Kömür torbaları, para sayma makinaları

Yaklaşık 10 ay önce, 6-12 Ekim 2014 tarihlerinde yaşanan Kobani serhildanı üzerinden yaklaşık 20 gün geçmişti ki, o zaman başbakan olan Ahmet Davutoğlu, şöyle dedi: “Çözüm sürecini sonucuna ulaştıramazsak bu bölgeyi yönetemeyiz.” Bu sözlerin, Kürt halkından ne kadar büyük bir korku duyulduğunu çıplak biçimde ifade ettiği her türlü açıklamadan bağımsız olarak ortada. Burjuva politikacıları böylesine zihin açıcı, böylesine saydam, böylesine dürüst açıklamaları çok ender yapar. Çoğu zaman da ağızdan kaçıverir bunlar. Burjuva politikacıları bile insandır. Bilinçdışının yasaları onlar için de geçerlidir.

Davutoğlu’nun ağzından kaçan cümlede sadece bir korkunun ifadesi yok. Bir de sınanacak bir önerme var. Davutoğlu bir öngörü yapıyor: Çözüm süreci olmazsa bölgenin yönetilemez hale geleceğini öngörüyor. Şimdi Tayyip Erdoğan, siyasi geleceğinin tehlikeye girdiğini görünce ne pahasına olursa olsun HDP’yi zayıflatarak yeniden çoğunluğa tırmanma telaşı içinde çözüm süreci olarak bilinen müzakere masasına tekmeyi attı ya, işte önermenin sınanma zamanı geldi. Hemen ekleyelim: Davutoğlu’nun bütün korkuları haklı çıktı!

Siz hükümet olarak eğer yönettiğiniz ülkenin bir bölgesini kontrol altında tutmak amacıyla bir kasabanın bütün çevresini düşman kenti kuşatır gibi askeri birliklerinizle kuşatıyorsanız, mahalleleri keskin nişancıların ateşi eşliğinde panzerlerle, TOMA'larla, akreplerle basıyorsanız, makinelilerle, Kalaşnikoflarla evleri, marketleri, sivil arabaları tarıyorsanız, lav silahlarıyla yakıyorsanız, kim bilir kaç yaşında gencecik bir insanın çıktığı dama binlerce kurşun yağdırıp taşlarda kurşun izleri değil, oyuklar açıyorsanız, siz o ülkeyi yönetmiyorsunuz, korkunç sondan önce vakit kazanmaya çalışıyorsunuz demektir!

DİP heyeti olarak Barış Bloku ile birlikte Silvan’a gittiğimizde gördüğümüz en önemli şey buydu. Evet, baskı, şiddet, cinayet. Evet, gözaltı, tutuklama, bastırma. Ama onun ardında yatan şeyin altını kalın çizgilerle çizmek gerekiyor: Hükümet bunları yapıyorsa, nedeni Kürt halkının içinden taşan isyanı durduramıyor olduğu içindir! Hükümet Silvan’ı da, bölgeyi de yönetemiyor! Duran bir saatin günde iki defa doğru zamanı göstermesi gibi, sen de binde bir doğru bir şeye işaret etmişsin Davutoğlu: Evet, çözüm süreci bitti ve siz bölgeyi yönetemiyorsunuz.

Kürt halkı içinde iki eğilim

Silvan, muhtemelen şu anda Kürt coğrafyasının çok büyük bir bölümü için tipik bir manzara sergiledi bize. Kürt halkı mazlum değil. Kürt halkı çok büyük haksızlıklara uğrayan bir halk, ama aynı zamanda ayakta. Dolayısıyla, onun haline ağlamak, dizini dövmek yeterli jestler değil. Onun nasıl bir ruh durumu içinde olduğunu anlamak, bu ruh durumunun Türkiye’nin geleceği için ne tür ipuçları verdiğine de bakmak gerekir.

Hükümet 30 küsur yıllık savaşın tarihindeki en yoğun hava bombardımanını başlatınca PKK’nin de kendi savaşını adım adım yükseltmesinden söz etmiyoruz. Kürt halkının içindeki eğilimlerden, askeri değil toplumsal ve siyasi düzeydeki ataklarından söz ediyoruz. Kürt halkı ayakta dedik, ama içinde iki eğilim mevcut. Bu iki eğilimin toplumsal katman ve gruplar arasında nasıl dağıldığını analiz etmek ayrıca gerekli ama önce eğilimleri görelim.

Bunlardan ilki parlamenter siyaset olarak özetlenebilecek (dar anlamda parlamento ile sınırlı olmayan, belediye aygıtını da kapsayan) düzeyde mücadelenin adım adım verili düzene alternatif birtakım kurumlara doğru taşmasını temsil ediyor: Çeşitli ağızlarda “demokratik özerklik” ya da “özyönetim” olarak özetlenen bu yaklaşım, Kürt halkının iradesinin tanınması gibi çok haklı bir temelden hareket etmekle kalmıyor; aynı zamanda bunu doğrudan demokrasi organlarıyla somutlaştırma çabasını içeriyor. “Halk meclisleri” Kürtlerin sürekli dilinde. Bugün çeşitli yerlerde belediye başkanları tutuklanıyorsa, özyönetimin ve halk meclislerinin var olan düzene alternatif kurumlar olduğu gerçeğine dayanıyor bu devlet taarruzu. Biz Silvan’a gittiğimizde, belediyenin eş başkanlarından biri gözaltında idi, öteki aranıyordu. Şimdi anladığımız kadarıyla ikisi de tutuklu. HDP ve DBP’nin (Demokratik Bölgeler Partisi) ilçe eş başkanları da polis ve yargı baskısı altında idi.

Mesele şu ki, bu yaklaşım en yüzeysel anlamda parlamentarist politika ile iç içe geçiyor, nerede biri başlıyor, öteki sona eriyor anlamak bile mümkün değil. Özyönetim, siyasi olarak aktif bir karşı ataktır. Ama bunu savunan aynı ağızlar, belki kendilerinin de fark etmediği bir geçiş içinde yüzünü var olan düzen kurumlarına çeviriyor ve “barışa”, “çatışmasızlığa”, “çözüm süreci”ne geri dönmeyi savunuyor. Bir adım ileri, bir adım geri! Oysa karşı taraf, en başta cumhurbaşkanı, amacını elde etmeden kendi başlattığı taarruza son vermeyecektir. Muhtemelen daha da derinleştirecektir. O zaman parlamentarist sınırlar içinde kalan politikanın kime, hangi amaçlarla hitap ettiği, nasıl sonuç almayı düşündüğü anlaşılamıyor bile. Bu politikada “özyönetim” sadece bir “pazarlık kozu” haline geliyor. O zaman da nasıl kurulacağı, nasıl savunulacağı muğlak kalıyor.

İşte bu, ufku parlamenter siyasetle sınırlı yaklaşım, Kürt halkının hemen hemen bütün katmanlarında var olan öfkeyi kendi içinde massedemediği içindir ki, bir ikinci eğilim çıkıyor ortaya: özsavunma. Silvan, Yüksekova’nın, Silopi’nin, Varto’nun tarumar edilmesinden sonra geldi. Silvan’ın özellikle genç nüfusunun polisin mahallelere girmesini büyük bir felaketin doğmasına yol açacak bir şey olarak düşünmesini anlamak bu yüzden çok zor değil. Yetişkinler genellikle gençleri kontrol altına almakta büyük zorluk çekiyor Kürt coğrafyasında. Silvan’da parti ve belediye sorumluları bize devlet temsilcilerinin talebi üzerine, gençliği açmış oldukları hendekleri kapatmaları için ikna yolunda ne kadar zorlu bir çaba gösterdiklerini anlattı. Vurguladıkları, iş tam çözülecekken, 17 Ağustos’u ayın 18’ine bağlayan gece nasıl saldırının başladığı idi. Yerel idari makamlar, kendilerinin yapabileceği bir şey olmadığını, emrin “Ankara’dan” geldiğini vurgulamışlardı.

Dolayısıyla, en azından gençlik kendini savunmaya eğilimli. Silvan’ın sokaklarını gezerken o aşamada artık kapatılmış, ama yolları hâlâ kolay geçit vermeyen arterler haline getirmiş hendeklere, o hendeklerin önünde yükseltilmiş barikatlara, siper olarak kullanılmış araçlara rastlıyorduk hep. Ama en ilginci şuydu: Tayyip Erdoğan’ın, halkı önce yoksul ve çaresiz hale getirip ondan sonra oyunu almak için “yardım” niteliğinde verdiği kömür meşhur ya, gençler bu kömür torbalarını özsavunma sırasında, siper yaratmak için kullanılan kum torbaları gibi kullanmıştı! Eski Tekel ve Mescit mahallelerinde nereye baksanız bunları görüyordunuz. Ne kadar ironik değil mi?

Bugün bu ikinci eğilim gençlik ile sınırlı görünüyor, doğrudur. Ama diyalektik, koşullar değişince bu potansiyelin nerede ve nasıl pratik olarak ortaya çıkacağını düşünme sanatıdır. Özsavunma eğilimi var ve bugün yaygın değil, ama yarın ne olacağı bilinemez. Mescit mahallesinde, bu satırları okumakta olan herkesin muhtemelen görmüş olacağı yanmış, kepenkleri kurşunlarla parçalanmış dükkânların ve tarumar olmuş evlerin önünde dururken, muhtemelen esnaf ya da işçi emeklisi, iyice yaşlı bir Silvanlı bize “onlar damlardan ateş ediyordu, bizimkiler de balkonlarda, kömür torbalarının arkasında idi” dedi. “Bizimkiler”!

Para sayma makinaları da bir silah!

Tayyip Erdoğan’ın asker ve polis güçleri saldırdıkça, birçok insan “nasıl olsa onlar daha güçlü, bu işin sonunda bizi yeniden bir felaket bekliyor” diye düşünüyor. Bu bakış açısı, diyalektik bakış açısında yüzeyde görünenle derindeki akıntıların bambaşka yönlere işaret edebileceğini unutuyor.

Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin Gezi ile başlayan halk isyanından bu yana muazzam bir zayıflama yaşamış olduğunu, 7 Haziran’dan sonra herkes görmeye başlamıştı. Şimdi Erdoğan karşı saldırıya geçince, üstünlüğü yeniden eline alacağı kaygısı yaygınlaştı. Bu mümkündür. Muhalefetin, özellikle Kürt hareketinin yanlış bir politikayı devam ettirmesi, Erdoğan’ın hiç hak etmediği bir zafere ulaşmasıyla sonuçlanabilir. Ama öte yandan, bu saldırının kendisinin de Erdoğan’ın ve AKP’nin zayıflamasıyla sonuçlandığını görmek, çok daha atak bir politika ile onları yenilgiye uğratma fırsatını da sunmaktadır.

Erdoğan’ın halk isyanı ile birlikte birçok müttefikini yitirdiği, aydın kadrosu içinde ciddi çelişkiler yaşanmaya başladığı, AKP içinde çatlaklar doğduğu, en sonunda da 7 Haziran’da oy desteğinin ciddi şekilde gerilediği gözlerimizin önünde yaşanan süreçler. Ama şimdi savaş politikasının da onun ve danışmanlarının düşündüğü gibi kendi lehlerine işlemediğini gösteren bir dizi gösterge mevcut. Mesela asker cenazelerindeki tepkilerin, savaşın geçmiş aşamalarında görülmemiş ölçüde Erdoğan’a ve bakanlara yönelmesi. Mesela emekçi halkın kendini ifade ettiği ortamlarda görülmedik bir eleştirellik. Mesela mehter düzeni yürüyen CHP’nin bir gün devlet politikalarının arkasında gibi dururken ertesi gün savaşın esas sorumlusu olarak Erdoğan’a ve AKP’ye yüklenmek zorunda kalması.

Bizim Silvan’da öğrendiklerimiz, bu zayıflamanın çok hassas, çok stratejik bir alana da yansıdığı idi. Mülki amirler ve güvenlik güçleri içinde eli titreyen birçok unsur olduğunu keşfettik. Şimdi artık epeyce konuşulmuş olan bir olay; Silvan Alay komutanının istifası ya da emekliye ayrılması olayı. Kulaktan kulağa dolaşan söylentiye göre söz konusu albay, “vatan için hayatım feda olsun, ama Tayyip Erdoğan uğruna askerlerimin hayatını feda etmem” diyerek çekilmişti. Bir başka boyut, yerel mülki amirlerin ve güvenlik görevlilerinin “biz çaresiziz, bu işin arkasında Ankara var” argümanını kullanması. Bu, söz konusu kişilerin, yarın Tayyip Erdoğan ve AKP iktidardan düşerse kendilerini sağlama almak için sorumluluğu üzerlerinden atmaya çalıştıklarını düşündürüyor.

Biz Diyarbakır’dan çıktıktan biraz sonra otobüsümüz bir polis kontrol noktasında durduruldu. Alt düzey bazı görevlilerin aşırı derecede işgüzar tutumuna karşılık, o noktanın amiri grupla çok daha yumuşak bir diyalog kurmaya özen gösterdi, ellerindeki mahkeme kararının kendilerini bağladığını söyleyerek sorumluluğu üzerinden atmaya çabaladı, aramızdaki milletvekillerine “biz iktidarda kim varsa onunla çalışmak zorundayız, yarın da sizinle” diyerek barış çubuğu uzattı, AKP yanlısı oldukları için böyle davranmadıklarını, mecburen böyle davrandıklarını ima etmiş oldu. O kimlik kontrolünden sonra da 70 kilometrelik Diyarbakır-Silvan yolunda bir daha hiç durdurulmadık! Biz 90’lı yıllarda Kürt bölgesine (Silopi, Şırnak, Diyarbakır vb.) birçok dayanışma görevi ile gitmiş biri olarak, çevremize “en az üç defa daha durduruluruz” demiştik. Yanıldığımızı anladık, ama iki gün önce aynı yolu giden yol arkadaşlarımız tam da dört kontrolden geçmişlerdi, o da ayrı. (Ama onlar bölge insanıydı. Esas karşılaştırmayı İstanbul’dan veya Ankara’dan gelen heyetler zemininde yapmak gerekir.) Kısacası, hükümet mülki amirlerin ve güvenlik güçlerinin kraldan çok kralcı bir tavırla Kürtlere baskı yaptığı 1990’lı yıllara karşıt olarak, bu çevrelerde desteğini bir ölçüde yitiriyor olabilir. Bu, toptan bir tavırla ele alınmamalı. Silvan’da Sağlık Ocağı’na Türk bayrağı çeken timin tekbir getirerek havaya dakikalarca kurşun sıktığı, bir gerçek olarak ortada duruyor. Öyle anlaşılıyor ki, güvenlik güçlerinin bir kısmı Erdoğan’a partizanca angaje, ama daha profesyonel kesim zorlanıyor.

“Barış, barış” demekle olmaz, savaşın kaynağını yenilgiye uğratmak gerekir!

Bizim bu ziyarette en çok dikkatimizi çeken şeylerden biri, Kürt halkı içindeki iki eğilimden parlamentarizme bağlı yaklaşımın soyut “barış” söylemi oldu. Erdoğan’ın savaşı başlatması ani bir kaprisin sonucu değil. Bu savaş, tam da Clausewitz’in söylediği gibi, bir politikanın ifadesi. Erdoğan Kürt hareketini yeniden geriletmek istiyor. O zaman sadece “barış” çağrısı yapmak yetmez, barışın düşmanı politikaları kaynağında durdurmak gerekir. Erdoğan’ı yenilgiye uğratmadan ya da hiç olmazsa bir süre için elini kolunu bağlamadan savaşı durdurmak çok zor.

Erdoğan’ı yenilgiye uğratmanın nereden geçtiği ise aşikâr. Tek başına değil, ama en önemli unsur, Erdoğan ve çalışma arkadaşlarının suçlarının soruşturulması için çalışmak. 17-25 Aralık soruşturmalarının meclise yeniden gelmesini ve MİT TIR’larının deşilmesini sağlamak. HDP’nin bu konuda hiçbir ciddi adım atmadığı ortada. İşte bu, Erdoğan’ı 7 Haziran sonrasında düştüğü durumdan yeniden ayağa kalkıp saldırıya geçmesi bakımından en çok rahatlatan tutum.

Şöyle söyleyelim. Kürt gençleri kömür torbalarını kendi özsavunma mücadelelerinin araçları haline getirmiş. HDP ise başka birtakım “genç”lerin, bakan çocuklarının yatak odasında yakalanan para sayma makinalarını kendi mücadelesinin aracı haline getirdiğinde savaşa karşı en önemli adımı atmış olur. Kısa dönemde bin engel mi çıkar, MHP takoz mu koyar, CHP manevrayla sıyrılmaya mı çalışır? Hiç kuşkusuz! Ama MHP’yi ve CHP’yi nasıl sıkıştıracak, teşhir edecek, halkı kendi yanınıza çekeceksiniz? Doğru politika meyvesini şu ya da bu biçimde verecektir.