Kıbrıs dosyası 1: EEK’e ve DİP’e, Dördüncü Enternasyonal’in Yeniden Kuruluş Koordinasyonu yoldaşlığına dair… Nâzım, Yannis ve Manos: Türkiye’de, Yunanistan’da ve Kıbrıs’ta devrim ihtimali ya da Akdeniz Sosyalist Federasyonu yoldaşlığı

20 Temmuz 2014, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kıbrıs’ın kuzeyini işgale giriştiği tarih. Bu işgali, Rum Kıbrıslıların kuzeyden sürülmesi, yani bir etnik arındırma operasyonu izledi. Onu da 1983 yılında 12 Eylül askeri rejiminin kurdurttuğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC). Bugün Kıbrıs filen bölünmüş bir ülke. KKTC ise Türkiye’nin Kuzey Kürdistan’dan sonra ikinci sömürgesi. Türkiye işçi sınıfı, Kıbrıs’taki bu durumdan sadece zarar görür. Türk Kıbrıslılar ise kendi memleketlerinin bağımsızlığını ve birliğini talep edip duruyorlar. Yani kabul edilemez bir durum söz konusu. 20 Temmuz 1974 bütün bunların başlangıç noktası olduğu için, bu 40. yıldönümü hem Türkiye işçi sınıfı, hem de Kıbrıs işçi ve emekçileri için çok önemli. Önümüzdeki günlerde bu konuda çeşitli yazılar yayınlayacağız. Kıbrıs dosyasını, anlamlı biçimde bir Kıbrıslı devrimci Marksistin yazısı ile açıyoruz.

 

 

 

(İlk iki bölümü Ocak ve Şubat aylarında yayınlanan işgalin 40. yılı yazı serisine Temmuz itibarı ile kaldığımız yerden devam ediyoruz… İlk iki bölümü okumamış olanlar www.gercekgazetesi.net adresinden yazılara ulaşabilirler.)

 

Yol’un kendi hikâyesi vardı.

Birileri duvara fırçayla yazmıştı bunu.

Tek sözcükten ibaretti: Özgürlük!

Ve sonradan dediler ki çocuklar yazdı.

 

Ve sonra çok zaman geçti üzerinden ve hikâye

Kolayca unutuldu, kalplerden anıdan ibaret kaldı.

Duvarda “müthiş fırsatlar” yazıyordu artık:

“Mağaza fırsatlarla dolu!”

 

Pazar günleri sabahtan dolu kahvehaneler,

Ve sonra futbol, bahisler ve kavga.

Yol’un kendi hikâyesi vardı.

Ama sonradan dediler ki çocuklar yazdı.

-Manos Loizos

 

                                                                                                                           

Türkiye’de yapılmış olan soykırımlar, sürgünler, tehcirler konuşulurken romantik vicdan muhasebelerinin ötesinde anlatılmayan bir hikâye vardır: Katledilen ve sürülen Ermeniler, Rumlar, Yahudiler Osmanlı coğrafyasında çokuluslu bir sosyalist devrimin 19. Yüzyılın son çeyreğinden Mezopotamya’dan ve Anadolu’dan sökülüp atılana kadar geçen sürede öncüsü niteliğindeki ilk kadrolarıydı. Politik programları çağın çok ilerisindeydi. Komünist Manifesto’nun 1887 tarihinde Ermeniceye çevrildiğini biliyoruz. Sait Çetinoğlu’nun çalışmalarından biliyoruz ki Ermeni devrimciler İran, Suriye, Lübnan, Mısır, Yunanistan ve Bulgaristan komünist partilerinin kuruluşunda öncü roller oynadılar. Soykırımlar ve sürgünler yalnızca sermayenin Türkleşmesini ve Türk kapitalist sınıfının ortaya çıkışını sağlamadı. 1896 yılında İkinci Entenasyonal’e “Fabrikalarımız da yok, burjuvazimiz de yok… Ama sizin insanlığın sosyalist geleceği üstüne görüşünüzü paylaşıyoruz.” diye yazan Ermeni Devrimci Federasyonu gibi Mezopotamya’nın Balkanlar’ın ve Ortadoğu’nun en ücra köşelerinde sosyalizm bayrağı yükselten ilk devrimcileri boğmak için de yapıldı bu büyük soykırım dalgası.

“Balkan Sosyalist Federasyonu” şiarının ön tarihi

Genellikle 19. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan farklı uluslardan ve dinlerden devrimci örgütler akademinin gardiyanları tarafından “dar ölçek”te azınlık olarak tanımlanan ulusal hareketlere indirgenir. Bunun dışında da soykırımlar tarihi anlatılırken Ermeni ve Rum devrimciler unutulur, çoğunlukla hiç yaşamamışlar gibi anlatılır tarih. Bu hareketleri ele alanlar, ortaya çıkışlarını da Fransız Devrimi’nin etkisine bağlayarak ekseni yanıltıcı bir hatta kurarlar. Şüphesiz ki Fransız Devrimi’nin etkisi tartışılmazdır. Fakat tarihin farklı bir dönemecinde kendi özgüllükleri olan uluslararası durumun baskısı altında ortaya çıkan bu hareketler Osmanlı’nın çokuluslu karakterinden beslenmişler. Örneğin Ermeni devrimcisi Tigran Zaven 8 Ekim 1906’da şöyle yazar: “Türkiye’de tek bir olanak vardır: Büyük Devrim… Ermenileri, Türkleri, Kürtleri, Süryanileri, Yezidileri, Dürzileri, Rumları, Yahudileri, Arapları, Arnavutları ve Makedonları köle eden bu rejim, bütün bu halkların ve ırkların birleşik güçleriyle devrilmelidir.”

Çokuluslu devrim savunusunun yanında Osmanlı’nın coğrafi dağınıklığından kaynaklı olarak devrimci mücadeleleri merkezileştirememişler ve bu durum daha sonra ortaya çıkacak yenilgilerin temel dinamiklerinden birine dönüşmüştür. Uluslararası durumun mıknatıs etkisiyle bir araya toplanmaya çalışmışlar ve uluslararası devrimin parçası olduklarını inkâra kalkışmak bir yana, mümkün olduğunca programlarını uluslararası devrimle iç içe yazmışlardır. Bunda şaşıracak bir taraf yok. Çünkü 1848 devrimci dalgası içerisinde yetişmiş Ermeni gençlerinin yetiştirdiği yeni kadrolar tarihi yapmak için mücadele etmektedirler…

Bu hareketler ulusal sorunların bağrından çıkmış olmasına rağmen kendisini ulusal taleplerle ve ‘burjuva demokratik devrim’in görevlerini tamamlamakla sınırlandırmaz. Hem kendi içlerinde hem de uluslararası ölçekte tartışmanın bir parçasıdırlar:  Hem ulusal hem de Balkanlar ölçeğinde bir birliğin nasıl sağlanacağı yönündeki tartışma sınır tanımaz bir enternasyonalizm örneğidir. Bunda hiç şüphesiz Bolşeviklerin büyük etkisi vardır. Ortaya çıkışları itibariyle bu devrimci hareketlerin birçoğunun “sosyal sorun” ile “ulusal sorun”u bir arada ele almak gibi bir çabası vardı. Ermeni devrimcileri “kadın sorunu”nu da gündem maddesi yaparlar. 150 sene önce ortaya konan bu çaba günümüzden baktığımız zaman çok ileride ve hayranlık vericidir.

Soykırımlarda öldürülen ulusların mensupları liberal vicdan yıkamalarıyla anılırken, tarih hep eksik ve yarım yamalak anlatılır. Soykırımlarda katledilen ulusların öncü devrimcileri ulusal duvarlar inşa etmek için yurtseverlik mezarlığına girmediler. Onlar için ulusal sorunların çözümü genel olarak doğu sorununun devrimci çözümü için dar-ölçekli ulusçulukların üzerinden sıçrama çabası ile Balkanlar’ın, Ege’nin ve Akdeniz’in bir kısmının federatif birliğini sağlamak için mücadeleydi.

Bugün “Sosyalist Balkan Federasyonu” diye bilinen politik hedefin ebesi, bugün unutulmuş olan, Osmanlı’da çokuluslu bir devrimi hedef olarak önüne koyan Rum sosyalistlerin 1870’lerin ikinci yarısından 90’ların ikinci yarısına kadar ürettikleri politik programlardır. Tarih onları bir sünger gibi emdi, ama unutmadı. Coğrafi olarak dağınık bir imparatorluğun tebaaları olarak özellikle Rum sosyalistleri bu konuda en çok katkıyı çeşitli Balkan, Ege ve Doğu federasyonu önerileriyle Bulgaristan, Mısır, Rusya ve Kıbrıs’ta etkinlik gösteren “seksiyonları”yla ortaya koydular. Rum ve Ermeni soykırımlarını hatırlarken kendini dünya devriminin parçası olarak gören yeni bir çağın şafağının söktüğü zamanın ilk devrimcilerini unutmak olmaz!

Bu dönemi, ayrı ayrı tekil “ulusal sorun”ları hem sosyalizmle bağdaşlaştırma hem de meselelere yaklaşımlar açısından uluslararası solun bugünkü gericileşmesinden çok önce yaşanmış, Lenin’den önce yaşanmış ön-Leninist bir dönem olarak tanımlayabiliriz. Lenin’den önce Leninist uluslar politikasının farklı veçhelerinin farklı zaman ve mekânlarda ifade bulduğu Balkanlar’dan Kafkaslar’a uzanan çok uluslu bir sosyalist devrimin şarkısıdır bizim denizin ilk devrimcilerinin hikâyesi: Soykırımlar, sürgünler, tehcirler ve katliamlar dalgası sarmalında kıyma makinesinden geçirilen bu muazzam geleneğin son temsilcisi de son kılıç artığı Hrant Dink’ti…

Soykırımlar için emperyalistler gözetiminde maskeli balolar düzenleyerek özür dileme ritüelleri yapmanın, toplumsal hafıza tazelemekten bahseden liberal amentülerde boğulmanın, soykırım anlatılarını bir kariyere dönüştürmüş akademik zindanın soytarılarının ne tüter ne kokar hallerine baka kalmak tarihi okunamayacak hale sokuyor.

Geçen yüzyılın ilk büyük taarruzunu Mezopotamya’ya yapan Alman emperyalizmi hem Fransız-Britanya emperyalizmlerini hem de Türkiye’nin yerli sermayedarları Rumları-Ermenileri tasfiye etme çabasına kalkışıyordu. Doğuya yayılma politikasının kod adı olan Berlin-Bağdat tren yolu üzerindeki bütün Hıristiyan halkları kıyma makinesinden geçirmesi için İttihatçıları bu konuda teşvik etmekten hiç geri durmadı Alman emperyalizmi. Ege’yi, Anadolu’yu ve Mezopotamya’yı zapt etmek istiyordu. Bunun için nüfusu kontrol etmek şarttı. İttihatçıların programıyla Alman emperyalizminin “Turan” hedefi karşı devrim, etnik temizlik ve Avrasya’ya giden güzergâhta birleşiyordu:

“28 Mayıs-10 Haziran 1915’te İstanbul’daki Alman Sefareti’nin Ermeni Masası Müdürü Dr. Mordtmann ile bir toplantıda, Patrik o sırada Türk hükümetinin başlatmış olduğu tehcirlerin, (Alman yayılmacılığının ideologlarından) Rohrbach’ın bir süre önce Alman Coğrafya Derneği’ndeki bir konferansta sunduğu Rohrbach Planı’nın hayata geçirilmesi olduğunu söylemişti. General von der Goltz savaşın başlamasından sadece birkaç ay önce, Berlin’de halka verdiği konferansta bu tür bir önerinin ana hatlarını sunduğu rapor demişti. Alman-Türk Derneği’nin (Deutsch-Türkische Vereinigung) sponsorluğunda gerçekleşen konferansa Türk sefaretinin görevlileri, seçkin Alman konuklar ve Derneğin üyeleri katılmıştı. Goltz’un da yönetim kurulu üyesi olduğu dernek bizzat Alman Dışişleri Bakanlığı’nın ricasıyla kurulmuştu.” (Almanya Türkiye’deki Rumları nasıl mahvetti, Mihail Rodas, Ekim 2011 Belge Yayıncılık, s.21)

Bu pasajı aktarma sebebim sadece Deutsch-Türkische Vereinigung vurgusu. Yoksa Ermeni soykırımındaki Alman etkisini anlatan milyonlarca alıntı var. 100 yıl önce soykırım planlarının konuşulduğu bu dernek bugünün sivil toplum örgütüne tekabül eder. Kısa bir süre önce, geçen yıl Friedrich Ebert Vakfı tarafından yayınlanan üç cilt kitabın bilgisine vakıf oldum. Kitaplardan birini henüz elde ettim. İsmi şöyle: “Avrupa yolunda döşenen taşlar. Friedrich Ebert Vakfı’nın Sırbistan’da ve Baltık devletlerindeki faaliyetleri”. Kitabın adı zaten kitabın ne olduğunu anlatıyor: Alman emperyalizminin doğuya genişleme politikası. Sovyetler’in dağılmasından sonra Alman vakıf ve sivil toplum örgütlerinin kapitalizmin inşası için nasıl bir rol oynadığı anlatılıyor!

Biz AB ve ABD’nin projelerini, fonlarını, sivil toplum ve vakıf faaliyetlerini eleştirdikçe liberaller bizim çağı anlayamadığımızı söylüyorlar. Düşmandan maaş alıp ona karşı onu kullanabileceğinizi söyleyen bile var aralarında. Sivil toplumculuğun yeni çağın doğa kanunu olduğunu söylüyorlar. Daha neler, neler… Biz çağın karakterini en iyi bilenleriz: Çağ emperyalizm, savaşlar ve devrimler çağı. Ezilen ulusların liberalleri kendilerini çok akıllı, emperyalizmi ahmak sanır. İki hoşbeşle, sahtekâr gülümsemeyle emperyalizme hizmet etmek için etekleri zil çalan liberaller, kendilerini affedeceğimizi ve unutacağımızı sanıyorlar! Onlar emperyalizmin savaş hazırlıklarına nasıl destek verdiklerinin bilincinde olmayabilirler, cepheye taşıdıkları silahlardan haberleri olmayabilir. Kitleleri emperyalizm karşısında ideolojik olarak silahsızlandırmanın suç olmadığını düşünebilirler. Bunları ne biz unutacağız ne tarih. 100 yıl önce Ermeni Soykırımı planlarının masaya yatırıldığı sivil toplum faaliyetlerinde bugün özür dilemenin sosyolojisi, vicdan yıkamanın tüccarlığı, toplumsal hafızanın teferruatları konuşuluyor. Emperyalizm 100 yıl önce bu toplantılara istihbaratçıları, generalleri, banka müdürlerini seferber ederdi, bugünse sosyologlar, antropologlar, akademik zindanın şarlatanlarını seferber ediyor. Tek değişen bu! Kıyma makinesi aynı, militarist makineden gelen sesler aynı. Ama inanın ki bugünün sosyologları 100 yıl öncenin istihbaratçılarından daha tehlikelidir! Kılıç artığı Ermeni ulusunun devrimci evladı Hrant’ın adını anınca bunları yazmak farz oldu. Çünkü benzer vakıf faaliyetleri Hrant’ın adıyla Hrant’ın adı için Hrant’a rağmen de yapılıyor. Aynı Rosa Luxemburg için yapıldığı gibi!

Bizim denizin enternasyonalizm tarihinin üzeri mezbahadır. Ceset dağlarından enternasyonalizmin yer altı suları görülemediği için o suların tadına bakılamıyor. Bir de soykırımlar tarihinin üzeri Avrupa Birliği projelerinin inşaat alanına dönüşünce, toplumsal hafıza tazeleyelim dedikleri yerde, Akdeniz, Balkan, Mezopotamya ve Kafkasların ilk devrimcilerinin isimleri hafızalardan siliniyor. Bir Akdeniz’den bahsetmeden önce tarih öncesini hatırlamak gerek…

Akdeniz enternasyonalizmi: Nâzım, Yannis ve Manos!

“Kalimera hlie, kalimera!”

Bu yazı geç kalmış bir yazıdır… Bu yazı bilincime, 29-30 Mart günlerinde, Ege kanadını Türkiye’den Devrimci işçi Partisi’nin ve Yunanistan’dan Ergatiko Epanastatiko Komma’nın (Devrimci İşçi Partisi) oluşturduğu Dördüncü Enternasyonal’in Yeniden Kuruluş Koordinasyonu’nun topladığı İkinci Avrupa-Akdeniz İşçi Konferansı’ndan sonra Atina’da geçirdiğim günlerde düştü. Bir sokakta Konyalıyla bir sokakta Pontusluyla karşılaştığınız Atina’da… Rastgele girdiğiniz bir restoranın duvarlarında İstanbul ve Symrna… Yani 1922 yangınından önceki İzmir. Yazı işte o günlerde bilincime düştü. Okuduğum tüm tarih kitaplarını birleştirdi. Atina’nın en güzel yanı çocukluğum kokmasıydı. Çok küçükken annemin beni içine oturttuğu portakal kasasına benziyordu Atina. Sokak aralarındaki limon ağaçları bir şehir planlama harikasıydı. Şehrin ara sokaklarından her an bir Kıbrıs çıkacak gibiydi. Karşılaştığımız her insanda Anadolu vardı. Hiç abartmıyorum tanıştığım insanların yarısı iki kuşaktan ya Egeliydi ya Pontuslu. Bu hesapla Yunanistan’ın yarısının Türkiyeli olduğunu söyleyebiliriz. Balkanlardan gelen diğer yoldaşlarda şunu gördüm: Onca savaş, katliam, soykırım, sürgün, devrim, karşı devrim, emperyalist hesaplar, kendi egemenlerimizin düşmanlaştırmaları, mezbahaya dönmüş bir harita, geçmiş olan bunca zaman… Fakat haritayı, kültürleri, insanları bölememişler. İlk defa AKEL’den atılan Plutis Servas’ın kitabında çok erken yaşta karşılaştığım, sonradan Bolşeviklerin yazılarında okuduğum, Kıbrıs Komünist Partisi’nin ilk Bolşevik çekirdeği Neos Anthropos’un-Yeni İnsan’ın yayınlarında bayraklaşan, Osmanlı’nın Rum sosyalistlerinin en yüksek bayrağı “Sosyalist Balkan Federasyonu” sloganının hakikatini ve gerçekten var olduğunu orada limon ağaçları arasında gördüm. 

Bu yazıda enternasyonalizmin hikâyesini başka türlü ve başka veçhelerle anlatma çabasındayız. Dilim döndüğünce ve bildiğimce önce Manos’u anlatacağım. “O dromos eihe tin diki tou istoria…” diyordu 1973 Politeknik direnişi için Kıbrıslı devrimci müzisyen Manos Loizos. Yolun kendi hikâyesi vardı, diyordu. Marx’ın diliyle “anlatılan senin hikâyendir” diyordu. 17 Eylül 1982’deki beyin kanamasından ölümünden sonra 1985 yılında Atina’nın Olimpiyat Stadı’nda Manos’u anmak için 50.000 kişi toplanmıştı. Doğaldır ki Atina’da olduğumuz günlerde Manos düştü bilincime. Manos Türkiye ile Yunanistan arasında köprü olmuş bir Kıbrıslı... Nâzım Hikmet’le Yannis Ritsos’la dünya devrimi kavşağında birleşen hikâyesi yolun hikâyesi olan bir devrimci.

Yannis’ten Nâzım’a…

Nâzım kardeşim yoldaşımız bizim

Merhaba Nâzım

Nâzım

sen bizi öyle çok sevdin

biz seni öyle çok sevdik ki

küçük adınla çağırır herkes seni

herkes sen der sana

Fransa da Rusya da Yunanistan da

Aragon da Nâzım      

Neruda da Nâzım

ben de Nâzım

özgürlük ki adlarından biridir senin

o senin en güzel adın

Merhaba Nâzım

-Yannis Ritsos

Kıbrıs’ta yayınlanan Afrika gazetesinin Pazar Eki’ne genç bir okuru yıllar önce bir mektup göndermişti. Gazete mektubu olduğu gibi yayınlamıştı. Mektupta, Yannis Ritsos’un Nâzım Hikmet’e yazdığı şiiri keşfetmesinin heyecanıyla “İşte gerçek barış bu!” diye haykırıyordu. Gerçek barış Yannis’in Nâzım’la dostluğuydu. Atina’da bulunduğumuz günlerde Yannis’in Nâzım’a yazdığı şiir çıktı yolumuza. Bu iki dünya şairinin dostluğu ve buluşması, Yannis’in Nâzım’ı Yunanca’ya tercüme etmesi “yolun hikâyesi”nin bir anlatımıdır. Kıbrıslı Manos ise Nâzım’ı bestelemek için kısa ömrünü vakfeder. Nice eserinin yanında Nâzım’ın şiirlerinden oluşan kült plağını yayınlar: Grammata stin Agapimeni, Sevgiliye Mektuplar.  

Savaş zamanında işe yaramayan bir enternasyonalizmi ne yapalım?

Enternasyonalizm dünya devrimi için emperyalizme karşı savaşan askeri ve politik önderliğin hareket etme biçimidir. Kardeş halkları sevmek veya tüm savaşlara karşı çıkmak demek değildir. Yurtseverlikle kesinlikle uzlaşmaz. Türkiye solunu şekillendiren “Yurtseverliğin azı seni enternasyonalizme götürür” safsatası tarihin getirdiği nokta itibariyle sosyal şovenizme götürmektedir. Birinci Dünya savaşının 100. yılı sosyal şovenizmin de yıldönümüdür. Emperyalist savaş başlayınca “yoldaşlar dağılalım emperyalist savaşın sonuna kadar kendi hükümetlerimizden yana olalım, savaştan sonra kaldığımız yerden devam ederiz” demiştir Alman sosyal demokrasisi. Rosa Luxemburg da “Savaş zamanında işe yaramayan bir enternasyonalizmi ne yapalım?” diye sormuştur. Enternasyonalizm aynı zamanda savaştan devrim çıkarma sanatıdır. Savaşı politikanın bir aracı olarak kavrayarak, devrimi de savaşı durdurma ve iktidarı ele geçirme stratejisi olarak görme sanatı. Savaş karşıtlığı ile pasifist tarafsızlığı birbirine karıştırmayan, gerektiğinde de dünya devrimi için saldırı savaşını savunacak kadar da “genelkurmay başkanlığı”dır enternasyonalizm.

Türk-Yunan Savaşı’nda bozgunculuk ve Bolşevizm’in tarihi

En berrak ifadeyle Dünya Devrimi Partisi olarak tanımladığımız Enternasyonal aygıtının ulusal partileri bölgesel komutanlıklardır, Enternasyonal ise “Genel Kurmay Başkanlığı”dır. Lenin’in ve Trotskiy’nin öğrettiği ve miras bıraktığı siyaset budur. Walter Benjamin’in ironik üslubuyla “kötü bir bahar şiiri”ne benzettiği “sosyal demokrat parti programı”yla Bolşevizm arasındaki fark savaş ve devrim ilişkisini kavrayıştır. Tabii ki bugün Benjamin’in sosyal demokrat dediği yere sol liberal da yazılabilir.

Sosyal şovenizmin ihaneti ile İkinci Enternasyonal çökmüştü, Şair’in dediği gibi, “el, ayak buz kesmiş, yürek cehennem”. Velhasıl “döğüşenler de var bu havalarda…” Hep ihanet edenleri anlatacak değiliz ya! Akdeniz havzasında “döğüşenler”den bahsedelim.

Yurtseverliğin azı seni enternasyonalizme götürür sözünü söyleyen Yunan iç savaşının Kapetenos’u Mihri Belli söylediği sözün kendi bedeni dışında sosyal şovenizme nasıl koşarak varacağını kestiremedi, hayatının son demlerinde de hatasını kabullenmedi, aynı Rosa Luxemburg’un Polonya ulusal sorununda büyük hata yapıp, Ukrayna sorununda daha büyüğünü yapmayı başarması gibi. Bugün Rosa’nın ve Kapetenos’un doğrularından çok yanlışları tekrar ediliyor. 

Kapetenos, Türk-Yunan savaşında ‘döğüşen’ enternasyonalistleri aktarıyor:

Anadolu’da savaş bütün şiddetiyle sürdüğü bir sırada sendikacı Vasil’i askere alıyorlar. Daha o genç yaşında YKP üyesidir. Kısa bir acemi erat eğitiminden sonra birliği Selanik’te trenlere bindiriliyor, Anadolu’ya gönderileceklerdir.

Vasil anlatıyor:

“Biz daha acemi erat yerindeyken bütün tümeni örgütlemiştik. Takımlara kadar parti komiteleri vardı. Ana slogan ‘Kahrolsun Savaş!’ idi.

Cepheye gönderilmek üzere Selanik istasyonunda vagonlara bindirildik. Yakınlarımız, dostlarımız bizi uğurlamaya gelmişler. Tam tren hareket ettiği anda vagon pencerelerinden yumruklar çıktı. ‘Biz oraya savaşmaya değil, oradaki Yunan askerlerini yurda getirmeye gidiyoruz’ diye bağıra bağıra söylevler veriliyor. ‘Kato polemo!’ sloganı ile Selanik İstasyonu çınlıyor. 

Doğu Trakya’da bir yerde trenden indirildik. Yürüyerek Tekirdağ’a vardık. Orada bekletildik. Baştakiler hakkımızda bir türlü karar veremiyorlar. ‘Bu tümeni Anadolu’ya geçirirsek orduyu bozar’ diyorlardı. Sonunda bizi Ege yöresine sevk ettiler. Orada tümeni bölüp başka tümenlere dağıttılar. Cepheye bu şekilde sevk olunduk.

Ben, olabildiğince Türklere ateş etmedim. Ama hiç ateş etmedim de değil. Bazen saldırıya geçip üstüne üstüne geliyorlar insanın. Ateş etmek zorundasın. Can savunması. Cephede yaralandım. Bizi Bursa’daki Yunan Askeri Hastanesi’ne yatırdılar. Orada da boş durmadık. Yaralıları bilinçlendirdik, örgütledik. Baştakilerin niyeti bizi bir an önce iyileştirip cepheye göndermekti. Biz ise bütün yaralı ve hastaların Yunanistan’a gönderilmesini istiyorduk. Komutanlarla aramızda sürtüşmeler oldu.

O günlerde Kral Konstantin hastaneyi teftişe gelecek dediler. Ayakta durabilen yaralıları hastane bahçesine çıkardılar. Kaputlarımız sırtımızda. Hemen herkes boş bir konserve kutusunu kaputunun altına gizlemiş, Konstantin’i bekliyoruz. Kralın otomobili uzakta durdu. Konstantin indi, bize doğru yürüyor. Ben kol başındayım. Yeteri kadar yaklaşınca ‘Haydi çocuklar!’ diye bağırdım. Konserve kutularını hep beraber krala doğru fırlattık. Birkaçı ayağına kadar vardı.

Bu hareketimizden bir süre sonra, ‘isteğiniz kabul edildi. Yunanistan’a gideceksiniz’ dendi bize. Mudanya’dan gemiye bindirildik. Gemi Çanakkale’den çıktı, güneye yöneldi. Bir de baktık İzmir körfezinden içeri giriyoruz. Başımıza konan muhafız askerlerinin silahlarını baskınla ele geçirdik. Gemiye hakim olduk. Kaptanı, rotayı Pire doğrultusuna çevirmeye zorladık. O rotada tam Ege’ye açılmıştık ki Yunan donanması bizi kuşattı. Averof zırhlısı da orada. Top namlularını bize çevirmişler. Görüşmeler başladı. Önerileri şuydu: İzmir’e dönecektik. Orada bizi hastaneye yatıracaklar, ilk fırsatta Yunanistan’a göndereceklerdi. İster istemez kabul ettik. Zaten geminin kömürü tükenmek üzereydi, Pire’ye varamazdık. İzmir’e doğru tornistan ettik. Sözlerini tuttular. Bizi bir süre sonra gerçekten Yunanistan’a gönderdiler.”                                                                                                         

(Mihri Belli, Gerilla Anıları, s. 145-146)    

Yunanistan Komünist Partisi’nin YKP olmadan önceki isminin 1924’e kadar SEKE –Sosyalist İşçi Partisi- olduğu bilgisini vererek devam edelim.

Marksist tarihçi Panayot Noutsos şöyle yazar:

Birinci Dünya Savaşı’ndan ve Yunan ordusunun Anadolu’yu istilasından sonra, İzmir’de kendilerini Rosa Luxemburg’a yakın hisseden ya da çeşitli sosyalist “okullar”la sistemli bir biçimde ilgilenen bir takım aydınlar ortaya çıktı. Bunlardan biri de, Cenevre Üniversitesi’nde doçent olan, hukukçu Evdokimos Dourmousis’ti. Gerçekte, Sosyalist İşçi Partisi’nin (SEKE) savaş-aleyhtarı bildirisini yaymak ve onu gerek Rizospastis gazetesini, gerekse kendilerinin “can sıkıntısı saatleri”nde hazırlanmış Funta ve Arambas gibi dergilerini dağıtmak amacıyla ilk hücrelerini kuranlar, Anadolu cephesindeki askerlerdi. 

(Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher içinde s.129)   

Kısacası İzmirli Rum sosyalistler de bozgunculuk faaliyetlerine katılır.

SEKE’nin ve YKP’nin bugün “resmi tarih”ten silinen önderi Pantelis Pouliopoulos’tan bahsetmeden geçmeyelim. 19 Yaşında SEKE’ye katıldı, YKP Genel Sekreterliği yaptı, Türk-Yunan savaşında cephede yürüttüğü bozgunculuk faaliyetlerinden dolayı tutuklandı. Komintern’de YKP delegeliği yaptı. Sonrasında Uluslararası Sol Muhalefet’e katıldı, Yunanistan devrimci Marksist hareketinin kurucusu oldu. Dördüncü Enternasyonal’in kuruluşunda yer alan OEKDE’yi kurdu. Metaxas diktatörlüğünde tutuklandı ve İtalyan faşistler tarafından idam edildi. Marx’ın Kapital’ini Trotskiy’nin İhanete Uğrayan Devrim’ini, Buharin’in Tarihsel Materyalizmin Tarihi’ni ve Kautsky’nin Marx’ın Ekonomik Teorileri’ni Yunancaya çevirdi. Yunan Stalinizmi resmi tarihinden silse de enternasyonalizm tarihinde “savaş zamanı” enternasyonalisti ve dünya devriminin bir militanı olarak yaşıyor.

Türk-Yunan savaşında Yunanlı enternasyonalistlerin cephede yürüttükleri bozgunculuk faaliyetlerini aktarmaya devam edelim. Bülent Gökay bozgunculuk faaliyetlerini toparlıyor:

“(…) KOMINTERN’in rolü de anılmaya değer. Yunan ordusu saflarında yer alan Yunan komünistleri ve Bolşevik ajanları, ordunun moralinin zayıflamasına epey katkıda bulunan geniş bir propaganda kampanyası yürütüyorlardı. Balkan Komünist Federasyonu (1920 Sofya’da kurulmuştu) bütün komünistleri Anadolu’daki Yunan seferine karşı çıkmaya çağırmıştı. Bu istek en etkili karşılığını KKE tarafından 1921 Mayısı’nda özel bir komite –Cephedeki Komünist Askerler Merkez Komitesi- kurulmasında bulmuştu. Komitenin temel amacı Anadolu’daki Yunan ordusu içindeki savaş karşıtı çalışmaya tam yerinde öncülük etmekti. KKE ve Balkan Federasyonu cepheye, Yunan ordusu içinde gizli çalışma yürütmek üzere profesyonel devrimciler ve ajanlar gönderdiler. Bunların görevi, propaganda yoluyla ordunun moralini bozmak ve sabotaj ve iş bırakma eylemlerinin örgütlenmesinde ‘Cephedeki Komünist Askerler Merkez Komitesi’yle yan yana çalışmaktı. Bu arada da Yunanistan’da da savaş karşıtı bir propaganda kampanyası başlatan KKE, Anadolu seferberliğine karşı grev ve gösteriler düzenleyerek savaş çabalarını baltalamaya çalışıyordu. Prefesör Noviçev, ‘1921 Temmuz’undaki Komünist Enternasyonal Üçüncü Kongresi’nde KKE temsilcisi 100.000 firari ya da askeri görevini yapmayan adamın Yunan Ordusu’nu felç ettiğini açıkladı.’ diye yazar.  

Türklerin 1922 Ağustos’undaki son taarruzunun hemen öncesinde, KKE geniş bir savaş karşıtı kampanyaya girişti. Kousoulas, KKE’nin komünist militanlarının “Türk Ordusu’nun Yunan hatlarını yardığı 1922 Ağustos’unun kritik günlerinde Yunan birlikleri arasında panik ve bozgunun yayılmasına aracı oldukları”nı yazar. Komünist ajitatörlerin etkisi belki bozgunun temel sebebi değildi; ama Türk ordusu ‘son taarruz’una başladığında Yunan hatlarının daha fazla dağılmasına katkıda bulunduklarını söylemek yerinde olur.”

(Emperyalizm ile Bolşevizm arasında Türkiye, Agora yay., s.185-6)

Stalinizmden önce ve sonra Yunanistan Komünist Partisi ve Kıbrıs tarihi

Stalinizmin hakimiyetini tamamen sağladığı döneme kadar Yunanlı ve Kıbrıslı komünistler enternasyonalizm, işçi sınıfının sınıf bağımsızlığı, Britanya sömürgeciliğine karşı mücadele ve ulusal sorun konusunda Bolşevizmin kazanımlarıyla hareket ederler. Yukarıda ismini andığımız YKP genel sekreterlerinden Pouliopoulos’u partiden ayrılmasından ve Uluslararası Sol Muhalefete katılmasından sonraki dönem ile birlikte YKP’de Kıbrıs konusunda şovenist makas kırılması yaşanır. Aynı dönemde Kıbrıs Komünist Partisi’nin (KKK) öncülü olan Neos Anthropos-Yeni İnsan gazetesini çıkaran, Sosyalist Balkan Federasyonu şiarını Kıbrıs’a taşıyan Dr. Nikoas Yiavopoulos  KKK’dan Trotskist olduğu gerekçesiyle atılır. Sonrasında, Stalinizm tarafından Britanya emperyalizmi için evcilleştirilmiş AKEL’de şovenizmi ve Yunanistan’la birleşme çığırtkanlığını yavaşlatabilecek herhangi bir bariyer kalmaz. Yurtseverliğin azı AKEL’i ve YKP’yi sosyal şovenizmin ve Britanya emperyalizminin su taşıyıcılığına götürür. Kıbrıs işçi sınıfının Türkü, Rumu, Ermenisiyle en militan mücadeleleri verdiği bir dönemde YKP’nin ve AKEL’in çizgisi sosyal şovenizmle işçi sınıfı hareketini dağıtır. Türk Kıbrıslı işçileri TMT teröründen önce AKEL’in sosyal şovenizmi vurur. 40’lı yılların ikinci yarısının ilk günlerinde AKEL özerklik sloganı doğrultusunda zikzak politikaları izlese de YKP lideri Zahariades’in AKEL’i Yunanistan’la birleşme için silahlı mücadeleye çağırmasıyla geri dönüşü imkânsız şovenizm bataklığı açılmış olur. 1949 yılına geldiğimizde AKEL lideri olan Papayuannu  Kilisenin sloganını parti bayrağına yazar: “Enosis ve yalnız Enosis!” Kilise ile gericilik yarıştırmanın ise sonu yoktur: 1947 Yılında Londra’da yapılan Britanya İmparatorluğu Komünist Partileri 1. Konferansı’nda AKEL temsilcisi Fifis Yuannu, Enosis yanlısı politikayı yeniden açıklar. Bu sayede Ulusal Birlik Cephesi’nin minimum programının sağlanacağını söyler. Bu yolda Kıbrıs’ın sağ kanat milliyetçileri ile ittifaka gidilebileceğini söylemesi, diğer temsilciler arasında tepkilere yol açar. (Aktaran Ahmet An, Kıbrıs Dün ve Bugün, derleyen M. Kürkçügil içinde s. 173-4 ) Türk yayılmacı saldırganlığının, sömürgeciliğin ve emperyalizmin yanında Stalinizmin yarattığı sosyal şovenizm ve sınıf işbirlikçiliği bataklığı Kıbrıs tarihini içine çektikçe çekmektedir. Sonrasında AKEL, faşist Grivas ile “Self-determinasyon mücadelesinin başarıyla yürütülmesinde, ideolojik ya da kişisel farklılıklardan bağımsız olarak, halk içinde genel bir birlik olması gerektiği konusunda anlaşma”ya varır. (Makarios Druşotis, 1970-74, Galeri Kültür Yayınları, s. 54)

Gericiliğe doğru atılmış ilk adım, Kıbrıs tarihinin bu noktaya gelmesinde emperyalizm kadar, hatta ondan daha fazla yargılanmadığı sürece, aynı etnik-yurtseverlik saplantılarının Kıbrıslıları nasıl parçaladığı anlaşılmayacaktır. 

Kalimera hlie, kalimera!

Nazım’ın Yannis’in ve Manos’un yollarının kesişmesi tarihin, coğrafyanın ve uluslararası devrimin bileşik karakterinin bir sonucuydu. Onların yoldaşlık edebilmesinin koşullarını Bolşeviklerin ve Balkan komünistlerinin Türk-Yunan savaşındaki bozgunculuk faaliyetleri mümkün kıldı. O günün bozgunculuğu, sonrasında halkların kardeşleşme dinamiklerinin gelişmesinin önünü açtı. Tarihte hiçbir mezar boşuna kazılmamış, hiçbir kazma boşuna vurulmamıştır. Tarihin bir döneminde ekilmiş tohumlar hiç beklenmedik zamanlarda yeşerir. Tarih tohumları unutsa da tohumlar ekildikleri coğrafyadan sökülüp atılamazlar. Tarih şekillenmesini sürdürür. Kıbrıs gibi kendi kendini bataklığa çevirerek bilinçlerde dünyadan soyutlamayı başarmış bir ülkenin ekmeğini yemiş suyunu içmiş biri kolay kolay iyimserliği tadamaz. Kötümserlik Kıbrıs’ın doğasındandır. Fakat bu yazının yazılmasına sebep olan Akdeniz-Avrupa İşçi Konferansı’ndaki “şok” durumu o güne kadar okuduğum tarih kitaplarındaki parçaları birleştirmeme yardımcı oldu... Büyük şair Kavafis’in Kent şiirini anlamak için enternasyonalizm tarihinin başlangıcındaki Rum sosyalistleri hatırlamak gerekliydi. Kıbrıs’ı Yunanistan’ı ve Türkiye’yi birleştirebilmek için Manos’u hatırlamak şarttı.

İlk politikleştiğimiz günden itibaren Kıbrıs’ta hep ulusal sorunun nasıl çözüleceği başat sorusuyla yorduk kafalarımızı. Herkes tarihi bir yanından tuttu. Kimlik sorununa takılanlar orada kaldılar. Haritaların ve coğrafyaların sosyalist federasyonundan bahsedenler hayalcilikle suçlandı. 1870’lerden bugüne gelirken bizim coğrafyanın devrimcileri Balkanlar’dan Kafkaslar’a federasyon planları yapmaktan “tek belediyede sosyalizm”e kadar küçülttü ölçeğini. Yamyamlıkla sosyalizm arasına sıkıştığımız bu dönemde bize kalan tek yol Yannis’in Nazım’ın ve Manos’un federasyonu…

Manos’un Nâzım’ın “güneşi içenlerin türküsü” tadında bir şarkısı vardır. PASOK tarafından çalınmış bir devrim şarkısı. Kalimera hlie, kalimera! Günaydın güneş, günaydın!

Güneşi zapt edeceğiz ve içeceğiz

Trampetlerimizle ve zurnamızla

Günaydın güneş, günaydın