Halep muharebesi: Zafer mi, insanlık dramı mı?

Halep kuşatması sona erdi ve Esad aleyhtarı silahlı örgütler ve siviller Halep'i terk ettiler. 2012'den beri kanlı çatışmalara sahne olan Halep büyük oranda harabeye dönmüş durumda. Esad ve Suriye ordusu, onu destekleyen güçler zaferlerini ilan ettiler. Halep'i terk etmek zorunda kalan örgütler, Batı emperyalizmi ve Sünni mezhepçi eksen (Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye'de AKP iktidarı) ise büyük bir insani dram yaşandığını ileri sürüyor. Bu koroya bazı sol ve sosyalist çevrelerin de katıldığını gözlemliyoruz. Mezhepçi/tekfirci örgütlerin, emperyalizm ve mezhepçi bölge devletleriyle el ele 2012’den itibaren Suriye'yi Arap devriminden koparttığı, devrim adına ne varsa her şeyi yozlaştırdığı göz önüne alınırsa, insanın gerçeklerle bağını tamamen kopartmadan Suriye devriminden bahsetmesi mümkün değil. O yüzden Suriye'de hayali bir devrim cephesinden bahsetmekte olan sol ve sosyalist çevreler bile sadece insani dramdan, sivil katliamlarından bahsedebiliyor.

Zalimler arasından ehven-i şer çıkmaz ama emperyalizm ve işbirlikçileri de asla masum gösterilemez

Ne Esad’ın, ne Rusya’nın, ne İran’ın ne de bu güçlerin desteklediği milislerin bahsedilen türden dramlara, katliamlara neden olmadığı söylenebilir. Ancak Halep'te kuşatmanın ardından sivillere yönelik sistematik katliam, işkence ve soykırım emaresi olabilecek yeterli delilin sunulamadığı da bir gerçek. Tersine emperyalist Batı basınında yaygın şekilde yer bulan resim ve videoların birçoğunun gerçek dışı olduğu ortaya çıktı. Kaldı ki Ortadoğu insani dramlar üzerinden politika belirlenebilecek seviyeyi çoktan geçmiş durumda. Emperyalizm ile Siyonizmin itina ile halklara musallat ettiği mezhepçi iç savaş dolayısıyla kendi yaşadığı mezalimi söyleyen birine karşı taraftan misliyle cevap vermek mümkün. DAİŞ'in kafa kesmesine, Rusya'nın varil bombalarına işaret ederek cevap vermek de, Esad'ın diktatörlüğünü Nusracıların, ÖSO'nun ve diğerlerinin mezalimini gerekçe göstererek savunmanın da sağlıklı bir yanı yok. Irak'ta 1 milyondan fazla insanın öldüğü, Kürt halkının kimyasal silahlarla katledildiği, Filistin halkının, emperyalizmin ve Siyonizm'in müsebbip olduğu sayısız katliamın muhatabı olduğu, hemen her halkın yakın dönem hafızasında tarifsiz acıların bulunduğu bir coğrafyada acıları karşı karşıya getirerek, zalimler arasında kötünün iyisini arayarak bir yol bulunamaz.   

Sadece Ortadoğu değil tüm Dünya tarihi bize emperyalizmin, halkların karşı karşıya kaldığı musibetlerin başlıca sorumlusu olduğunu göstermektedir. Ortadoğu açısından emperyalizmin yanına rahatlıkla onun bölgedeki sadık bekçiliğini yapan İsrail Siyonizmi'ni de ekleyebiliriz. Fransa'nın Halep muharebesinin ardından Eyfel Kulesi'nin ışıklarını söndürmesi sadece ikiyüzlü bir insaniyet gösterisi değil aynı zamanda her daim kendi suçlarını karanlıkların arkasına gizleyen emperyalizmin tipik bir ifadesidir. Suriye'nin eski sömürgeci gücü Fransa, Suriye'de manda rejimi kurduğunda modern çağda bu ülkeyi mezhep ve din temelinde parçalara ayıran ilk ve esas güç olmuştur. Bugün  de Suriye'nin mezhep temelinde parçalanmasından ve kendi desteklediği mezhepçi örgütlerden medet umarak emperyalist çıkarlarının peşinden gitmektedir. ABD emperyalizmi Halep vesilesiyle endişelerini sunmaktadır. Geçmişte Kore'de  ya da Vietnam'da olduğu gibi, bugün Afganistan'da, Irak'ta ya da Suriye'de de ABD'nin hakkında endişe ettiği tek şey kendi emperyalist çıkarlarıdır. İngiliz ya da Alman emperyalizminin endişelerinin de ABD'ninkinden hiç bir farkı yoktur. Sadece İsrail yüzsüzce açık sözlüdür. Onlar kendi Siyonist çıkarları için DAİŞ'i bile desteklemekten ve bunu  açıklamaktan çekinmemektedirler. Buna karşılık, ABD emperyalizmi (bölgesel müttefikleriyle birlikte) bir yandan El Kaide’nin Suriye kolu olan El Nusra Cephesi (şimdiki sahte adıyla Fatah el Şam Cephesi) ile kendi destekledikleri örgütler arasında askeri işbirliğini el altından desteklerken bir yandan da aynı örgütü “terörist örgütler” listesine yerleştirmiştir.

Batı medyasında ve onlarla karikatür düzeyinde aynı şeyleri söyleyen, güya “üst akıl” karşıtı yandaş basında son on gündür Halep konusunda kopartılan yaygara, Suriye ordusunun kazandığı zaferi hazmedememekten, bir ateşkes sayesinde askeri yenilginin tamamlanmasını engellemek ya da en azından mezhepçi ve tekfirci örgütlerin güçlerinin mümkün olduğunca muhafaza edilmesini sağlama kaygısından ileri geliyor. Batı medyası ve yandaş basın bundan sadece iki ay önce Birleşmiş Milletler Suriye temsilcisi Staffan de Mistura El Nusra’nın kendi bin muharibini savunmak için 275 bin sivili “rehine aldığını” açıkladığında neden aynı yaygarayı koparmadı? Bugün olan da tam da budur. Ama farklı koşullar altında.

Elbette Rusya da, İran da hatta henüz savaşın tam bir oyuncusu haline gelmemiş olan Çin bile bölge halklarının geleceğinden çok kendi çıkarlarını önemsemektedir. Bu devletler de birer burjuva devletidir. Ancak emperyalistlerle bu ülkeler arasında bir eşitlik gözetmek mümkün değildir. Zira bu ülkeler emperyalist değildir. Amerika kıtasında İran mezaliminden muzdarip bir halka, Afrika'da Rusya'dan eza çekmiş bir ulusa,  Ortadoğu'da Çin hâkimiyetinden illallah etmiş bir topluluğa rastlayamazsınız. Bu ülkelerin gerici ve baskıcı yönleri emperyalizme nazaran sınırlıdır, emperyalizme karşı ise son tahlilde savunma halindedirler. Oysa Dünya'da ABD'si, Avrupa'sı ve Japonya'sıyla bugün bir üçüncü dünya savaşının yollarını döşeyen emperyalist kampın mezalimine uğramamış, katliam ve işkencelerinden geçmemiş tek bir köşe dahi kalmamıştır. Dolayısıyla da yükselen dumanın gözleri kör, patlayan bombaların kulakları sağır ettiği, akan kanların salim ve akılcı düşünmeyi zorlaştırdığı bir ortamda doğru yolu bulmak emperyalizme ve Siyonizme karşı berrak bir perspektife, Dünya gericiliğinin merkezi olan bu güçlere karşı tavizsiz bir duruşa yaslanmak zorundadır. Halep muharebesinin sonuçları bu perspektifle değerlendirilmeli ve gelecek için bu bakış açısıyla bir politika oluşturulmalıdır.       

Halep muharebesi ve Trump faktörü

Halep muharebesi Suriye iç savaşında önemli bir dönüm noktası oldu. Rusya ve İran tarafından desteklenen Suriye ordusu ve diğer güçler savaşın kaderini kendi lehlerine değiştirecek askeri açıdan stratejik bir kazanım elde ettiler. Batı emperyalizmi ile Suudi, Katar ve Türkiye'de AKP iktidarı tarafından desteklenen Sünni mezhepçi eksen ise büyük bir yenilgi yaşadı.

Bunun sonuçları ne olabilir? Her şeyden önce şunu hatırlamak lazım: Bu zaferi mümkün kılan politik koşul, Esad’ın karşısındaki kampın kendi içinde bölünmesi idi. Bugün ABD birkaç yıl öncesinden farklı olarak artık AKP hükümeti ile de Suudi hanedanı ile de eskisi kadar pürüzsüz bir ilişkiye sahip değildir. ABD’nin Obama döneminde İran ile nükleer anlaşma temelinde belirli bir yakınlaşmaya girmesi ve Suriye ve Irak’ta esas düşman olarak DAİŞ’i belirlemesi, Sünni eksenden çok ciddi bir tepki görmektedir. Bu yüzdendir ki Halep zaferi şimdilik sadece askeri açıdan stratejik bir değer taşıyor.

Ne var ki, ABD’nin bugünkü politikası çok yakında önemli bir değişikliğe uğrayabilir, hatta çok muhtemeldir ki uğrayacaktır. 20 Ocak günü, yani sadece bir ay sonra, ABD’nin yeni başkanı Donald Trump görevi şimdiki başkan Obama’dan devralacaktır. Trump’ın Ortadoğu ve daha geniş olarak Avrasya politikası Ortadoğu ve Suriye’nin geleceğinde hiç kuşkusuz önemli etkiler yaratacaktır.

Trump’ın uluslararası politikası çelişkili bir karakter taşıyor. Şimdilik anlaşılabildiği kadarıyla bu politikanın merkezinde Çin’i yalıtmak ve hem ekonomik hem politik alanlarda sıkıştırmak yatıyor. Üzerinde çok spekülasyon yapılan Rusya ile yakınlaşma niyeti bu bağlamda anlaşılabilir bir nitelik kazanıyor. Ama çelişki burada başlıyor. Trump İran’a düşman. Şayet şu ya da bu yöntemle İran’ın Batı ile arasını açmayı başarırsa bu, kendi yönetiminin Rusya ile ilişkisini sarsacaktır kaçınılmaz olarak. Türkiye’ye, hatta genel olarak Sünni kampa ilişkin politikası da çelişkili görünüyor. Bir yandan, İran’a karşı doğal müttefikleri bu ülkeler. Ama öte yandan en başta DAİŞ gibi tekfirci örgütler olmak üzere Sünni İslamcı radikal hareketlerle büyük bir mücadele başlatmak istiyor. Hem İran’la, hem de Sünni radikal örgütlerle aynı anda sert tedbirlerle uğraşmak son derecede zor. Şu anda Musul’u geri alma çabasında ABD’nin İran’la ve Şii milislerle işbirliği yapmak zorunda kalması bunun yaşayan kanıtı.

Ama son tahlilde Trump’ın Ortadoğu politikasını belirleyecek olanın İsrail Siyonizmi ile ittifakı olduğu artık iyice anlaşılmaya başladı. Gerçek sitesinin karşı manşet bölümünde yer alan bir yazı (http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/trumpin-damadi-jared-kushner-baris-arabulucusu-mu-yoksa-siyonist-isgalin-destekcisi-mi) bu ilişkiyi teşhir ediyor. Eğer bu doğruysa, Trump’ın İran’a karşı düşmanca bir politika izlemesi kaçınılmaz. Geri kalan bütün güçlerle ilişkileri de bu belirleyecektir.

O zaman Suriye’de de dengeler değişecektir. Trump yönetiminde ABD Esad’a karşı Obama yönetiminin yaptığından çok daha aktif bir düşmanlık politikası güdecektir. Bu ise bütün dengeyi değiştirebilir. Rusya ile Esad’ın Halep mevziini şimdi, Aralık 2016’da ele geçirmek üzere büyük bir taarruz başlatması bile buna bağlı olabilir. Unutulmasın, ters yönden bakarsak İsrail 2008 Aralık ayında Gazze’ye karşı çok ağır bir taarruz savaşı başlatmıştı. Bu savaşın zamanlaması doğrudan doğruya ABD başkanlık geçiş süreci ile ilgiliydi. Koyu Siyonist bir ittifak olan “neo-con”ların (yeni muhfazakârların) sözcüsü oğul Bush’un dönemi artık bitiyordu; Obama’nın Bush’un yarattığı tahribattan sonra Arap dünyası ile arayı düzeltmeye niyetlendiği gayet iyi biliniyordu. Obama 20 Ocak’ta görevi devralmadan önce İsrail Gazze savaşıyla Siyonizm karşıtı güçlere verebileceği kadar hasar vermeye girişti. Şimdi aynı devir teslim boşluğunu Esad yönetimi kullanmıştır.

İşte bu siyasi tablo göz önüne alınınca Esad’ın askeri bakımdan stratejik önem taşıyan zaferinin sonuçlarını kestirmek Trump’ın Ortadoğu ve Suriye politikası billurlaşmadan mümkün değildir.

Büyükelçi faktörü

Rusya Federasyonu’nun Türkiye büyükelçisinin Ankara’da herkesin gözü önünde, devlet tarafından hiç korunmadığı bir ortamda bir çevik polis mensubu tarafından katledilmesinin Türkiye ile Rusya’nın 15 Temmuz’dan bu yana içine girdikleri yeni yakınlaşma çabasına bir darbe vurmayı amaçladığı, bu niteliğiyle Suriye savaşının bir dünya savaşına dönmesine bile razı olduğu ortadadır. Rus Büyükelçisinin katili, 1914 Saraybosna suikastından bir yüzyıl sonra politikada aynı tekniklerin hâlâ kullanılmakta olduğunun açık bir örneğidir. Rusya-Türkiye işbirliğinin şimdiden hem Halep’in hem de Fırat Kalkanı operasyonunun kaderini belirlemede önemli bir rol oynadığı görülebiliyor. (Buna aşağıda döneceğiz.) Ama bölgede büyük ağırlık taşıyan iki devletin kuracağı bir ittifakın gelecekte çok daha önemli etkiler yaratması da beklenebilir.

Olay olalı henüz 24 saat bile dolmadı. Ancak daha şimdiden söylenebilecek şeyler var. Bunların ilki şudur: hükümetin ve onun borazanlarının (aynen Tayyip Erdoğan’ın Rusya’ya Haziran ayındaki özrü sonrasında Rus savaş uçağının düşürülmesi konusunda yaptıkları gibi) suikastı bir Fethullah Gülen operasyonu olarak paketlemekle doğabilecek ağır sonuçları def etmeye çalışacakları anlaşılmıştır. Bir an suikastçı hakkındaki bilgilerin ve ulaşılan sonucun doğru olduğunu varsayalım. Bunun anlamı, suikasti ABD’nin düzenlettiğidir. Fethullah Gülen hele hele 15 Temmuz’dan sonra ABD’nin izni dışında tuvalete bile gidemez. Bu kadar büyük bir işe kalkışmışsa bu, ABD devletinin en azından bazı servislerinin izniyle olmuş olmalıdır. Öyleyse, eğer suikastın FETÖ denen örgütün marifeti olduğu doğruysa, ABD saydam biçimde sorumludur.

Bu kadar iz bırakmak bazı koşullarda mümkün de olabilir. O zaman Türkiye yönetimine düşen, ABD’den hesap sormaktır. Bu yapılmadığı sürece FETÖ edebiyatı, aynen suikastçının canlı ele geçirilmesindense öldürülmesinin düşündürdüğü gibi, iç tüketim için geliştirilmiş bir senaryo gibi kalacaktır.

Peki, suikast Rusya ile Türkiye’nin arasını açmak üzere yapılmışsa, bu sonuca ulaşabilecek midir? İlk tepkiler, Rusya ve Türkiye hükümetlerinin bu darbeyi savuşturmak için elinden geleni yapacağı izlenimini doğuruyor. Ama Rusya yönetiminden gelen bir talep bu konuda çok ciddi sorunlar doğurma istidadını taşıyor. Ortak soruşturma komisyonu, iki ülke arasındaki ilişkileri çok tehlikeli bir mecraya sürükleme olasılığını doğurmaktadır. 15 Temmuz’da AKP’lilerin oynadığı rolü hatırlayın. Bu suikastın soruşturulmasından da birçok farklı aktörün ya birlikte çalıştığı, ya da gerçek failin izini silebilmek için delilleri birbirine karıştırdığı bir duruma ulaşılabilir. O zaman iki ülkenin ilişkisi suikastın amaçladığı türden bir bozulmaya maruz kalabilir.

Trump faktörünün dışında büyükelçi faktörü de Ortadoğu’nun ve Suriye’nin yakın gelecekteki gelişme olasılıklarını kolay öngörülemez bir mecraya sokmakta, Halep’in Suriye ordusunca geri alınmasının stratejik değerini azaltmaktadır.

Suriye savaşının karmaşıklığı

Esad’ın askeri bakımdan elde ettiği zaferin önemini azaltan faktörler Trump’ın emperyalizmin Suriye politikasına getireceği yeniliklerden ve Rus büyükelçisine suikastın doğurabileceği gelişmelerden ibaret değil. Halep’te Sünni köktenci ve tekfirci güçlere yaşatılan yenilgiden sonra ibre Esad'ın ve onu destekleyen Rusya-İran ekseninin lehine dönmüş gözükse de henüz herhangi bir taraf için tayin edici bir zaferden bahsedilemez. Zira Suriye ordusu Halep'te kazanım elde ederken, buraya yaptığı büyük yığınağın bedelini Palmira'yı karşı taarruza geçen DAİŞ'e kaybederek ödedi.

Ayrıca Esad, Halep kuşatmasını sürdürürken Fırat Kalkanı harekatı El Bab'a kadar ilerledi. Rusya, Türkiye'nin Halep konusunda fazla ses çıkarmamasına karşılık bu harekatın önünü açmıştı. Türkiye ise başlangıçta harekatın DAİŞ'i hedef aldığını söyleyerek Suriye'ye girmişti. Ancak zaman içinde Türkiye'nin, Esad'ın Halep kuşatmasında işbirliği yaptığı PYD ve YPG'yi hedef alması, Erdoğan'ın "Esad'ın hükümdarlığına son vermek için girdik" sözleriyle de birleşince Fırat Kalkanı, Esad aleyhinde yeni bir faktör olarak ortaya çıktı. Diğer yandan Rojava üzerinde baskının artması, bu baskının da her şeyden önce Fırat Kalkanı dolayısıyla Mınbiç'te yoğunlaşması, hem Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı üzerinde bir tehdit oluşturmasıyla hem de bölgedeki Kürt siyasi hareketini emperyalizme doğru itmesiyle adım adım Rojava'nın ABD için askeri bir mevzilenme alanı haline gelmesi sonucunu doğuruyor. Suriye'de ve Ortadoğu'da emperyalizmin ve Siyonizm'in yenilgisinden başka bir çıkar yol tanımayanlar ve halkların kardeşliğini savunanlar için gelinen durum bahsettiğimiz olumlu gelişmelere rağmen zafer naraları atmayı olanaksız kılıyor.

Halkların kardeşliğini, anti-emperyalizmi ve anti-Siyonizmi yükseltelim!

Suriye iç savaşı, bölgesel olarak bir Ortadoğu savaşı ve dünya çapında emperyalizm ile Rusya ve Çin'in kutuplarını oluşturduğu bir Üçüncü Dünya Savaşı dinamiğinin belirlediği bir ortamda devam ediyor. Bu savaşın herhangi bir cephesindeki herhangi bir gelişme ancak bu geniş çerçevede gerçek anlamını kazanabilir. Bu anlamda Halep'te ilerici olan Esad'ın, İran'ın ya da Rusya'nın zaferinden ziyade emperyalizmin ve Siyonizm'in yenilgisi ve gerilemesidir. Elbette ki bu yönüyle Halep muharebesinin sonucu olumlu değerlendirilmelidir. Yarın benzer bir gelişmenin İdlib'de yaşanması da aynı karakterde değerlendirilmek durumundadır. Mezhepçi ve tekfirci güçlerin yenilmesi de Ortadoğu'da halkların kardeşliği, eşitliği ve özgürlüğü için mücadele edenlerin aynı şekilde olumlu karşılayacağı bir gelişmedir. Halep'ten ve İdlib'den sürülen çeteler Türkiye başta olmak üzere Ortadoğu'nun başka köşelerinde gericiliklerine ve katliamlarına devam etmesi tehlikesine karşı mücadele görevi de tüm yakıcılığı ile ortada durmaktadır. Dolayısıyla sosyalistler Esad'dan ya da onu destekleyen güçlerden halk kahramanları yaratmak yerine halkların kardeşliği mücadelesini tutarlı ve uzlaşmaz anti-emperyalist, anti-Siyonist mücadele ile birleştiren önderlikler yaratmaya odaklanmalı, güçlerini bu doğrultuda seferber etmelidir.