Berlin 25 (2): Büyük sendeleme

İşçi sınıfı ve ezilenler daha iyi bir dünya kurma savaşında 20. yüzyılda birçok devrimi zafere ulaştırdı. Buna karşılık iki de büyük yenilgi yaşadı. Bunlardan ilki çok büyük bir tehlike doğurdu: Faşizm “bin yıllık” iktidar düşüyle insanlığı barbarlıkla karşı karşıya bıraktı. İkinci Dünya Savaşı da bunun somut olarak yaşanması oldu. 60 milyon ölü, 6 milyonu gaz odalarında! Koskoca Avrupa kıtasında taş taş üstünde kalmayana kadar yıkım! Asya’da Japon faşizminin vahşeti! Ama Ekim devriminin ürünü Sovyet işçi devleti ile Fransa’dan Kore’ye işçi sınıfının devrimci azmi birleşince faşizm ezildi. ABD ve Britanya’nın başını çektiği “demokratik emperyalizm” diye pohpohlanan kampa da övünmek düştü.

İkinci yenilgi birincisine hiç benzemiyordu. 1989’da Doğu Avrupa’da başlayan, 1991’de Sovyetler Birliği’nde taçlanan bir süreç ile 1917 Ekim devriminin ürünü işçi devletleri çöktü. Faşizmin tersine bu yenilgi görünürde neredeyse bir demokrasi zaferi gibiydi. Doğu Avrupa’da en azından Çekoslovakya (o zaman iki ülke birdi), Doğu Almanya ve Romanya 1989 yılı içinde dev kitle hareketleriyle sarsıldı. Aynı yıl Sovyetler Birliği’nde çok güçlü bir madenciler grevi yaşandı. Üstelik, işçi devletlerinin çöküşü sonunda doğan rejimler eskisine göre daha demokratik bir görünüm sunuyordu. Tutsak bir basın ve içeriksiz formel seçimler yerine, farklı düşünce akımlarının eşit koşullarda yarışır gibi göründüğü bir siyasi demokrasi kurulmuştu. Bunun bir yenilgi olduğunu vurgulamak bile akıntıya karşı kürek çekmek gibi idi.

Ama yenilgi bu görünüşe rağmen gerçekti. Hem de en elle tutulur biçimlerde. Kapitalizm 75 yıl önce kovulduğu Sovyetler Birliği’ne ve 40 yıl önce kovulduğu Doğu Avrupa’ya bütün zulmü ile geri gelmişti. İnsanın insanı sömürmesi, işsizlik, eğitim ve sağlık gibi alanlarda güvencesizlik, başa çıkılamayan konut fiyatları, eşitsizlik, bütün bunların kışkırttığı suç dalgası, mafya, fuhuş, bütün bunlar yeniden baş göstermişti. Üstelik bu toplumların ekonomik yapısı kendi içine kapanmış bir ekonominin farklı mantığına göre düzenlenmiş olduğu için başlangıçta çok ciddi sarsıntılar yaşanıyordu. Modern dünyanın eşitlik timsali Sovyetler Birliği’nin baş mirasçısı Rusya bugün bazı ölçümlere göre servet dağılımında büyük ülkeler arasında en derin farkları yaşayan ülke konumunda!

Avrupa’da tek bir ülkede kapitalizm can acıta acıta geri geldi. Yugoslavya olarak anılan Güney Slav halkları federasyonu, emperyalizm ile tek tek cumhuriyetlerin burjuvalaşmakta olan bürokrasisinin elbirliğiyle dehşetengiz bir savaşa sürüklendi. (Arnavutluk’ta kapitalizmin yeniden tesisi ise öteki Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, burjuva demokrasisine geçiş yoluyla oldu.)

Asya’da yenilgi farklı bir biçim aldı, “demokrasi” aldatmacasına başvurmadı. Sovyetler Birliği’nden sonraki dev Çin Halk Cumhuriyeti, demokrasi görünümünü yaşamadan, Komünist Partisi’nin yönetiminde içten içe kapitalistleşti. Benzeri bir süreç Vietnam’da yaşanıyor. Bu kıtanın üçüncü işçi devleti Kuzey Kore’de ise yozlaşma karikatür ölçeğine ulaştı: Kim hanedanı dededen toruna ülkeyi “tek ailede sosyalizm” ilkesi temelinde yönetiyor!

21. yüzyıla girdiğimizde dünyada eşit ve âdil bir toplum özleyen milyonlara, bütün sorunlarına rağmen yine de umut veren tek bir ülke kalmıştı: Küba. Şimdi bu ülkede de var olan rejim kendi eliyle adım adım kapitalizme dönüşü örgütlüyor.

Dünya çapında geri düşüş

Şu ana kadar anlattıklarımızda yenilgiyi, başta Ekim devriminin ürünü olan Sovyet devleti olmak üzere işçi devletlerinin kendi içinde ortaya çıkan gelişmelerle sınırlı olarak ele almış olduk. Oysa yenilgi aslında dünya çapında bir yenilgidir. Bunun nedenini anlamak için 1917 Ekim devrimi ile açılan sosyalist devrimlerin sadece kendi gerçekleştikleri ülkelerin gelişmesini belirlemekle kalmadığını, 20. Yüzyıl boyunca bütün dünya tarihine damga vurmuş olduğunu kavramak gerekiyor. Ekim devrimi ile açılan devrimler dalgası en az üç alanda dünyanın toplam dengelerini altüst etmiş, 20. yüzyıl tarihinin gelişmesini belirlemişti.

Birincisi, emperyalizm İkinci Dünya Savaşı’na bir ölçüde ilk işçi devleti Sovyetler Birliği’ni ortadan kaldırmak için girdiği halde sonuç işçi devletlerinin mantar gibi çoğalması olunca (Avrupa’da sekiz ülkede, Asya’da biri dünyanın en büyük nüfusuna sahip olan Çin olmak üzere üç ülkede savaşın sonlarından 1950’li yılların başına kadar kapitalizm devrilecektir) sistemin savaş eğilimi baskı altına girmiştir. Emperyalizmin doğasında var olan dünyayı paylaşım savaşları dinamiği, emperyalist ülkelerin işçi devletleri karşısında üstünlük arayışı dolayısıyla birbirine kenetlenmesi sonucunda geri plana itilmiştir. 20. yüzyılın ilk yarısında sadece bir çeyrek yüzyıl arayla insanlığa barbarca iki savaş yaşatan emperyalizm, İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne geçen 70 yılda bir dünya savaşı çıkartmadıysa, bunun başlıca nedeni işçi devletlerinin bundan yararlanma korkusudur.

İkincisi, başta Sovyetler Birliği olmak üzere işçi devletlerinde işçi sınıfının ve büyük halk kitlelerinin elde etmiş olduğu kazanımlar (işsizliğin ortadan kalkması, insani bir çalışma temposu, güvenceli bir gelecek, özellikle eğitim ve sağlık alanlarında herkese parasız hizmet, konut, kültür ve bir dizi başka alanda sübvansiyonlarla düşük fiyatlı tüketim vb. vb.) emperyalist ülkelerin işçi sınıfına çekici gelebileceğinden, emperyalist ülkeler İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyalizm korkusuyla “refah devleti” adı verilen genelleşmiş kamu hizmetleri sistemini kurmaya itilmişlerdir. Bunda elbette 1930’lu yıllarda ve savaş sırasında bu ülkelerin kendisinde yaşanan sınıf mücadelelerinin de kısmi bir etkisi vardır, ama Sovyetler Birliği korkusu hâkimdir. Yani Ekim devrimi, yaşandığı toplumun dışında kalan ileri kapitalist ülkelerin işçi sınıfına da belirli kazanımlar getirmiştir.

Üçüncüsü, Ekim devriminin ürünü olan Sovyet devletinin varlığı ve “Soğuk Savaş” adı verilen dönemin rekabeti, emperyalizmin sultasında yaşamakta olan sömürge ve yarı-sömürge ülkelere büyük bir manevra olanağı sağlamış, sömürgeciliğin çözülmesinde büyük bir rol oynamıştır. Bağımsız yoksul ülkelerde de “kalkınma politikası” adı altında sanayileşmeye bir ölçüde destek verilmesinde emperyalizmin bu ülkeleri işçi devletleri blokuna yitirme korkusu rol oynamıştır.

Ekim’le gelen Ekim’in çöküşüyle yitirildi

20. yüzyılın sosyalist devrimlerine bu tarz bir bakış sadece daha gerçekçi olmakla ve geçen yüzyılın tarihi gelişmelerini kavramak bakımından önümüzde bir ufuk açmakla kalmaz. Aynı zamanda, büyük devrimlerin nasıl bütün bir çağa, kendi patlak verdikleri ülke ya da bölgelerin dışındaki coğrafyalarda bile damgasını vurduğunu da ortaya koyar. Aynı zamanda, devrimlerin “erken” olduğu ya da “gereksiz yere şiddet doğurduğunu” söyleyenlerin de tarihi gelişmeyi çok mekanik biçimde ele aldıklarını gösterir. Şu örnekle göstermeye çalışalım söyleneni: Ekim devriminin henüz tam anlamıyla kapitalistleşmemiş bir toplumda sosyalizmi gündeme getirdiği için “erken” bir girişim olduğunu, tarihin temposunu zorladığını ileri sürenler (ki bu çok yaygın bir görüştür), Ekim devrimi (ve onu izleyen sosyalist devrimler) olmasaydı dünyanın 20. yüzyılı belki de bütünüyle savaş, yıkım, yoksulluk, eşitsizlik, hatta sömürgecilikle geçireceğini anlayamamaktadırlar.

Bu söylediklerimizi tersinden doğrulamak da mümkündür. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’nın çöküşünden ve Çin’in içten içe kapitalistleşmesinden sonra yukarıda devrimler sayesinde dünya çapında görüldüğünü belirttiğimiz eğilimlerin hepsi tersine dönmüştür.

Birincisi, 1990’lı yıllardan itibaren emperyalizmin dünya çapında paylaşım savaşları yaratma eğilimi yeniden canlanmıştır. Elbette ortada henüz bir dünya savaşı yoktur, hatta böyle bir savaşın somut olarak ufukta bile göründüğü söylenemez. Ama 1945’den işçi devletlerinin çöküşüne kadar bölgesel karakter taşıyan savaşlardan, 1990’lı yıllardan itibaren dünya çapında bir paylaşımın damga vurduğu bir özelliğe doğru bir geçiş yaşanmıştır. Tarihsel bir rastlantıyla bu dönüş, Sovyetler Birliği’nin dağılışı ile aynı yıla rastlayan Körfez savaşı ile başlamıştır (1991). Bunu Bosna ve Kosova’ya NATO müdahaleleri (1995 ve 1999), Afganistan (2001), Irak (2003), Rusya-Gürcistan (2008) ve günümüz savaşları izlemiştir. Bu savaşların her biri, ABD önderliğindeki emperyalizmin Rusya ve Çin’i kontrol altında tutmak ve dünya hâkimiyetini sürdürmek üzere verilmiş savaşlardır.

İkincisi, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte neoliberal taarruz küreselcilikle birleşerek evrensel bir yöneliş halini almıştır. Anglosakson ülkelerine 1980’li yıllarda giren bu eğilim Kıta Avrupa’sı, Latin Amerika ve Asya üzerinde gerçek etkisini ancak büyük çöküş sonrasında hissettirebilmiştir. Bunun bir nedeni daha önce işçi devletlerinin basıncını üzerinde hissetmekte olan kapitalist devletlerin şimdi gardını indirmesidir. Bir başka nedeni de, işçi devletlerinin çöküşü ile birlikte dünyanın dört bir köşesinde değil nihai kurtuluş düşlerin, kolektif çözümlere inancın, hatta dünyanın en küçük ölçüde bile daha iyiye doğru değiştirilebileceği konusunda umutların darmadağın olmasıdır.

Üçüncüsü, İkinci Dünya Savaşı sonrasında sömürge ve yarı-sömürge halkların ayağa kalkması, bağımsızlıklarını ve onurlarını savunma konusunda büyük bir atılım yapmaları söz konusu iken, bugün emperyalizm karşısında başını dik tutmaya yönelik fikirlerin “Üçüncü Dünyacılık” diye nitelenip aşağılanması, ekonomik kalkınma çabalarının küçümsenmesi revaçtadır. Bir dizi ülkede (Irak, Afganistan, Bosna, Kosova vb.) sömürge dönemi yapılarına benzer bir dizi siyasi müdahale aracı yeniden uygulamaya sokulmuştur.

Güneş tutulması

Bütün bunlar gösteriyor ki, insanlık Berlin Duvarı’nın çöküşünün ardından bazı aldatıcı görünümlere rağmen ciddi bir geri düşüş yaşamıştır. Kapitalizmin birçok ülkeye yeniden girmesine savaş, eşitsizlik, güvencesizlik, yoksulluk ve uluslar arasında daha eşitsiz ilişkiler eşlik etmiştir. Bütün bunların ötesinde, yukarıda da belirttiğimiz gibi, her yerde dünyanın daha iyi bir yönde değiştirilebileceğine olan inanç büyük bir sarsıntı yaşamıştır. Komünist ve devrimci hareketler zayıflamış, Marksizm belki de 1848’den bu yana tarihinin en zayıf dönemine girmiştir. Burjuvazinin ideologları “tarihin sonu”nu ilan etmiştir. Başta işçi sınıfı olmak üzere kitleler, bu çeyrek yüzyıllık uzun uykudan yeni yeni uyanıyor. Şimdi mesele sorumluyu saptamak ve bu tür bir geri düşüşün bir daha yaşanmasını engellemektir.

Bu sorunları da bir sonraki yazımızda ele alalım.