kürtleri ezen İran'ı huzursuz etmektedir.

Irak'ta 2003 yılında Baas rejimi ABD ve müttefikleri tarafından devrilince sürekli Şii eksenli hükümetler kuruldu ve Güney Kürdistan dışında siyasal iktidar büyük ölçekte Şiilerin eline geçti. Bu da İran'ı Irak'ta siyasal olarak güçlendirdi. Aslında Baas rejiminin İran'la arası ne İran devriminden (1979) önce ne de sonrası iyi oldu. Toprak iddiaları üzerinden iki ülkenin her zaman gergin ilişkileri oldu. Hatta devrimden sonra iki taraftan da birçok insanın ölümüne sebep olan uzun bir savaş yaşandı (1980-1988). Devrimden sonra İran'ın Baas rejimi altında ezilen Şiileri desteklemesi, hatta Muhammed Bekir el-Hekim gibi önemli bir Şii lidere Irak İslam Devrim Konseyi'ni ve onun askeri kolu olan Bedir Tugayı'nı kurmasında yardımcı olması bu nüfuzun temellerini hazırlamıştı. Bu konsey işgalden sonra, hatta son seçimlere dek Irak'ın en etkin partisi olarak biliniyordu. İran'ın Şiiler içinde başka bir güçlü müttefiki daha var: Muktada el Sadr ve onun liderliğinde işgalden sonra büyük bir milis güce dönüşen Mehdi Ordusu. Bu iki önemli siyasi ve askeri güç işgal döneminde İran'ın Irak'taki çıkarlarını koruyordu. Irak ABD tarafından işgal edilse de Şiilerin iktidarı ele geçirmesiyle İran orada önemli bir siyasi aktör haline geldi. İran Afganistan'da olduğu gibi ABD müdahalesine karşı çıktı ama bundan çok da huzursuz değildi.

İran işgal sonrası Irak'ta bölgeyi Sünni/Şii ekseninde polarize edecek politikalar izledi. Bu politikalar gizli mali ve askeri destekten açıktan Sünni kesime karşı Şii kanada verdiği desteğe ve Sünnilerin iktidardan uzaklaştırılmasını öngören planlara kadar geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Böylece İran Ortadoğu'daki Sünni/Vahhabi eksenine karşı Irak'ı da içine alan geniş bir ittifak düşünüyordu.

Diğer taraftan Irak işgali Afganistan'dan sonra cihat için yeni bir yükseliş zemini yarattı. İran’ın yükselişi Sünni kampın Irak’ta düşüşü demekti. El Kaide ve benzeri örgütlerin operasyonlarıyla kaybedilen bu konum geri kazanılmaya çalışılıyordu. Böylece ABD ordusu dışında cihadın başka bir hedefi daha vardı: Şiiler.  İşte o dönemde Irak el Kaide'si olarak da bilinen “Irak İslam Devleti” bu zeminin bir mahsulü olarak boy gösterip yükseldi.

Irak'ta cihat daha yeni gerilemişti ki Suriye'de Esat'ı devirmek adına başlayan halk ayaklanmasını fırsat bilen emperyalist güçler ve Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi bölgesel güçler hareketi militarize ederek tekrar cihadın yükselmesine olanak sağladılar. Suriye'de ortaya çıkan iç savaş, artık “Irak ve Şam İslam Devleti” adını taşıyan örgüt için yeni bir milat oldu. El Kaide'yle ilişkilerini kesmiş olan örgüt hem Esat rejimi hem Esat muhalifleriyle savaşıyordu. Bu durum cihattan ziyade gerçekleştirmek istedikleri devleti kurmak için verdikleri savaşa dönüşmüştü ve IŞİD bayrağı altına geçmeyen tüm gruplara karşı veriliyordu. Suudi Arabistan ve Türkiye bu durumdan her ne kadar rahatsızmış gibi görünse de IŞİD’e sağladıkları finansal ve lojistik destek de açıkça biliniyor. Doğal olarak ortaya çıkan bu tablo en çok Şii kampının en güçlü halkası olan İran'ı rahatsız ediyor.

İran'ın bölgede en önemli müttefiki olan Suriye'de süren iç savaş onu (Irak iç savaşından farklı olarak) fiziki olarak kendi içine çekti. En başta İran-Suriye-Hizbullah ekseninde İsrail'e karşı kurulmuş olan ittifakın kırılmaması için, İran Esat'ın en çok yardıma ihtiyaç duyduğu anda Devrim Muhafızları Ordusu'nun sınır dışı operasyonlarını gerçekleştiren Kudüs Gücü'nü Suriye'ye gönderdi. Kudüs Gücü Hizbullah başta olmak üzere Mehdi Ordusu ile birlikte IŞİD ve diğer muhalif güçlere karşı Esat'ın yanında çatıştı ve Suriye devletine iç savaşta önemli mevzileri ele geçirmesinde yardımcı oldu. 

IŞİD'in Irak'ta hızlı ilerlemesi ve Musul gibi büyük ve önemli kentleri ele geçirmesi bir anda dünyayı harekete geçirdi. Sünnilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgeleri ve bazı petrol kaynaklarını ele geçirmesi alarm zilini çaldı. Bölgedeki çıkarları için IŞİD'in el Kaide'den de büyük bir tehlike olduğunu fark eden İranlı yetkililer bu örgüte karşı ABD ile bile işbirliği ihtimallerini düşünebileceklerini dile getirdi. İran, Necef'teki Şii lider Sistani'nin halkı silahlanmaya çağrısına destek verdi. Bunun üzerine İran her ne kadar Irak'ta fiziki varlığı olduğunu reddetse de IŞİD konusunda çoktan bilfiil harekete geçmiş durumda. Kudüs Gücü'nün komutanlarından birinin Bağdat'ta bulunması ve son günlerde Bağdat dahil bir çok kentte Mehdi ordusunun askeri geçit törenleri düzenlemesi bu hareketlenmenin bir habercisidir. En son olarak da 1991 yılında, Körfez savaşından İran’a sığınan 130 savaş uçağının Irak devletine geri gönderilmesi haberi de bu tehlikeyi önlemek için İran’ın her türlü yolu denemeye hazır olduğunu gösteriyor. (Hatta geçen hafta Samarra’da ölen bir İranlı pilotun İran’da cenaze töreni gerçekleşti. Daha hava da mı kara da mı öldüğü belli değil ama bu Kudüs Gücü’nün Irak’ta fiziki olarak var olduğunu gösteriyor). Irak belki 2006 yılında yaşadığı iç savaştan daha kanlısına doğru ilerliyor. Burada bu savaşın alevlenmesinde bölgedeki Sünni ve Şii devletlerin hepsinin payı var. İran'ın Irak'taki bu tutumu Sünni ve Şiiler arasında ayrışmayı derinleştirse de şunu da bilmek lazım ki İran her durumda Irak'ın toprak birliğinin korunması taraftarıdır.

İslam Devleti (İD) daha ne kadar Sünni güçlerle kurduğu ittifakı koruyabilir veya ne kadar farklı cephelerde savaşı sürdürebilir belli değil ama İD kendini bu birliğe bir tehdit olarak gösterdi. IŞİD'in Irak'ta hızlı ilerlemesi ve Irak ordusunun kolayca teslim olması Güney Kürdistan'ı IŞİD’le karşı karşıya getirdi. IŞİD güçlerinin Güney Kürdistan’ın eşiğine dayanmasına rağmen Kürt yetkililer bu örgütle ciddi çatışmaya girmek istemiyor. Peşmergeler İD ile zaman zaman çatışmalar yaşasa da bu çatışmalar Kürt bölgesinde gerçekleşmedi, Irak ordusunun güvenliğini Peşmergelere bıraktığı kesimlerde gerçekleşti. Hatta Barzani hükümeti Rojava’ya karşı gerçekleşen IŞİD saldırılarına da kayıtsız kalmayı tercih etti. Güney Kürdistan yetkilileri olası herhangi bir IŞİD saldırısı durumunda Irak devletinden yardım gelmeyeceği iddiasını kullanarak Kürtlerin iç savaştan uzak durmasını sağlamaya çalışıyor. Bunları gerekçe olarak gösteren Kürt yetkililer İD'yi Irak'ın Arap nüfusunun bir problemi olarak niteledi. Barzani Irak'ın iç meselelerinden her zaman Kürtlerin zarar gördüğünü öne sürüp bu gelişmelerden yararlanarak Güney Kürdistan'ı bağımsızlık ilanına doğru yönlendiriyor. Irak ordusunun Kerkük’ten çekilmesiyle bu bölgenin petrol kaynaklarının kontrolünün Güney Kürdistan’a geçmesi de uzun zamandır arzuladıkları ortamı onlara hazırladı. Olası bir bağımsızlık ilanına yarım da olsa gelen uluslararası destek İran'ı huzursuz edecektir ve İran bunu kendi toprak bütünlüğüne bir tehdit olarak algılayacaktır.

İran çok etnili yapısı itibariyle komşularındaki etnik hareketlilikten hep kaygı duymuştur. İran'ın Batısında yaşayan Azeri Türkler, Kürtler ve Arapların, Doğusunda Belucilerin ve Kuzey'inde Türkmenlerin komşu ülkelerdeki benzer yapılarla soy/dil/kültür üzerinden yakınlık duymaları bu kaygıyı anlaşılır hale getiriyor. İran'ın bu etnik gruplara karşı uyguladığı asimilasyon ve baskı politikaları da bu kaygının kaynağıdır. Zaten bu politikalar yıllardır genel bir huzursuzluğu yaratmış durumdadır. İran'daki Kürtlerin genel olarak Sünni olması da uygulanan baskıları bir kat daha artırır. Doğu Kürdistan bu sebeple yıllardır İran devleti ile savaş içinde olmuştur. Bu yüzden İran’ın hemen batı sınırında bir Kürt devletinin kurulması İran'daki Kürt toplumunu aktif olarak da harekete geçirebilir. Bu ihtimallere karşı bu süreç boyunca İran’ın ilk hedefi Irak’ın toprak birliğinin korunması olacaktır.

Yukarıdaki bilgileri göz önünde bulundurursak Ortadoğu İran açısından en genel hatlarıyla Sünni-Şii karşılaşması olarak çizilmiştir. Bu karşılaştırma mezhep üzerinden yapılsa da temelinde Ortadoğu petrolü ve onu koruyan siyasal ittifaklar var. Örneğin İran, Suriye'de iç savaşa iştirak eden güçlerine Harem Muhafızları diyor. Şiilerin üçüncü imamı Hüseyin'in kız kardeşi Zeynep’in türbesinin Şam'da bulunması dolayısıyla Kudüs gücüne bu ismi vermesi anlamlı gözükse de aslında yanıltıcı olduğunu da söylemek lazım. Irak'ta da Kerbela, Necef ve Samarra gibi Şiiler için kutsal kentleri bahane ederek iç savaşa aktif bir şekilde dahil olma gerekçesini bu kentleri cihatçıların saldırısından korumak olarak gösteriliyor. İran aslında Ortadoğu'da kendi menfaatini korumak için ve Basra Körfezi ülkelerine karşı kampını genişletmek için bu mezhep yönelimli iç savaşları ön plana çıkararak kitleleri Sünni kesime karşı savaşa seferber etmeye çalışıyor. Doğal olarak bu politikalar bir yere kadar İran'ın çıkarlarını koruyor ve Güney Kürdistan gibi başka eksendeki durumlarda İran için yıkıcı sonuçlar da doğurabiliyor.

Bu gelişmeler ışığında sonuç şu ki uzun zamandır hem emperyalist güçlerin hem de bölgesel güçlerin Ortadoğu'daki müdahalelerinin burada yarattığı kanlı sonuçlara bizzat şahit olduk. Petrol savaşı mezhep savaşları oldu. Savaşlar devam ediyor ve bu savaştan zarar gören bir tek Ortadoğu halkı var. İşte mezhep savaşı üzerinden Ortadoğu'yu kan gölüne çeviren bu siyasetlere karşılık vermek de Ortadoğu halkına düşüyor. Bu kan gölü şimdilik bizden uzak gafletine düşmemek lazım. El ele mezhep-ırk farkı düşünmeden siyasal iktidarları bu siyasetlerden uzaklaştırmaya çalışmalı. Yoksa bu savaş tüm halkları içine alacak kadar büyüyecektir.