Askeri ve ideolojik silahsızlanma

Türkiye’nin en büyük Marksistlerinden biri olan Nail Satlıgan’ı 28 Nisan tarihinde yitirdik. Geçen sayımızda ve Gerçek sitesinde, Satlıgan’ı çeşitli biçimlerde andık. Bundan sonra bir süre boyunca onu gazetemizin onur yazarı olmaya davet edeceğiz. Her sayımızda bir başka köşe yazarımız kendi köşesini ona açacak.

1990’lı yıllarda Özgür Gündem geleneğinde yayınlanan gazetelerde köşe yazarlığı yapmıştı; o gazetelerde yayınlanan yazılarının bazılarını yayınlayacağız.

Bu sayımızda, Nail Satlıgan’a köşesini açan, onun 40 yıla yakın süre boyunca yoldaşı ve yakın arkadaşı olmuş olan Sungur Savran. Aşağıda yayınlanan yazı, okuru içeriğinin tazeliği ile çarpıyor. 14 yıl öncesinden bugünün sorunlarına ışık tutmayı mümkün kılan, Marksizmin kılavuzluğudur.

Bakışyazarı kimi sevgili dostların son günlerdeki köşe yazılarından bir iki alıntıyla söze başlamak istiyorum. “Öcalan İmralı’da, ‘benden sonra tufan olur, olmasın’ diyor.

“Öcalan üç net şey söylüyor:

“ Birincisi, ‘Ben imha edilirsem, kaos olur, şiddet ve savaş tırmanır, bundan Türk ve Kürt halkı onulmaz zararlar görür’ diyor. Bence bu bir tehdit değil, nesnel bir saptama.

“İkincisi, ‘Bu ortamda, Türkiye’ye kurulmuş olan tuzak başarıya ulaşır. Bundan da bütün Anadolu zararlı çıkar’ diyor. Bu da bir temenni değil, bir öngörü.

“Üçüncüsü, Bürün bunların olmaması için, ortak bir vatanda, eşitlik, özgürlük, karşılıklı kimlik ve çıkarlara saygılı, hoşgörülü bir demokratik ortamda barışçıl ilişkiler içinde yaşayabilmeyi başarmalıyız, bunun koşulları yaratılmalıdır. Anadolu sevgisi de ortak zeminimizi oluşturmalıdır’ diyor. Bu da onun önerisi.” (Haluk Gerger, “İki Çizgi” 23.6.1999, s.4)

“Bugün Öcalan’ın yaşamını savunmak, aynı zamanda barışı savunmaktır ve bu her zamankinden de daha acil ve önemli bir görev olarak ortaya çıkmaktadır... Öcalan’ın yaşamını savunmak, şoven bulutların dağıtılması, sınıf farklılıklarının ve gereklerinin (?) yeniden berraklaşmasıdır. Türk halkının, değişik milliyetlerden işçi sınıfının sorunlarının, başka her türlü sorundan daha önemli olduğunun ve onun çizgisinin, yaşanan sorunlara kalıcı çözüm getirme yeteneğine sahip olduğunun görülebilmesi olanağını verir. Öcalan’ın yaşamının savunulması belki de Kürtlerden fazla Türklerin; daha spesifik olarak da sınıf mücadelesinin savunucusu sosyalistlerin büyük bir ihtiyacıdır. Özellikle sosyalistler, anın tek görevi olarak bunu benimsemek durumundadırlar. Sadece enternasyonalizm, insancıllık vb. adına değil, bizatihi sınıf mücadelesinin stratejik konumunu etkileyebilecek durumdaki, şu anki taktik çıkarları adına.” (İrfan Cüre, “Örnek Bir Girişim,” 24.6.1999, s.6)

***

Yukarıda söylenenlerin hiçbirine temelli bir itirazım yok. Dahası siyasal-toplumsal gelişmelerle ilgili öngörüler kesinlemelere cevaz verdiği ölçüde bunları doğru buluyorum. Gel gelelim H. Gerger’in deyişiyle, “bizler, yani Kürtler, işçiler, emekçiler, sınıfın sosyalist kadroları ve temsilcisi devrimcilerin, gelişmelere aktif olarak müdahale edebilmemiz, müdahil olabilmemiz, karar alma süreçlerine katılabilmemiz” (“Öneri ve Tavır”, 24.6.1999, s.4) bu perspektifin başarısı için gerekli bir koşulsa aklıma bazı ihtirazı kayıtlar gelmiyor değil. Bunların niteliği konusunda bir fikir verebilmek için – tüketici olmaya çalışmadan ve bu anlamda Savunma (Abdullah Öcalan, Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi, İstanbul, Mem Yayınları, 1999)’nın tam hakkını vermediğimin bilincinde olarak – birkaçına değinmek istiyorum.

Birinci olarak,Türkiye solunda yaygın olarak sanıldığı, o arada Gerger’in de öne sürdüğü gibi “demokratik cumhuriyet”, “burjuva demokratik devrimin tamamlanması” olarak yorumlanabilir mi? Aynı tez, gerek “İkinci Cumhuriyet” tasarısıyla gerekse ÖDP’nin “özgürlükçü demokratik cumhuriyet” şiarıyla ilgili olarak da ortaya atılmıştı. Bence ikisi arasında hiçbir ilişki yok. Dünya solunun tarihinde, emperyalizme bağımlı, az gelişmiş burjuva (ya da milli) demokratik devrim perspektifi çevresinde yapılmış tartışmaları şöyle bir hatırlayalım. Bu tür ülkeler için formüle edilmiş bütün demokratik devrim programları, egemen sınıfların, tümüyle değilse bile önemli ölçüde mülksüzleştirilmesini öngörürler. Birer demokratik devrim sonunda kurulduğu iddia edilmiş rejimlerin pratiği de bu yönde gelişti. Savunma’da önerilen şekliyle “demokratik cumhuriyet” çözümünün ise mülkiyet ilişkilerine her türlü köklü müdahaleyi dışladığı açık olduğuna göre bununla siyasal ya da toplumsal anlamda herhangi bir devrim arasında bağ kurmaya çalışmaktan vazgeçmek en doğrusudur.

***

İkinci olarak,Savunma “demokratik sosyalizmin en iyi ifadesi olarak” nitelendirilebilir, “çöken bürokratik reel sosyalizmin aşılması”, “demokratik sosyalizmin manifestosu” (Özgür Politika, 23.6.1999) olabilir mi? Sosyalizm “sosyal”den gelir. Toplumsal mülkiyet üzerinde yükselmeyen, bu anlamda özel mülkiyeti aşmayan bir düzen demokratik olabilir; ama sosyalist olamaz. Demokratik sosyalizmin “manifesto’su, sosyalizmi kurma çabalarının bürokratik yozlaşmaya uğradığı tarihten bu yana, yani yaklaşık üç çeyrek yüzyıldan beri yazılıyor. Ayrıca mülkiyetin sosyalleştirilmesinin sosyalizmin ayrılmaz bir parçası olduğu yolundaki bu görüş “piyasa sosyalizmi” konusundaki tartışmalardan da bağımsızdır. Gerçi piyasa sosyalistleri, piyasanın varlığını, sosyalizmin demokratik olması için bir önkoşul olarak görüyorlar; ama onlar da, tasarımlarını, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin tasfiye edildiği, hiç değilse önemli oranda geriletildiği bir temel üzerinde geliştiriyorlar.

***

Üçüncü olarak,Türkiye’nin Balkanlar, Orta Doğu, Kafkasya ve Orta Asya’da “bölgesel önderlik” konumuna yükselme olasılığı, Kürt sorununun barışçı bir çözüme kavuşturulmasının getireceği bir “temettü” olarak gösterilebilir mi? Böyle bir dış siyaset hedefi, ister istemez, komşularla dayanışmayı değil, rekabeti, “alt emperyalistleşme”yi, “süper devletler”den birinin ya da birkaçının, “taşeron”u olmayı beraberinde getirir. Dışarıda yayılmacılık içeride gericileşmeyi davet eder. Bundan eninde sonunda Kürt sorunu da zarar görür. Türkiye solu, öteden beri temel dış siyaset ilkesi olarak bölgesel çekişmeyi değil, iş birliğini savunmuştur. Sosyalist hareketin, değerleri kanıtlanmış gelenekleri alanına giren hemen her konuda olduğu gibi burada en iyisi “bid’at”ten kaçınmaktır.

***

Dördüncü olarak,“2000’li yılların zaferini kesinleştiren demokratik sistem”den (a.g.e., s24) ne derece söz edilebilir? Bence bu konuda dünya çapında tanık olunan gidiş, “demokratik sistem”in bir yandan yaygınlaşırken öbür yandan anlam ve içeriğinin gitgide önemsizleşmesidir. Kitlelerin hayatını yakından ilgilendiren kararlar, her geçen gün hızlanan bir süreçle siyasetin, dolayısıyla “demokrasi”nin alanının dışına itiliyor ve piyasa istibdadının keyfiliğine terk ediliyor. Kitleler, bir başka deyişle seçmenler de bunun farkında. Nitekim son Avrupa (Birliği) Parlamentosu seçimlerinde Fransa gibi önemli bir ülkede seçmenlerin yarıdan fazlası, sandık başına gitmeyi gereksiz buluyor. ABD’de yetişkin yurttaşların dörtte birinin oyunu alan bir kişi, dünyanın en büyük iktisadi gücünün, en öldürücü savaş makinesinin başına geçebiliyor. Bu zatın ikincisi üzerindeki belirleyiciliği ne kadar mutlaksa birincisi üzerindeki etkisi o kadar sınırlı oluyor. Leslie Lipson gibi tutucu siyaset bilimcilerin çoktandır savundukları “demokrasinin zaferi” tezini doğu blokunun çöküşünden sonra Francis Fukuyama, Hegel’ci bir cilaya büründürerek, “tarihin sonu” adıyla yeniden piyasaya sürdü. O bile, “siyasal liberalizm”in dünya iktisadi bunalımı karşısındaki çaresizliğini görünce, kendisini bir anda ünlü kılan bu slogandan vazgeçme eğilimi gösteriyor; bu kez “demokrasi” öncesi bir toplumsal örgütleniş biçimi olduğu şüphe götürmeyen “cemaatçilik”ten medet ummaya yöneliyor.

***

Bu yazıda alıntıladığım görüşlere katılıyorum. İçinde bulunduğumuz anda hiçbir şey, barbarlığın defedilmesinden önemli değildir. Bunun ilk adımı, çatışmanın hemen durdurulması, bunun olmazsa olmaz koşulu da, taraflardan birinin tez elden silahsızlan(dırıl)ması olabilir. Bunda bir tek bireyin rolü vazgeçilmez olabilir. O zaman onun hayatının savunulması başka her şeyin önüne geçer. Ama barışın kazanılması için askeri silahsızlanma ne denli gerekliyse, on yılların teorik kazanımlarının yadsınması anlamına gelecek bir ideolojik silahsızlanma o denli gereksizdir. Kaldı ki bu ikincisi, Savunma ile güdülen siyasal amaca da yardımcı olmaz; ona ters düşer.

 

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Haziran 2013 tarihli 44. sayısında yayınlanmıştır.