Akdeniz iç savaşına doğru

31 Mayıs 1 Haziran’a dönerken Türkiye’de halk isyanı. 30 Haziran Temmuz’a yüzünü dönmüşken Mısır’da devrimin üçüncü dalgası. 26 Temmuz’da ülkenin Cumhuriyet Bayramı kutlanırken Tunus’ta Muhammed İbrahimi’nin bir suikasta kurban gitmesi. Üç ayda üç büyük sarsıntı. Görünürde birbirinden bağımsız olan bu üç olay aslında yapısal faktörlerle birbirine bağlanmış olan üç ülkenin sathında başka ülkeleri de içine alan ortak bir mücadelenin ifadesi. Akdeniz’in nüfusu Müslüman ülkelerini bir tek birim gibi görecek olursak, buna Akdeniz iç savaşı demek mümkün. Bu iç savaşın dinamiklerini ve geleceğini anlamak için, 2011’den bu yana Akdeniz havzasında yaşanan yepyeni gelişmeleri arka plan olarak kavramak gerekiyor.

Devrim havzası, karşı devrim havzası

Akdeniz 2011’den bu yana bir devrim havzası niteliğini taşıyor. Güney kıyısında, Afrika’da Tunus ve Mısır iki büyük devrimle onlarca yıldır kurulmuş olan diktatörlükleri devirirken, kuzey kıyısında, yani Avrupa’nın güneyinde, önce Yunanistan’da büyük genel grevler, ardından İspanya’da ve yine Yunanistan’da meydanlar (ya da öfkeliler) hareketleri, bu denizi büyük toplumsal çalkantıların merkezine yerleştirdi. Bu ilk aşamada, İsrail başkenti Tel Aviv’de bir yaz boyu süren bir kamp hareketi ya da Suriye’deki yoksul halkın devrimci protestoları, devrim ateşinin Akdeniz’in Doğu kıyısına da sıçrayacağı umudunu yaratıyordu. Ortadoğu’nun Akdeniz’den daha uzak bölgelerinde, Yemen’de ve Bahreyn’de şimdilik başarısız kalmış olan devrimci yükselişler de yaşandı. Ama ne onlar ne de Kürt halkının özellikle Türkiye sınırları içinde uzun süredir büyük bir kitlesellik gösteren mücadelesi, Akdeniz’de görülen devrimci dalganın organik bir parçası özelliği taşımıyordu.

Nerede büyük devrimci kabarışlar yaşanırsa, orada aynı zamanda bir karşı devrim dalgası görülür. Akdeniz’de bunun ilk örneği, emperyalizmin de müdahalesiyle tam bir karşı devrimci karakter kazanan Libya iç savaşıydı. Onu, Suriye’nin 2011 Mart ayında kendiliğinden dinamiklerle başlamış mülksüzler devriminin yılın sonundan itibaren, bölge gericiliğinin (Katar, Suudi Arabistan, Türkiye) ve emperyalizmin müdahaleleriyle örgütlü bir İslamcı karşı devrime dönüştürülmesi izledi. Devrimciler evlerine, hatta Esad’a geri döndü. Suriye devrimi ölüm döşeğinde 2012 yazında bir yavru doğurdu: Rojava. Bu sayede Kürt özgürlük mücadelesi de Akdeniz devrimiyle organik bir ilişki içine girdi. Öte yandan, daha sonra geri döneceğimiz bir noktaya şimdiden değinelim, Suriye’de örgütlenen karşı devrim Ortadoğu çapında bir Sünni-Şii (Alevi) mezhep savaşının tohumlarını bilinçli biçimde ekiyordu.

Ama esas büyük mücadele başka yerde oynanıyordu. Devrimin en büyük zaferini kazandığı iki ülkede, karşı devrimin barikatları iç ve dış güçlerin ortaklığıyla inşa ediliyordu. Tunus’ta ve Mısır’da eski rejimde hükümet partileri ve ordu dışında örgütlü olan tek hareket “ılımlı İslam”dı. Mısır’da İhvan (Müslüman Kardeşler), Tunus’ta Ennahda. Mübarek veBin Ali’de  (Fas kralı ile birlikte) Kuzey Afrika’daki esas dayanaklarını bulan emperyalizm (en başta ABD ve Fransa) telaş içinde bu “ılımlı İslam”a çengel attı. Büyük devrim dalgasını durdurmak, “istikrar”ı sağlamak, bu ülkelerin “küresel sistem” içinde neoliberal bir patika doğrultusunda gelişmesini güvence altına almak için emperyalizm İhvan’ı, Ennahda’yı, Fas’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’ni evcilleştirerek bir iktidar aktarma kayışı haline getirmeyi stratejik bir yaklaşım olarak benimsedi. Bu arada Libya’da da karşı devrimin içinden güçlü bir İhvan odağı doğdu. Böylece, Fas’tan doğuya doğru Cezayir hariç bütün ülkelerde ve Mısır’dan kuzeye (Suriye’den ayrı olarak Ürdün’de de bir sarsıntı yaşanırsa iktidara en güçlü aday orada da İhvan) İhvan tipi partiler Türkiye’ye kadar uluslararası bir “neoliberal İslam” kuşağı oluşturacaktı. (Lübnan elbette bir istisna olarak kalmak zorundadır. Onun işi ancak İran’ın işi görülürse bitirilebilir. Ayrıca halkı çok farklı din ve mezheplere sahip olduğu için, Lübnan “ılımlı” dahi olsa İslamcılığın hâkimiyetine uygun değildir.)

Türkiye’ye kadar dedik. Türkiye dâhil. Bu planın merkezi unsurlarından biri AKP iktidarı ve Tayyip Erdoğan idi. 2011’de İsrail ve İran politikaları başta olmak üzere Ortadoğu ve Afrika’da emperyalizmden kontrollü biçimde sapan bir dizi politika uyguladığı için “eksen kayması” adı altında kuşkulu hale gelen AKP iktidarını emperyalizm nezdinde yeniden kıymetlendiren Arap devrimi karşısında hissedilen çaresizlik oldu. Denize düşen emperyalizm, yılana, yani İhvancılığa sarılıyordu. Burada neoliberal İslam’ın bir numaralı temsilcisi Erdoğan ve AKP’ye büyük görev düşüyordu. Erdoğan bazılarının sandığı gibi emperyalizmden kopmuyordu. Akdeniz çapında İslamcılığı emperyalizmin çıpasına bağlayarak evcilleştirecek olan oydu.

Sil baştan ya da “resetleme”

Devrim çağları, evdeki hesabın çarşıya uymasının mümkün olmadığı çağlardır. Emperyalizm özellikle Arap dünyasında merkezi odak ülke olan Mısır’da Mübarek’in düşüşünün yaralarını sarıp yeni bir iktidar ağı kurmaya daha yeni başlamıştı ki, Türkiye’de halk isyanı patlak verdi! Akdeniz devrimine en azından güneyinde ve doğusunda kurulacak barikatın en merkezi taşlarından biri devrileyazdı! Erdoğan durumu şimdilik kontrol altına almış görünüyor, ama Avrupa’nın ekonomik krizi ve sınıf mücadeleleri, Akdeniz’in devrimci depremleri ve Türkiye’nin çözülemez sorunlarının (en başta Kürt sorunu) yanı sıra Erdoğan’ın ve ekibinin hataları öylesine büyük tehlikeler yaratıyor ki, böylesine sarsılmış ve müttefiklerini (emperyalistler, liberaller, cemaat, AKP içinde Gül’ün temsil ettiği yarık) yitirme riski ile karşı karşıya kalmış bir politikacının fırtınayla başa çıkıp çıkamayacağı bir büyük soru işaretidir.

Üstüne üstlük, devrime karşı adım adım inşa edilmekte olan Majino Hattı’nın ikinci kalesinde, yani Mısır’da gelen büyük deprem, sistemi (ve tabii Erdoğan’ı) bir ikinci kez sarsmıştır. Erdoğan’ın geleceğinin İhvancılığın terbiyecisi olarak parlak olduğu bir dönemden, İhvancılığın (ve tabii Erdoğancılığın) ağır darbeler yediği bir döneme geçiyoruz. Türkiye isyanı ve Mısır’da bir darbe ile önü kesilen devrimin üçüncü dalgası, tam tamına bu etkiyi bırakmıştır.

İşte Tunus’ta dört büyük siyasi öbek (en sağda Selefiler, sonra Ennahda’nın hâkimiyetinde laik partileri de içeren hükümet koalisyonu, sonra içinde eski rejim artıklarını da taşıyan laik-cumhuriyetçi Tunus İçin Birlik ittifakı, en solda ise Halk Cephesi) içinde esas devrimci kampı temsil eden ittifakın mensubu bir siyasi partinin (Halk Cerayanı) önderi ve Kurucu Meclis üyesi Muhammed İbrahimi’nin katledilmesi, bu bağlamda kavranmalıdır. Tunus’ta devrim kampı Mısır’dan esinlenerek bir Temerrüd (Asi) hareketi de kendisi kurarak Ennahda’nın başında olduğu hükümetin devrilmesi için imza toplamaya başlamıştı. İbrahimi iki gün önce bu kampanyaya imza vermişti. İslamcılar, muhtemelen Ennahda’nın kendi milisleri, Ligues pour la Protection de la Révolution (yani devrimi koruma birlikleri-LPR) adıyla örgütlenen çeteler, aynen Şubat ayında sosyalist önder Şükrü Belaid’in olduğu gibi İbrahimi’nin de suikastının ardındaki güçtür. (İkisinin de aynı silahla öldürüldüğü resmi makamlarca açıklanmıştır.) Bu suikastla “burası Mısır değil!” demişlerdir. Zaten Ennahda’nın silahlanmaya başladığına dair haberler de dolaşmaktadır.

Mısır’da da İhvan ile yeni Bonapartist hükümet arasındaki mücadele silahlı bir mücadele haline geliyor. Özellikle aşiretlerin geleneksel sosyal ve siyasi hâkimiyetindeki Sina Yarımadası’nda İslamcılık çok güçlü, asayişi sağlamak çok güçtür. Ama oradan başlayan şiddet adım adım ülkenin başka bölgelerine de kayıyor. Mısır’da ordunun darbesi sadece devrimi değil bir iç savaşı da engellemeye yönelikti. Mısır’ın Suriye olmasının önünü kapatmayı hedefliyordu. Oysa şimdi ordunun kendisi iç savaşın bir aktörü haline gelme riski ile karşı karşıyadır.

İç savaşın tarafları

Akdeniz’in dört ülkesinde (Türkiye, Mısır, Tunus ve Suriye) iç savaşın taraflarını (sınıf bileşimini daha sonra araştırmak üzere) ideolojik ve politik olarak belirlemeye çalışırsak ortaya şu tablo çıkar. Bütün ülkelerde üç ana öbek vardır. Birincisi, İhvan veya İhvan benzeri olsun, Selefi’si olsun İslamcı güçler. (Mısır’da Selefi Nur Partisi’nin ve İhvan’dan kopma Abul Futuh önderliğindeki Güçlü Mısır Partisi’nin şimdilik atipik tavır alması veya Türkiye’de anti-kapitalist Müslümanlar hareketinin varlığı bu genellemeyi geçersiz kılmaz.) İkincisi, devrim veya isyan kampı vardır. Mısır’da çok güçlü, Türkiye’de güçlü, Tunus’ta istikrarsız, Suriye’de ise çok zayıf, belki artık mevcut değil. Üçüncüsü, Mısır devriminin terminolojisiyle söylersek “fülul”. Yani eski rejimin artıkları. Mısır’da çeşitli partilerde, Tunus’ta Tunus İçin Birlik ittifakının önemli bölümünde, Suriye’de Esad rejiminin sosyal-siyasi tabanında, Türkiye’de ise ulusalcılık ve faşist harekette ifadesini bulan akımlar. Elbette “fülul”un en önemli siyasi vurucu gücü her ülkede ordudur.

Yavaş yavaş ortaya çıkıyor ki (bilgimizin çok sınırlı olduğu Suriye’yi bir kenara bırakacak olursak) İslamcı kampın karşısında devrim/isyan kampı ile “fülul” birlikte mücadele ediyor. Ülkeler arasında farklar elbette önemlidir. Mısır ve Tunus birer politik devrim yaşadı. Suriye’de ve Türkiye’de ise devrim gerçekleşmedi. Suriye devrimi karşı devrime dönüştü. Türkiye’de eski rejim, bir isyanla sarsılmakla birlikte ayakta. Yani bu iki ülkede teknik anlamda “fülul” (eski rejimin kalıntıları) diye bir şey yoktur. Ama Türkiye’de AKP iktidarının kolunu büktüğü ve şimdilik zapturapt altına alınmış bir ordu ve onun çeşitli eğilimlerden taraftarı siyasi akımlar var: CHP’nin bir kanadı, kapıkulu sol vb. Suriye’de ise iktidarı tehdit altında, bir ara düşmeye yüz tutmuş, ama son dönemde büyük ölçüde toparlanmış bir Baas diktatörlüğü. Bunlar birer “fülul” kampı olmamakla birlikte, bunların İslamcı kamp karşısındaki konumları ile “fülul”un konumu arasında benzerlikler olduğu açıktır. Suriye’yi bütün öteki ülkelerden ayıran çok önemli bir faktör, emperyalizmin Suriye iç savaşında taraf olmasıdır. Diğerlerinde ise resmen arada kalmıştır.

Bugün büyük sorun şudur: bu mücadelede devrim/isyan kampı hegemonyayı “fülul”a bırakacak mıdır? Yoksa devrim/isyan kampı kendi örgütlenmeleri aracılığıyla kitle hareketinin hegemonyasını ele geçirebilecek midir?

Akdeniz iç savaşı, hem ana güçler arasında, hem de İslamcılığın karşısındaki kampın kendi içinde büyük sarsıntılarla önümüzdeki döneme damgasını vuracaktır. Bu savaşı devrim kampı ile “fülul”un birlikte yer aldığı kamp kazandığı, iktidara gelemese bile İhvancılığı durdurduğu takdirde, Ortadoğu’da bir mezhep savaşının önüne geçilmiş olur. Yok, İhvancılık bu savaşı kazanırsa o zaman Ortadoğu da Sünni-Şii (Alevi) boğazlaşmasının sonunda bir yangın yerine döner. Bundan en çok Siyonizmin yararlanacağı ortadadır. Devrim kampı “fülul” kampında emperyalizm ve Siyonizmle uzlaşma eğilimleriyle de savaşmalıdır. “Fülul” kampı son tahlilde kendisi İslamcılığın bir türünü (bkz. Pakistan) istikrarı sağlamak ve devrimi durdurmak için seçebilir.

İşte bütün bu nedenlerledir ki, Akdeniz’in, en başta da Türkiye’nin bütün ciddi politik ve sendikal güçleri, bundan sonra bütün politikalarını ve faaliyetlerini Akdeniz çapında planlamak zorundadır.