Ulusal sorun, Kürt sorunu ve sınıf mücadelesi

Bu üzerinde çok konuşulmuş yazılmış çizilmiş meseleyi tekrar gündeme getirmemin nedeni aslında basit: Bu kadar tartışılmış olmasına rağmen, bazı sosyalistler hâlâ “sınıfçılık” yaparak Kürt hareketini ve Kürtleri dışlayan, dolayısıyla ulusal sorunu tıpkı bu konuda ciddi biçimde yanılmış olan büyük devrimci Rosa Luxemburg gibi değerlendiren bir yere savruluyor. İş burada bitmiyor. Sanki bu yetmezmiş gibi, Kürt hareketinin içerisindeki kimi kesimler, bu sefer tersinden, ulusal sorunu sınıf mücadelesinin bir parçası olmaktan bütünüyle çıkarıyor, sanki mesele tek başına etnik bir meseleymiş gibi ele alınıyor. Aslına bakılırsa birbirinin tamamen zıddıymış gibi görünen bu iki bakış açısı, başka bir yönden birbirleriyle tam olarak örtüşür: Her ikisi de ulusal sorun ile sınıf doğası arasında keskin bir ayrım yapar; biri “sınıf”ı, diğeri “etnisite”yi öne çıkararak aslında bilerek bilmeyerek aynı noktada birleşirler.

Kapitalizmden önce ulusal sorun diye bir sorun zaten yoktu. Ulusal sorun, doğrudan doğruya kapitalizmin, daha doğrusu kendilerine kaynak ve pazar arama derdine düşen gelişmiş ülke sermayedarlarının emperyalist politikalarının yarattığı bir sorundur zaten. Çok basit: Gittiler Hindistan’ı işgal ettiler örneğin, ve pek doğal olarak orada bir ulus sorunu ortaya çıkıverdi. Bunu emperyalizmin işgal ettiği bütün toplumlar için düşünebilirsiniz ayrıca.

Günümüzde bu durum daha karmaşıklaştı. Her ne kadar kapitalist devletler halen ulus-devlet biçiminde örgütlenmiş olsalar da, işçi sınıfı açısından düşünüldüğünde hiçbir ülkede tek bir ulustan oluşmuş bir işçi sınıfı düşünemezsiniz. Bunu anlamak da çok basit: İster ABD’ye, ister Fransa’ya, ister İngiltere’ye, isterse Türkiye’ye bakın, işçi sınıfı içerisinde her biri farklı milletlerden oluşmuş ya da en azından kendisini başka bir ulusa ait olarak gören bir kesimle karşılaşırsınız. Tek bir ABD örneği bile bunu anlamaya yetecektir ama, en azından Türkiye örneğine de bakalım: Türkiye’de kendisine Türk, Kürt, Ermeni, Rus, Arap, Moldovalı vb. diyen, ya da o bölgelerden gelmiş bir emekçi yığını var. Bu bile ulusal sorun ile sınıf sorununun ne derece iç içe geçtiğini gösterir.

Somut durumun somut tahlilini yapmayıp ezbere bir “sınıfçı” politika üretirseniz varacağınız yer gericilik olur. Buna benzer olarak sınıf gerçekliğini bir tarafa atarak meseleyi etnik çerçevede çözmeye kalkarsanız bu da başka tür bir gericilik olur. Oysa Marksizm’in ulusal soruna ilişkin politikası, gerçekte bir sınıf politikasıdır. Bu da, ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınmasına ilişkindir.

Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, milliyetçi bir politika olmadığı gibi, böyle bir politikaya asla izin vermez. Aslında, “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin” sloganının gerçekleşebilmesinin temellerini atar ulusların kendi kaderlerinin tayin hakkının benimsenmesi. Ve tam da bu nedenle, bu bir sınıf politikasıdır, bir kimlik politikası değil. Çünkü ulusların birleşmesini istiyorsak, farklı bir ulusa ait olduğu için ezildiğini hissedenlere gerçekten eşit koşulların yaratılması gerekir. Bu da, ulusal sorunu görmezlikten gelerek gerçekleştirilecek bir iş değildir. Tam da tersine, sınıfı bölmek demek, farklı bir etnisiteye ait olduğu için en kötü işleri yapmak zorunda kalan (Türkiye’de Kürtler, ABD’de siyahlar ve Latin Amerikalılar, Fransa’da Araplar) işçi sınıfının bir kesiminin bu sorununu görmemek demektir. 

Bu durumda, işçi sınıfının toplumun diğer ezilenleri üzerinde hegemonya kurarak onları kendi mücadelesine katabilmesi, işçi sınıfı arasındaki ulusal farklılıkları görmezden gelerek gerçekleştirilemez. “Sınıfı” savunma adına gericilik üretmek sınıf mücadelesine hiçbir şey katmaz.

Bu yazı, Gerçek gazetesinin Aralık 2014 tarihli 62. sayısında yayınlanmıştır.