Alman emperyalizminin komedyeni olarak Sol Parti

Bir bütün olarak “çekirdek Avrupa”nın emperyalist devletlerinin Avrupa Birliği’ni ‘kavrama’ biçimi aynı olmasına rağmen, yaptığı manevralar açısından Alman emperyalizmi hem onlara karşıdır hem de onlar için onlar adına hareket eder. Çekirdek Avrupa adına karar verenler çoğunlukla Almanya ve Fransa’dır. Fakat çekirdeğin içerisinde İtalya, İspanya ve Portekiz de vardır ki tümü de bugün borç krizindedir. Hem de bu üç devletin krizi yapışık üçüzdür. Almanya’nın Fransa ile kurduğu denge de çatışmalıdır. Sol liberallerin “emeğin Avrupası” deliğe süpürüleli çok oldu ve masada kalan Almanya’nın Avrupa projesidir. Bu proje hiç bitmeyecek bir inşaata aittir. Troyka’nın ve Alman emperyalizminin politikası bir adım ileri gitmek için harekete geçerken iki adım geriye gitmektedir. Bu koca düğümün en büyük parçasında yaşayan solun ise durumu içler acısıdır.

Almanya’da seçimler oldu. Merkel güçlenip, Sol Parti oy kaybedince bizim coğrafyanın sol liberal aklı çıktı: “Eyvah, Almanya muhafazakârlaşıyor!” gibi sınıflar üstü kültürel-dinsel bir duruma havale ettiler meseleyi. Güney Avrupa üzerindeki demir yumruk olan Merkel, Alman emperyalizminin temsilcisi olarak desteklendi, “ulus ötesi Avrupa” yerine Almanya emperyalizminin Akdeniz’e karşı kurduğu ideolojik mevzisi kabul gördü. Sol Parti ise sınıf mücadelesini reddiyenin bedelini ödedi. Bu yazı bir seçim yazısı olmamakla birlikte, Alman sol liberalizminin partisi Die Linke nasıl oy kaybetti, yazının bağlamında ortaya koyacağız.

Kötünün iyisi

19 Haziran’da Alman Sol Parti (Die Linke)’nin düzenlediği bir toplantıya katıldım. “Yunanistan halkıyla dayanışma” başlığı altında yapılan toplantının konuşmacısı, parlamentodaki parti grubunun vergi ve finans sorumlusu uzmanı Richard Pitterle idi. Toplantı sırasında notlar aldım. Partinin Baden Wüttenberg sorumlularından, toplantının açılış konuşmasını yapan, göz aşinalığıyla tanıdığım arkadaşın yaptığı konuşmanın metnini elinden “bana lazım” diyerek kaptım. Toplantıdan sonra gidilen mekânda sol parti vekili ile uzun uzun Kıbrıs, Yunanistan ve otomobil sanayisi temalı bir sohbete giriştim. Aldığım notları yazıya çevirmeyi ertelemem daha fazla bilgi toplama telaşımdandı, daha derli toplu ve bütüne dair bir yazı yazmak içindi. Oysa Alman emperyalizminin bütünü ve o bütünün “Güney Avrupa”, yani Akdeniz devrimci havzasına karşı olan politikasını ve onun içerisinde bir Kıbrıs’ı yazmak, çok uzun bir yazıda yapılabilirdi ancak. Hâlâ acil olansa o toplantıyı aktarmak. Alman emperyalizminin ‘bütün’üne daha sonra bakarız.

Açılış konuşmasını yapan arkadaş, partinin gençliğinden, ileride milletvekili olacak bir reformist. Partinin Almanya’nın güneyindeki genç yüzlerinden… Yakışıklıdır da, sonuçta liberalizm için imaj önemli! Konuşmaya şöyle başladı: “Marx’tan alıntı yapmayı sevmem…” Salonda bizim oturduğumuz taraftan kalabalık bir kahkaha sesi duyuldu. Çünkü konuşmacıyı tanıyanlar, konuşmacının Marksist değil, sosyal demokrat olduğunu biliyordu. Sonrasında ise, Marx’ın tarihte olan olaylar ve ortaya çıkan liderler için söylediği, “ilki trajedi, ikincisi ise komedidir” sözü ile konuşmasına başladı. Margarat Thatcher’dan bahsetti. Demir Leydi’nin trajedi olduğunu söyledi. Thatcher’ın sınıf taarruzlarından bahsettikten sonra, bundan endüstrinin zarar gördüğünü ve üretimin sekteye uğradığını, verimliliğin düştüğünü belirtti. Çizdiği portredeki zavallı burjuvazinin trajedisine ağlıyordu!

Sonrasında Tony Blair ve Gerhard Schröder’in “üçüncü yol”una geldi sıra. “Üçüncü Yol’un sosyal demokrasiyi yenilemesi gerekirdi, ama…” diye devam etti. “Emeğin ucuzlaması, esnekleştirme ile sosyal verim [leistung] kötüleşti” dedi ve ekledi: “Bu da sosyal demokrasinin mezar taşı oldu!” İnsan bilinci kadar kavrar. Kullandığı kelimenin önüne “sosyal” kelimesini yazınca, durumun sosyalleştiğini sanıyor. Kullandığı kelime ise “verim”, yani burjuvazinin kavramı ve meselesi… Bu toplantıda işçi hakları ve sınıf mücadelesinin sorunları değil “verim” konuşuluyor. Britanya’dan sonra Almanya’da da verim düşmüş. Vah vah! Sol Parti dediğimiz aygıt, zaten olur olmaz her şeyin önüne “sosyal” yazan bir parti. Ana sloganı da “%100 sosyal!” Devamında ise, burjuvazinin dili ile burjuvazinin meselelerini araya işsizlik oranları katarak, ‘eski’ sosyal demokratlar yerine ‘yeniler’ini önererek sürdürüyor konuşmasını. “Üçüncü Yol’un sosyal demokrasiyi yenilemesi gerekirdi” dedi. Ve sözü, “Üçünyü Yol” yenileyemezse biz yenileriz noktasına getirdi. Sosyal demokratların (SPD) neoliberal ajandası karşısında sendikaların kitlesel eylemleri ile ortaya çıkan yeni konjonktürden sonra “Şimdi yeni bir parti var: Die Linke!” diyor. Onlar sosyal demokratlığı beceremiyor, biz daha iyi yaparız, diyen bir mantık kötünün iyisi olmaya çalışırken tarihten silinir. Aynı üçüncü yol gibi!

Trajedi ve Komedi

Konuşmacımız devam ediyor. Marx’ın tek bildiği sözü olduğundan emin olduğumuz “birincisi trajedi, ikicisi komedi” retoriğine şu şekilde itiraz ediyor: “Belki Marx haksızdır. Belki tarih kendini üç defa tekrar eder: Trajedi olarak, komedi olarak, yayın aşırı gerilmesi olarak!”

Bu açılış konuşması, Sol Parti kadrolarının “politik ve felsefi kapasitesi”ni göstermesi açısından önemlidir. Tarihi tekerrürden ibaret gören ve Marx’ın başvurduğu trajedi-komedi metaforlarını ise tekerrürün makine ekseni sanan bir ‘sol’ politika. Thatcher’ı, Blair’i ve Schröder’i sayınca Marx’ta bulduğu şablon tutmadı. Thatcher belli ki trajediydi ve komedilerin çokluğu kafasını karıştırdı. Mekanik akıl şablonsuz kalınca çöküyor. Bugünün şablonu, demokrasi, Avrupa Birliği, ulus-ötesi toplum, çok kültürcülük gibi “kaynaşmış sınıfsız kitle ve çelişkisiz dünya” içerisindeki kimlikleri öne çıkaran sol liberal ideolojidir. Sınıf dışında bütün kimlikler cilalanır. Karşılaşılan can alıcı meseleler şablona sığmadığı için, hatta şablonu kırıp parçaladığı için, ortaya sadece kafa karışıklığı çıkar.   

Can alıcı olan

Açılış konuşmasının can alıcı noktası ise şudur: Kemer sıkma politikalarına ve tasarruf yöntemine, üretimi sekteye uğratıp uğratmadığı açısından bakan bir ‘sol parti’ siyaseti! Benzer tartışmalar finans kapitalin yayın organlarında da vardır: Kemer sıkma politikalarının borç krizini daha da derinleştirdiği ve üretimi sekteye uğrattığı burjuvazinin içerisindeki bazı çevrelerce de savunulur. Almanya’daki sol liberalizmin “verimlilik kaygısı”nın bir benzerini Yunanistan’daki sol liberalizm de sergiler. Bizim coğrafyamızda iktidara yama olan, yedeklenen, “yetmez ama destek” diyen, “beraber anayasa yapalım” diyen, “AİHM kararları ve uluslararası hukuk”u pusula yapan sol liberalizmin iktidara gelmiş ve parlamentoda ciddi temsiliyet kazanmış şeklinin Avrupa’daki bugünkü hali budur.  

Sol liberalizmin Yunanistan’daki şefi Çipras’ın Yunan Girişimciler Federasyonu’nda yaptığı konuşmayı hatırlamakta fayda var: “Karşıtlarından olsa dahi öğrenmek bir insan için iyi olduğundan, size Lenin’in yıkılmış olan ülkesinin yeniden kurulması hakkında söylediği o çok iyi bilinen cümlesini hatırlatmak istiyorum: Sosyalizm eşittir Sovyet iktidarı artı elektrifikasyon. Bu cümle, elbette geçmiş bir zamana atıfta bulunmaktadır. Bu günün tarihsel koşullarını göz önünde tutarak biraz da gelişigüzel diyebiliriz ki: Gelişmişlik eşittir demokrasi artı yatırımlar. Özgürlükler, sosyal haklar, eşit ücret, işçilerin katılımı. Artı girişimcilik, yenilikler, kaynak ve sektördeki işgücü yatırımının ülkeyi ve ekonomiyi ileriye götürecek şekilde planlanması.”

Yunan sol liberalizminin partisi SYRİZA’nın şefi Çipras’a Yunan Girişimciler Federasyonu’nun başkanının verdiği cevap ise şöyle: “Marx’ın söylediği gibi (çok ünlü bir deyişini yorumlayarak söylüyorum) bizler sadece ülkenin içinde bulunduğu durumu yorumlayacak filozoflar değiliz. Biz onu değiştirmeliyiz, yeniden kurmalıyız (…) Marx’ın kendisi her zaman üretimin, ve özellikle sanayinin, ‘insanlığın en önemli gücünün’ ifadesi olduğuna inanırdı. Yunan Girişimciler Federasyonu (SEV) olarak, onunla kesinlikle aynı fikirdeyiz.”

Yunan Girişimcileri Federasyonu, Çipras’ın cahil cesaretinden cüret kazanmış: “Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirme”nin programını uygulayan bir devrimciyi fabrikada üretim müdürü sanmaktadır. Çipras ise “mülksüzleştirenleri mülksüzleştiren” Lenin’i devlet planlama teşkilatında bürokrat sanmaktadır. Tam da 100 yıl önce bu sıralarda Lenin, Marx’ın Alman sosyal demokratları tarafından içinin boşaltılmasına karşı mücadele ediyordu. O, Marx’a sahip çıkarak ayakta durabildi, bizse ona sahip çıkacağız. Çipras da Tony Blair gibi çürüyecek! [1]

Borç ile borçlandırmak

Toplantının esas konuşmacısına, Sol Parti’nin finans ve vergi uzmanına gelelim. Toplantıda dile getirdiği görüşleri soruna ve çözümsüzlüğe dair iki maddede toplayabiliriz. Verdiği rakamlar ve bir saate yakın süren, grafiklerle dolu konuşması sorunun ana nedeninde düğümlendi: Alman emperyalizmi! Tabii ki bunu, bizim dile getirdiğimiz gibi dile getirmedi. Şunu söyledi: “Yeni borç yardımı paketleri çıktıkça devlet borcu arttı!” KısacasıYunanistan borç ile daha da borçlandırıldı.

“Birinci yardım paketinde bankalar ve özel yatırımcılar 73 milyar euro ile kurtarıldı” dedi ve ekledi: “Yalnızca bankalara 70 milyar euro aktı…” İkinci paket için ise şunları söyledi: “130 milyar euronun 93,5 milyarı bloke hesapların alacaklarına gitti.” Sonrasında verdiği bir detay ise Yunanistan krizinin Avrupa proletaryasının sırtındaki yüküne dairdir: “Yunan devletinin borçlarının yüzde 80’i Avrupalı vergi mükellefinin omzuna yüklenmiştir.” Sol Parti’nin iki konuşmacısının da hiç kullanmadığı bir kavram var: İşçi sınıfı! Vergi ödeyenler arasında kapitalistler de var işçi sınıfı da küçük burjuvazi de. Bu ‘muğlak bilgi’ bize ancak şunu net olarak gösterir: hangi ideolojik eğilimden olursa olsun karşınızdaki, krizin ulusal değil uluslararası olduğunu itiraf etmek zorundadır.  Kriz uluslararası bir durum yaratmıştır ve hızlı bir biçimde bütün bir kıtaya yayılabilir.   

Açılışı yapan konuşmacı, yabancı kökenli bir aileden geldiği için Yunanlılar konusundaki “tembel ve düzenbaz” söylemlerini eleştiriyor ama esas konuşmacı olan Alman milletvekilinin “kıracağı potlar”ı engelleyemiyor. Salondan bir dinleyici, milletvekilinin Kıbrıs’a da değinmesini istedi. “Hazırlanmadım ama bir iki noktadan bahsedeyim” diyerek konuya girdi. “Kıbrıs bankaları Yunanistan’da 4,8 milyar Euro kaybetti. Bu Yunanistan’la dayanışmanın bedelidir.” dedi. Kıbrıs’ın Yunanistan’a böyle bir konjonktürde yardım yapacak kadar ‘çıldırması’nı da Kıbrıslıların “ekonomi ve politika acemisi” olmasına ve “devlet geleneği” olmamasına bağladı! Daha önce Türk politikacılardan benzer cümleler duyduk, Kürtler için de, Afrika’daki sömürgeler için de “devlet geleneği yok”, “ilkel”, “ilkel dil”, “ilkel kültür” gibi sömürgeci söylemler belleğimizdedir. “Devlet geleneği yok”, “siyaset-ekonomi bilmez” sözleri ise gecenin sadece açılışıydı. Konuşmacı konferanstan sonra da benzer göndermeler yaptı. Birebir bu satırların yazarının suratına! 

Rakamların bittiği yerde çözüm veya çözümsüzlük üzerine sözler edilir. Konuşmacının önerisi ise “euronun stabilizasyonunun korunması”: Kendi verdiği rakamlar ve anlattıklarıyla, Yunanistan’ın borçla daha çok borçlandırıldığını gösteren konuşmacı, finans piyasalarını düzenlemeli ve dayanışma ekonomisi örgütlemeliyiz diyerek Alman emperyalizminin Avrupa politikasının önüne bir “sosyal” sıfatı yerleştirdi. Zaten öyle bir tanımlama var. Yunanistan’da Devrimci İşçi Partisi’ndeki (EEK) yoldaşlarımız ona “sosyal yamyamlık” diyor.

Özel sektörün iflasından devletlerin iflasına Yunanistan’la geçildi. Savas Mihail-Matsas’ın deyişi ile de Yunanistan’ın iflası, “Lehman Brothers 2” olarak adlandırılabilir: “2010 yılında borçlar GSYH’nın yüzde 120’si düzeyindeydi; 2011’de ise, ‘kurtarma’ operasyonundan bir yıl sonra, artık sürdürülmesi olanaksız olan yüzde 169 düzeyine yükselmişti. Yeni kurtarma operasyonunun amacı borcun büyüklüğünü 2020 yılında yüzde 120.5’e indirmek, yani 2010 yılındaki başlangıç noktasından biraz daha yükseğe.”

Die Linke’nin bu düğüme attığı ise sadece yeni bir düğümdür, düğümü büyütmektedir.

Su tankeri!

Sol Parti’ye sekter sol gruplar sosyal demokratların (SPD) “su taşıyıcısı” der. Yazının başlığını atarken çok düşündüm. “Alman emperyalizminin su taşıyıcısı” bugün için abartılı kaçabilirdi. Yarın ise o başlık gerekli olabilir. Kaldı ki Alman emperyalizminin toplumsal hareketlerden çıkmış doğal müttefiki ve ekolojik su taşıyıcısı Yeşiller’dir! Sekter sol grupların yanıldığı nokta ise şudur: Sosyal demokratlar da zaman zaman Sol Parti’nin su taşıyıcılığını yapmıştır, hatta Merkel bile yapmıştır. Geçenlerde Kılıçdaroğlu’nun  “AKP demokratikleşme paketimizi çaldı” sözlerini duyduğumda, Sol Parti’nin Alman parlamentosundaki parti grubunun çıkardığı dergide (Clara.) okuduğum bir makale aklıma geldi. Makalede Sosyal Demokratlar’ın ve Merkel’in Sol Parti’nin programından korsanlık yaptığı söyleniyordu. Oysa buradan çıkan sonuç şudur ki, Sol Parti’nin programı Merkel’in bile çalabileceği kadar liberaldir, ya da en berrak tanımıyla: En asgari talepleri bir araya toplayan liberal bir programdır. Suç hırsızda değil, bağcıdadır. Üzümler acı olsaydı, burjuvaziye acı reçeteler kesseydi, kim niye çalsın sizin üzümünüzü!

Sosyal yamyamların birliği!

Açılış konuşması şöyle bitiyordu: “Yunanistan’la dayanışmak, on milyon kişinin yaşadığı, seve seve tatil yapmaya gittiğimiz, zeytini, uzosu ve cacığından tanıdığımız bir devletin sadece vatandaşlarıyla dayanışmak değil. Hayır, Yunanistan’la dayanışma bütün Avrupa’da neoliberal oyuna boyun eğmemektir. Avrupa’ya evet demektir, fakat sosyal devletin, barışın, demokrasinin Avrupa’sına. Yunanistan’la dayanışma son noktada Avrupa fikrinin gerçekleştirilmesidir: Barış, özgürlük, demokrasi ve karşılıklı saygı gösterme.”

Bir din adamının ahlak üzerine verdiği en kötü vaaz ile “Avrupa fikri” denilen fikir müsveddesi, Sol Parti denilen komedide böyle yaşıyor! “Avrupa fikri”nin komedisi, ulusal devletlerin çıkar çatışmalarını yok sayarak “evrensel bir düzen”e geçileceğini veya geçildiğini anlatıyor. 1929 yılında Almanya’nın liberal dış işleri bakanı Gustav Stresemann da “Avrupa’nın birliği”ni savunuyordu. “Avrupa devletlerinin, bölgesel Alman devletlerinin politik birliği gibi bir yola zorlukları aşarak girmesi” gerektiğini savlıyordu. “Almanya’nın politik birliği”nin bir devrim ve üç savaşla oluştuğunu göz ardı etse de biliyordu, ama konumu gereği bunu dile getiremezdi. Bugün ise Die Linke gibi “Avrupa fikri”ni savunanlar kötü bir ahlak vaazı ile karşımıza çıkıyorlar. Avrupa’nın birliği kimin için ve kimin ödediği bedelle? Onun cevabını da bize sol parti milletvekili Richard Pitterle veriyor. Toplantıdan çıktıktan sonra Kıbrıs üzerine konuşmaya başladık. Şunları söyledi: “AKEL eurodan çıkmak istiyor. Yunanistan’da da bazı gruplarla görüştük, sanırım Maocular’dı, onlar da eurodan çıkmayı savunuyorlar. Sizin sanayiniz mi var ki çıkacaksınız? Euro’nun stabilizasyonu bozulur ve kendi ayaklarınız üzerinde de duramazsınız!” Mesele bizim eurodan çıkmayı savunup savunmadığımız değil. İçe dönük bir kapanma daha büyük yıkım getirir. Böyle bir durum için avuçlarını ovuşturan milliyetçileri güçlendirir. Buradaki mesele, ‘güneyliler’in eurodan çıkması ihtimalinin bile Alman bir sol politikacıyı nasıl telaşlandırdığı ve sömürgeci küstahlığını ortaya çıkardığıyla ilgilidir. Kıbrıs’ta AKEL açısından böyle bir politika ancak o an için nabız yoklamak amaçlı bir çıkış olsa gerek. Bu bile ‘akıllardaki’ Avrupa yangınını biraz daha büyütmeye yetti!    

“Aman stabilizasyon bozulmasın” diyen Sol Parti Alman emperyalizminin şimdilik komedyenidir, yarın su tankeri olabilir. Savas Mihail-Matsas’ın şunu vurguluyor: “Hillel Tickin’in doğru olarak işaret ettiği gibi, bu Yunanistan’ın ya da bir başka çevresel Avrupa ülkesinin iflası nedeniyle olsa da olmasa da, avro bölgesinin dağılması durumunda bundan ‘Yunanistan dışında en çok zarar görecek ülke Almanya’dır.’ ” Kısacası, Sol Parti istediği kadar silah ticaretine ve savaşa karşı olsun, ‘barış partisi’ olduğunu ilan etsin. Alman burjuvazisinin çıkarlarını “stabilizasyon” olarak savunması durduğu yeri gösterir. Güney Avrupa’nın borçlandırılmasını teşvik ederek, Almanya’nın artıklarının massedilmesi temelinde şekillenen geçici denge sonsuza kadar gitmeyecek. Bu bağlamda otomobil sanayisi üzerine de konuştuğumuz vekilin “Sadece OPEL’de sorun var, çünkü Güney Avrupa pazarına çalışıyordu” sözleri de durumu açıklar. Bir bütün olarak krizi “tüketim eksiği” ile açıklamasına şaşırmamak gerek, sonuçta kapitalist üretimde “verimlilik kaygısı” güden bir “sol parti”den bahsediyoruz.

Otomobil sanayisi üzerine de anlaşamadığımız Sol Parti milletvekili ile tek bir konuda aynı fikirdeydik. “Kıbrıs’ta çözüm ve müzakerelere ne dersiniz?” diye sordum. “Kıbrıs’taki çözümü bugün, ne finanse edecek kaynak var ne de finansman ayırabilecek bir devlet var.” dedi. Sonra bir soru daha sordum: “Ya doğal gazla?” Cevabı gülümsemek oldu. Kapitalist sistemin ‘kendi kendini’ nasıl düzenleyeceğini ve Alman emperyalizminin Lebensraum’una, genişleme ve gelişme alanına, bakarak konuşuyor; bizse hem ona bakıyoruz, hem de diğer bütün devletlerin Lebensraum’larına ve tüm ezilenler ile işçi sınıfının durumuna. Yeter ki müzakereleri başlatmaya çalışırken savaş çıkarmasınlar! –bizim için iyimser olan bu.

Yunanlıların Alman medyası ve devleti tarafından “tembeller”, “ayak takımı”, “asalaklar” diye aşağılanmasını eleştiren bu sol liberaller, daha zarif aşağılama diline sahiptirler: “Ne haddinize ki eurodan çıkacaksınız, kendi ayaklarınız üzerinde duramazsınız ki!” diyor en nihayetinde. Yunanistan deyince aklına “cacık” gelen Alman solu, euro’nun stabilizasyonu bozulmasın diye “Avrupa fikri”ni savunabilir. Buna karşı çıkmaksa bizim gibi “doktriner”, “ortodoks”, “100 yıl öncede kalmış” Leninistlere düşer.     

Savas Mihail-Matsas’ın sözleriyle Avrupa Birliği’nin kapısına mühür vuruyoruz: “Edgar Allen Poe’nun Çalınan Mektup öyküsünden sonra şu gayet iyi bilinir oldu: Bir sırrı saklamak için en iyi yer en açıktaki yerdir. Bugünkü Yunanistan, Majesteleri’nin gizli itirafını, yani Avrupa Birliği projesinin tümüyle iflas ettiğinin ilanını içeren çalıntı mektubu saklamak için dünyadaki en açık yer.”[2]