Üç yıl sonra Gezi, yani halkın isyanı

Dikkatinizi çekmiş olabilir. Gezi’nin yıldönümü yaygın olarak üç-dört gün önce kutlanmaya başladı. İstanbullular için ve belirli bir çevreden gelen insanlar için Gezi 28 Mayıs’ta başlamıştı. Oysa bizim için Gezi’nin yıldönümü 31 Mayıs’ı 1 Haziran’a bağlayan gecedir. Ondan önce Gezi Parkı’na kurulmuş olan çadırlar, bu çadırların yakılması, “kırmızılı kadın” olayı, ağaçların kesilmesine karşı direniş, bütün bunlar önemsizdir mi demiş oluyoruz? Hayır! Öyle şey olur mu? Halk içinden devletin doğayı hoyratça talan etmeye yönelik, adaletsiz ve anti-demokratik uygulamalarına karşı her direniş değerlidir. Kaldı ki bu direniş “Gezi” olarak bilinen tarihi toplumsal hareketi tetiklemiştir. Küçümser miyiz hiç! Ama mesele tam da bu: 28-31 Mayıs arası “Gezi” olarak bilinen tarihi toplumsal hareketi sadece tetiklemiştir. Kendisi değildir. Çünkü Gezi, Gezi Parkı’ndan ibaret değildir!

Başka şekilde söyleyelim: Deminden beri tırnak içinde andığımız Gezi olarak bilinen tarihi toplumsal hareket, bir halk isyanıdır. Bu halk isyanı, İstanbul’dan ibaret değildir. İçişleri Bakanlığı’nın (dünyanın her yerinde daima olduğu gibi toplumsal hareketin gücünü olduğundan daha zayıf gösterdiğine kuşku olamayacak olan) rakamlarına göre 81 ilin 80’inde 3,5 milyonu sokağa çıkartmış bir olaydır. (Biz buna bir o kadarının da muhtemelen evinde tencere tava çalmış olduğu gerçeğini ekleyelim.) Demek ki Gezi İstanbul’dan ibaret değildir. İstanbul kadar Ankara’dır, Adana’dır, Antalya’dır, en önemlisi Antakya’dır. İstanbul Gezi Parkı’nda toplanan 1990 kuşağı ya da kadınlar ya da eşcinseller ya da beyaz yakalılar değildir yalnızca, aynı zamanda Ankara Tuzluçayır’ın “bebeleri”dir, İzmir Çiğli’nin emekçileridir, Antakya Armutlu’nun Alevi halkıdır. Nihayet, İstanbul’un kendisi de Gezi’den ibaret değildir. Okmeydanı’dır, Sarıgazi’dir, Gazi’dir aynı zamanda.

İşte bu büyük halk hareketi 31 Mayıs’ı 1 Haziran’a bağlayan gece saat 2 dolayında birdenbire bütün Türkiye’nin ayağa kalkmasıyla başlamıştır. Ondan önce olan ve o patlamayı hazırlayan ne varsa çok değerlidir, ama halk isyanı olarak Gezi 31 Mayıs-1 Haziran gecesi başlamıştır.

İşte yıldönümü kutlamalarındaki farklılık, “Gezi” diye anılan tarihi toplumsal olayın kavranışındaki farklılıktan kaynaklanıyor. Bizim için halk isyanı, ağaçlara duyulan sevgi kadar Alevilerin nefis müdafaasıdır. Ve başka birçok şeydir.

Halk isyanı ne getirdi?

Türkiye’nin bugün içinde debelendiği yüz kızartıcı girdaba bakan, üç yıl önceki o dev hareketin önemini küçümseyebilir. “Yaşandığı an Gezi’yi çok mu yüceltmişiz acaba?” gibi sorular sorulmasına yol açabilir. Hatta genel olarak isyanların ve devrimlerin önemi konusunda karamsar duygular yaratabilir. Bu bakımdan Gezi ile başlayan halk isyanının sonuçlarını berrak biçimde zihnimize nakşetmekte tarif edilmez yarar var.

Halk isyanının elde ettiği sonuçlar arasında elbette ilk akla gelecek olan, Taksim Gezi Park’a ilişkin planların hiç olmazsa üç sene boyunca rafa kalkmasını sağlamış olması olacaktır. Bunu elde var bir kabul edip ilk anda göze görünmeyebilecek daha da büyük ölçekli sonuçlara, yani Türkiye’nin bütününe etki yapan uzantılara dönelim.

Birincisi, Gezi, Türkiye’ye bir isyan ve ayaklanma ruhu getirmiştir. Sadece yıllardır, hatta onyıllardır çok politikleşmiş olan Kürt toplumuna değil. İlk bakışta kolay fark edilememekle birlikte işçi hareketine de. Türkiye son üç yılda üç büyük kitlesel mücadele yaşamıştır. Gezi’den bir yıl sonra 6-12 Ekim Kobani (Kobanê) serhildanı, Gezi’ye Kürt halkının olumlu cevabı gibidir. İşçi sınıfı ise 2015 Mayıs-Haziran aylarında Bursa’dan Türkiye’nin büyük sanayi merkezlerine dalga dalga yayılan ve on binlerce işçinin katıldığı bir fiili (yer yer işgalli) metal grevi yaşamıştır. Kürtler isyana durmak için Gezi’den öğrenmek zorunda değildi elbette. Ama işçi sınıfının hem Greif örneğinde, hem de fiili metal grevinde 2013 halk isyanının en karakteristik sloganı olan “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” sloganını benimsemesi, Gezi’nin Türkiye’ye bir isyan ruhu getirmiş olduğu önermemize açıklık getiren bir olgudur.

İkincisi, Gezi ile başlayan halk isyanı bütün siyasi ve sosyal saflaşmayı altüst etmiştir. Gazi başladığında Erdoğan gücünün doruğundadır. 2010 anayasa referandumunu bütün siyasi hayatı boyunca elde ettiği en yüksek oy oranıyla (yüzde 58) kazandıktan sonra, oy oranını 2011 seçimlerinde yüzde 49,5’e çıkararak yeni bir zafer daha elde etmiştir. İşte bu ortamda Gezi ile başlayan halk isyanı mavi gökte çakan bir şimşek gibi patlak vermiş, Erdoğan’a çok ciddi bir yenilgi yaşatmıştır. Gezi, hâkim sınıf güçlerinin önemli bölümünün Erdoğan’ın etrafını boşaltmasıyla sonuçlanmıştır. Fethullah Gülen bunların en belirginidir, ama tek değildir. Ona paralel olarak ABD, AB, liberaller ve sol liberaller de AKP’den büyük ölçüde uzaklaşmıştır. O güne kadar, Erdoğan ve AKP’yi az ya da çok destekleyen bu güçlerin amacı Türkiye’yi İslam dünyasına Müslüman demokrasisi örneği ve istikrar kalesi olarak sunmaktı. Oysa halk isyanı ile birlikte Erdoğan’ın Ortadoğu ve Kuzey Afrika için artık bir istikrar unsuru değil bir istikrarsızlık unsuru olduğu ortaya çıkmıştır.

Üçüncüsü, AKP’den kopan cemaatin istihbarat olanaklarıyla ortaya dökülen 17-25 Aralık yolsuzluk bilgileri, Tayyip Erdoğan için (politik anlamda) ölümcül bir tehlike doğurmuştur. 17-25 Aralık sonrasında Erdoğan’ın karşısındaki olasılıklar normal bir politikacının karşısındaki olasılıklar yelpazesi gibi çeşitlilik göstermez. Alternatif, ya mutlak iktidar ve korunma, ya hapistir. Siyasi tarihte, dolaysız olasılıklar açısından bu kadar sert bir ikilik az görülmüştür. Bugün Türkiye’de yeni bir rejime doğru hızla bir gidiş varsa, bunun ana dinamiklerden biri, çelişkileri kimliğinde toplamış olan liderin üç yıla yakın bir süredir bir uçurum karşısında bulunmasıdır. Öyleyse basit bir sonuç çıkarabiliriz: Erdoğan’ın kurmaya yöneldiği istibdad rejimi güçlülüğün değil zayıflığın işaretidir.

Dördüncüsü, Gezi ile başlayan halk isyanı, AKP içinde de büyük bir çatlak yaratmıştır. Bugün Gül’den ve Arınç’tan Babacan’a ve Hüseyin Çelik’e, AKP’nin kurucu ağır toplarının önemli bir bölümünün Erdoğan’ın açıkça karşısında yer alıyor olmasının kökü Gezi sonrası halk isyanına parti içinde verilen iki farklı tepkinin ürünüdür. Bugün bu çatlak her an yeni bir partiye yatak olabilecek bir derinliğe ulaşmakla kalmamıştır; muhtemelen Davutoğlu ekibine doğru da genişleyecektir. Yeni bir parti kurulmuyorsa, bunun nedeni muhalif ekibin hâlâ AKP’yi Erdoğan’a hediye etmeme, partiyi bir bütün olarak kazanma umudunu sürdürmelerindendir.

Beşincisi, halk isyanı büyük halk kitleleri içinde de bir yeniden dizilme dinamiği yaratmıştır. “Her yer Taksim, her yer Lice!” sloganının simgelediği şey, Gezi’ye katılan büyük Türk kitlelerinin Kürt halkının bu zalim devlet karşısında onyıllardır neler yaşadığını yavaş yavaş kavramaya başlamasıdır. 7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP’nin çok küçük bir azınlığın beklediği bir büyük zafer kazanmasının ardında işte bu süreç yatıyor. HDP’ye Türkiye’nin batısından, özellikle İstanbul ve İzmir gibi kentlerden akan oy bunun ürünüdür. Selahattin Demirtaş’ın siyasi parlaklığı ve daha da önemlisi “seni başkan yaptırmayacağız” çizgisi bunu pekiştiren bir etki yaratmıştır. HDP’nin Kürt bölgesinde yaşadığı oy patlaması ise 6-12 Ekim serhildanı sırasında Kürt halkının eskisine göre çok daha geniş kesimlerinin Erdoğan’a karşı bir hınç duymasının (“Kobani düştü düşecek”) sonucudur.

7 Haziran Gezi’nin ürünüdür

Bu son söylenenlerden Türkiye’nin güncel politikası konusunda son derecede önemli bir sonuç çıkıyor: 7 Haziran seçimlerinde Erdoğan ve AKP’nin uğradığı yenilgi, Gezi sonrası halk isyanı ile 6-12 Ekim serhildanının sandığa tercümesidir.

Bildiğimiz kadarıyla Türkiye solunda bu sonucu çıkaran başka bir odak yoktur. Bu yüzden de Gezi sonrası Türkiyesi’nin solda doğru biçimde kavranmasında ve buna uygun politikalar belirlenmesinde büyük handikaplar mevcuttur. Bu söylediğimize HDP dâhildir. HDP 7 Haziran’ı parlamenter bir zafer olarak anlamıştır. Oysa sokaklarda ve meydanlarda verilen mücadelenin sandıkça tescilinden başka bir şey değildir 7 Haziran. Klasik Marksist gelenekte Engels’ten ve Lenin’den bu yana “parlamenter sığlık” (Frenkçesi “parliamentary cretinism”) olarak adlandırılan siyasi hata, solda Gezi’den beri en temel yöntem hatalarından biri olagelmiştir.

Erdoğan Gezi sonrası halk isyanında öylesine ciddi bir yenilgi almıştı ki, bütün bir dönem (tam tamına 31 Mayıs 2013-20 Temmuz 2015 arası iki yıl) bu yenilginin damgasını taşıyordu. Solu hem 2013 Eylül ayından itibaren, hem 17-25 Aralık ertesinde parlamentarizme karşı uyardık: 30 Mart 2014 yerel seçimlerini ve Ağustos 2014 cumhurbaşkanı seçimini Tayyip Erdoğan’ın kazanacağı belli idi. Çünkü esas güçlü olduğu alan oydu. Kazandı ve biz buna rağmen Erdoğan’ın zayıf durumda olduğunda ısrar ettik. Bütün mesele doğru yöntemlerle ve doğru zamanlama ile üzerine gitmekti. 7 Haziran doğru yapılan tek iş oldu. Ama sonra onun getirdiği bütün kazanımlar çarçur edildi.

Altıncısı ve en önemlisi, Gezi ile başlayan halk isyanına kadar herkesin gerçekleşmesine çok ciddi bir olasılık olarak baktığı başkanlık sistemi, isyandan sonra uzunca bir süre konuşulmaz oldu. 7 Haziran projenin bu iflasını pekiştirecek bir dönemeç noktası olabilirdi. Ne var ki, 7 Haziran ertesinde durum bir kez daha radikal biçimde değişecek, AKP 1 Kasım seçimlerinde yüzde 49,5 oranına yeniden tırmanarak mecliste çoğunluğu yeniden ele geçirecek, başkanlık sistemi yeniden Türkiye’nin gündemine oturacaktı. 10 Ekim Ankara katliamından sonra seçimin seçim olmaktan çıkması, propagandanın sadece AKP tarafından tek yönlü olarak yapılabilmesi, hele hele HDP’nin miting, seçim bürosu açılışı, konvoy ve benzeri kitle eylemlerinden bütün bütüne vazgeçmesi dolayısıyla propagandanın yapılamadığı bir bağlamda gerçek bir seçim değil, sadece bir “oylama”nın yapıldığını saptayarak biz 1 Kasım seçimlerine “hayalet seçim” adını takmıştık. İşte bu “hayalet seçim”dir ki Türkiye’nin bütün dengelerini yeniden alt üst etmiştir.

Bugün Türkiye kendine “fiili başkanlık rejimi” diyen bir uygulama altında kıvranıyorsa, bu, Gezi’nin yarattığı muazzam olumlu dalganın 20 Temmuz Suruç bombalamasından sonra Kürt savaşının yeniden başlatılması ve 10 Ekim Ankara katliamından sonra kitlelerin geri çekilmesinin ürünüdür.

Solun, dalganın böylesine geri dönüşünde kendi sorumluluğunu yoğun biçimde tartışması gerekiyor.

Çekirge iki defa…

Türkiye son üç yılda üç büyük toplumsal hareket yaşadı. İlki elbette Gezi ile başlayan halk isyanı idi. Üç ay sürdü, Eylül’de sönümlendi. Ama yenilmedi, düzen güçlerinin canını da yaktı. Onun bitişinden tam bir yıl sonra, 6-12 Ekim 2014’te bu kez ülkenin Kürt bölgelerinde Kobani (Kobanê) serhildanı yaşandı. Bu, Türkiye’nin batısında yaşayan insanlara burjuva medyasının çarpık prizmasından “iki karşıt grup” arasında 50 kişinin canını alan bir silahlı çatışma olarak yansıtıldı. Oysa milyonları sokağa döken bir başka halk isyanıydı. Erdoğan ve AKP bu iki büyük halk hareketini atlattı. Bu biraz da işçi sınıfının her iki harekette de sınıf olarak, kendi yöntemleri ve talepleriyle yer almaması dolayısıylaydı.

Ama 2015 Mayıs ve Haziran aylarında ayağa kalkan bu sefer işçi sınıfı oldu. Metal işçileri, Bursa’dan başlayan ve on binlerin katıldığı bir büyük fiili (ve kısmen işgalli) grev hareketiyle sarı sendikayı ve patronları karşısına aldı. Hareket siyasallaşmadı. Ama Gezi’de söylendiği gibi “bu daha başlangıç”tı. İşçi sınıfı canlanıyordu. Yıllardır üzerinde olan ataleti atıyordu. İşte bu üçüncü büyük toplumsal hareket, gelecekte Türkiye’deki siyasi dengeleri köklü biçimde alt üst edecek bir üçüncü büyük halk hareketi umudunu yaratıyor.

Bu anlamda kimse henüz Gezi’yi gömmesin.