Tarih, kültür, politika (3): köleci padişahla değil, isyan eden köleyle övün!

 

Bu dizinin ilk iki yazısında Trump ve Amerikan faşistlerinin Amerikan tarihinin en çirkin yüzlerinden biri olan köleciliğe “yerli ve milli” olmak adına sahip çıktığı gerçeğinden hareketle, bizim “yerli ve milli”cilerimizin de Osmanlı’yı yüceltirken aynı tuzaklara düşmesinin neredeyse kaçınılmaz olduğunu ortaya koyduk. Peki, “yerli ve milli” kültür savunucularına nasıl bir alternatif getirmek gerekir? “Bizim tarihimiz baştan aşağı kötülük ve suçla dolu, reddedelim” cümlesi muhtemelen kendini solcu gören birçok insanın dudaklarının ucuna gelecek ilk cümledir.

Pek de orijinal değiliz. Postmodernizm ideolojisinin etkisi altında kimlik politikası yayıldıkça, kimlikler dondurulmaya, tek boyuta indirgenmeye, çelişkiler görmezden gelinmeye başlıyor. Bir toplumun, bir “ulusal kültür”ün başka her şey gibi diyalektiğin yasalarınca çelişik biçimde geliştiği, zıtların birliğinden oluştuğu artık hiç hatırlanmıyor. Bu yüzden şimdi Amerikan solu da aynı sorundan muzdarip.

Charlottesville’de verilen mücadele esnasında çok anlamlı bir an var. Naziler, KKK’cılar, bütün “beyazların üstünlüğü” taraftarları, solcularla ve siyahilerle yüz yüze, karşı karşıya oldukları bir anda hep birlikte “White lives matter!” (Beyazların hayatı önemlidir) diye slogan atıyorlar. Beyazların hayatına bir şey olduğu yok zaten, sloganın tek anlamı iki-üç yıldır çok gündemde olan “Black lives matter” (Siyahilerin hayatı önemlidir) hareketinin sloganına cevap yetiştirmek. Siyahilerin hayatıyla ilgili sloganın konusu, polisin sürekli siyahi gençleri (hatta genç olmayanları da!) öldürmesi elbette.

Faşistler kendilerine ne düşerse onu yaparlar. Önemli olan solcuların ve ezilmiş bir halkın temsilcilerinin ne yanıt verdiği: O cenahtan da cevabi slogan yükseliyor: “Black lives matter”. Bu, postmodernizmin kimlik politikasının sola verdiği zararın yaşayan timsalidir! Burada konu, bu slogan savaşının düşündürtebileceği gibi, siyahların hayatları mı daha önemli, beyazlarınki mi değildir. Elbette, “Black lives matter” sloganı sadece siyahilerin hayatını önemsemez, o da önemli demektir. Ama bu ikisi karşılıklı atılınca, beyaz milliyetçilere tek cevap bu olunca, zaten önyargılı olan beyazların çoğunluğuna “beyazların hayatı değil, siyahların hayatı önemlidir” gibi gelecek bir tablo çıkıyor ortaya. Bu, toplumun beyaz çoğunluğunu faşistlerin yanına itmesonucunu doğurur! Tabii ki polis gaddarlığına ve cinayetlerine karşı eski sloganda ısrar edilecektir. Ama salt o mücadeleyi kazanmak için bile, “Black and white, unite and fight” (“Beyaz siyah el ele, mücadeleye”) sloganı bu uğrakta öne çıkmalıdır.

Bu memleket sizin değil!

Bu, siyasetteki hata. Tarih ve kültür alanında da paralel bir hata işliyor. “Beyazların üstünlüğü” taraftarlarının Amerika’nın beyaz olduğu bir eski döneme özlem gibi ifade ettiği “bu memleket bizim, siz defolun” tarzı söyleme cevaben soldan yükselen bir karşı iddia şu: Hayır, bu memleket sizin değil, Amerika yerlilerinindir (bizim Türkçe’de yaygın olarak “Kızılderili” olarak andığımız halklar kast ediliyor).

Buradaki hata inanılmaz bir ilkellikte. Beyazlara “sizden önce Amerika yerlileri vardı, öyleyse burası sizin vatanınız değil” demek, göçmenliği bir dışlanma nedeni saymak demektir. Siz beyazlara “sonradan geldiniz, burası sizin vatanınız değil” derseniz, beyazlar da aynı mantığa göre kendilerinden sonra gelenlere “sonradan geldiniz, burası sizin vatanınız değil” der. Daha önemlisi, bu, Amerika’da hâlâ nüfusun ağırlıklı bölümünü oluşturan beyaz nüfusun çoğunluğuna kendi vatanında yabancı muamelesi yaparak onları yabancılaştırmaktır. Tabii üniversite kampüslerinde radikallik yarışı içindeyseniz “bütün beyazların canı cehenneme” diyebilirsiniz. Ama toplumun (ve aynı zamanda beyazların) çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçileri kazanmak istiyorsanız, adımınızı ona göre atmak daha doğru olacaktır!

Politik mücadele iktidar mücadelesidir. Toplumun çoğunluğunu kazanarak yapılır. İdeolojik mücadele bu iktidar mücadelesinin fikirler alanındaki ifadesidir. İşçi, emekçi ve ezilenlerin çoğunluğunu hâkim ideolojinin tasallutundan kurtarmak için verilir. Tabii derdiniz sadece fikirlerse, insanları kazanmak gibi bir derdiniz yoksa, bu kimliği o kimliğin karşısına çıkararak her bir tartışmayı kazanabilirsiniz. Ama tartışmayı kazanmaktan farklı olarak iktidarı kazanmak istiyorsanız, sömürülen ve ezilen kitlelerin farklı çıkarlarını düzene karşı birleştirebilmeniz gerekir.

Burada bize gelebiliriz. Amerikan kimlikçi solunun “bu memleket sizin değil, Kızılderililerin” demesi neye benzer, biliyor musunuz? İster 1920 yılında memleketin başkenti ve birçok bölgesi emperyalist işgal altında iken, ister bugün, Türklere dönüp, “bu memleket sizin değil, burası Bizans’tı, Pontos’tu, Ermenistan’dı, Kürdistan’dı” demeye. Böyle solcu çok var bizde de. Oysa bu, Türk işçiyi, her yıl İstanbul’un fethini bir gazâ, bir cihad işi gibi kutlayan, kendinden menkul bir “yeniden diriliş”e temel kılmak isteyen, Türk’ün Malazgirt kapısından Anadolu’ya girişini bu yıl ilk kez buna katmaya yönelen AKP ideolojisine teslim etmektir. Bu toplum, bu tarih, bu memleket aynı zamanda bizimdir. Ama işçinin emekçinin olduğunda bambaşkadır. Ulusal kültürün içindeki zıtların mücadelesinde hâkim sınıfların tarafı başkadır, işçi ve köylününki başka.

Spartaküs’ten ve Bedreddin’den yana olunacak!

Ben Yunan-Roma kültüründen geliyorum diyen Avrupalı işçi, emekçi, genç aydın, Eflatun’la (Platon’la) değil Spartaküs’le övünmelidir. Çünkü Eflatun kimi insanın köle sahibi, kimi insanın köle doğduğunu vaz etmiş bir “büyük” feylesoftur. Spartaküs ise bu kültür-tarih çevresinde birçok köle isyanına esin kaynağı oluşturmuş, büyük bir köle isyanının önderidir. Yani Eflatun’u pratikte tekzip etmiştir.

Benzer şekilde ben Şark, İslam, Türk kültür dairesinden geliyorum diyen işçi kendi geçmişini ne padişahlarda, ne de “beş parmak birbirine benzemez, kimi yönetmek için yaratılmıştır, kimi ona hizmet için” diyen şeyhülislamlarda değil, vahdedi vücud felsefesi temelinde Müslümanı Rumu Yahudiyi köylüyü göçebeyi birlikte devrime kaldırmış Şeyh Bedreddin’de bulacaktır. Başka halkları kırıp geçiren, reayayı zımmiyi acından öldüren Osmanlı devletinden utanacak, o zalim devlete kafa tutan kahramanlardan gurur duyacaktır.

Sanıyoruz anlaşılıyor. Her tarihi kültür dairesinde ulusal denen kültür sınıf kültürlerine ayrışır. Görev “bu tarih bizim” demek değildir. Görev “bu tarihin içinde bizim olan var, ona karşı olan bizim değildir” demektir. Bedreddin ve müritlerine sırt çevirmek değil, onları deve üzerinde çarmıha gerdirten, Serez çarşısında sallandıran Çelebi (ya da Kirişçi) Mehmed’lere, onu fetvalarla besleyen şeyhülislamlara karşı savaşmaktır. Görev “bu memleket bizim değil” demek değildir. Görev “bu memleket bizim, ama onu bambaşka bir memleket kılmak üzere” demektir.

Kölelik ve kölecilik söz konusu olduğunda böyle örnek yok mu diyorsunuz? Nâzım deşene kadar Bedreddin’i ne kadar biliyordu Türkiye sosyalistleri? Köle isyanlarını araştıran mı oldu da böyle isyanlar olmadığı anlaşıldı?

Osmanlı’da köle isyanı biz bilmiyoruz. Ama size dinleyeni şaşkın bırakacak küçük bir hikâye anlatalım. Bahia, Brezilya’nın tropik bir eyaletidir. Orada 1815-1835 arasında çok etkili bir köle isyanı yaşanmıştır. Yenilmiştir, ama ülkenin kölecilik karşıtlarına hep ilham kaynağı olmuştur. Bizi neden mi ilgilendiriyor? Çünkü bu ayaklanmanın büründüğü ideolojik biçim İslam’dır. Çünkü köleler, Afrika’nın Batısından Senegal’den, Gambia’dan, Nijerya’dan ve başka bölgelerden gelmiştir. Kabileleri ayrıdır, ama dinleri aynıdır. Bu onları Hıristiyan Brezilya hâkim sınıfına ve düzenine karşı birleştirir. Ve İslam burada bir büyük özgürlük hareketine hizmet eder. Vahhabilikten ya da DAİŞ tekfirciliğinden çok farklı değil mi? Bedreddin’in Vâridât’ına çok daha yakın değil mi?

İşçi sınıfı ulus olacak

İşçi sınıfının ulusal kültürü, burjuvanın ve onun ideolojik hegemonyası altındaki sınıf ve katmanların ulusal kültüründen çok farklıdır. İşçi sınıfı devrimle birlikte ulusu kendi etrafında yeniden kuracaktır. Ve o kuruluş süreci halklar arasındaki düşmanlığı daha ilk günden tarihin çöplüğüne atmaya başlayacaktır. İşte işçi sınıfının ulusal kültürü bunun temellerini bulur tarihte. Düşmanlığın değil ulusların kaynaşmasının temellerini. O yüzden “yerli ve milli” değil, “yerli ve beynelmilel” olmak gerekir!