Sizin Yavuz’unuz varsa bizim de Bedreddin’imiz var!

İstanbul Boğazı’nın yeni köprüsü dün büyük gösterişle açıldı. Köprünün İstanbul trafiğini düzeltmek yerine daha da içinden çıkılmaz hale getireceği öngörülerini, doğaya yapılan tahribatı ve başka tartışmalı konuları bir an için bir yana bırakarak köprüye verilen adın anlamı üzerinde odaklaşalım. Bilindiği gibi birinci köprünün adı, köprü 15 Temmuz’da darbecilerle mücadelenin simge mekânı olana ve adı değiştirilene kadar “Boğaziçi Köprüsü” idi. Coğrafya bakımından anlamlı bir addı çünkü Boğaziçi yabancı dillerde de karşılığı olan uluslararası değerde bir coğrafi yerin adıdır. İkincisinin adı “Fatih Sultan Mehmet” konuldu. Artık Osmanlı’ya doğru bir dönüş belli ki başlıyordu, ama ilk köprüye verilen ad coğrafi açıdan nasıl anlamlıysa, ikincisi de hiç olmazsa tarihi olarak anlamlıydı. Sonuç olarak Fatih, Konstantinopolis’i fethederek İstanbul haline getiren padişahtı.

Peki ya Yavuz Sultan Selim? Onun İstanbul Boğazı ile ya da tarihi olarak İstanbul ile özel ilişkisi ne? Onu İstanbul ya da Boğazı açısından öteki padişahlardan ayıran yanı ne? Koskoca bir hiç! Peki, o zaman neden Yavuz konuldu köprünün adı? Bakın, şu soruyu sormuyoruz: Neden Osmanlı’nın bir padişahı da mesela İstanbul hayranı bir şair değil, bizim cenahtan olmasın, muhafazakârların, sağcıların çok sevdiği bir Yahya Kemal Beyatlı Köprüsü değil diye sormuyoruz. Biz isim tercihimiz birazdan söyleyeceğiz, ama gün muhafazakâr kültürün günü, haydi diyelim ille Osmanlı padişahı adı koydunuz, neden Yavuz?

Merc-i Dâbık’ın 500. yıldönümü

Bunun cevabı ince ince planlanmış bir senaryoda yatıyor. 24 Ağustos 2016 günü, Yavuz Sultan Selim’in Halep yakınlarında Merc-i Dâbık’ta (Dâbık çayırında) Memlûk ordularını yenerek Arap Ortadoğusu’nun, Suriye’nin ve Mısır’ın, Filistin ve Hicaz’ın kapısını Osmanlı hâkimiyetine açtığı savaşın günü gününe 500. yıldönümü idi. Yandaş medya o gün Cerablus’a sefer yapılmasını tarihin tekerrürü gibi göstermeye çabaladı. Bu tür bir çaba olsa olsa Marx’ın Hegel’den devraldığı latifeyi hatırlatır insana: Hani her tarihsel olay iki kez yaşanır diyor ya bu iki büyük düşünür. Ama ilki trajedi olarak, ikincisi komedi olarak. Merc-i Dâbık, 150 bin askerin savaşa tutuştuğu, on binlerin hayatını yitirdiği bir savaştır. Ortadoğu İslam dünyasının tam dört yüzyıl boyunca Osmanlı hâkimiyetinde yaşamasına yol açan bir tarihi olaydır. Yani hem yaşanışı, hem de sonuçları bakımdan trajik özellikler taşır. Cerablus’ta doğru dürüst çarpışma bile olmamıştır, bir ÖSO’cu kazayla ölmüştür. Sonuçlarının ise son derecede sınırlı olduğu dün bu sütunda yayınlanan yazı ile ortaya konulmuştur (http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/cerablusu-birak-gaziantepe-bak). Merc-i Dâbık-Cerablus karşılaştırması yapılırsa, Cerablus bir komedidir!

Merc-i Dâbık’ın 500. yılının önemi Cerablus’tan değil, köprüden geliyor. Üçüncü köprüye Yavuz’un adının verilmesi, köprünün açılışının Merc-i Dâbık’ın 500. yıldönümüne rast gelen haftanın Cuma’sına programlanması, açıkça gösteriyor: Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti, Yavuz’un Osmanlı tarihinde açtığı çığırı tekrarlamak istedikleri için yeni köprüye Yavuz’un adını vermişlerdir. Yavuz, Arap Ortadoğusu üzerinde Osmanlı hâkimiyetini kuran padişahtır. Erdoğan da aynı topraklarda Türk hâkimiyetini kurmayı amaçlamaktadır. Yukarıdaki resme bakın: Cumhurbaşkanı sıfatıyla törende bulunan Erdoğan’ın ellerini kaldırıp kalabalığı selamladığı anda (biraz mahcup biçimde de olsa) “Rabia” işareti yaptığını görürsünüz. Yavuz ismi Rabiacılık programının İstanbul mekânındaki sembolik çıkartmasıdır.

Yavuz’u iyi tanıyalım

Bir siyasi hareket, bu durumda AKP, tarihin derinliklerinden bir şahsiyeti çıkartıp ülkenin en önemli altyapı projelerinden birini onun adıyla anmaya karar veriyorsa, bunun anlamı o tarihi şahsiyeti halka örnek gösterdiği, kendine de örnek aldığıdır. Belli ki Erdoğan ve AKP Türk halkına “işte bakın, Yavuz Türk’ün ihtişamının görkemli bir örneğidir, onun yolundan yürüyeceğiz” diyor. Öyleyse bu tarihi şahsiyeti biraz daha tanımakta yarar var.

Yavuz 1470-1520 arasında yaşamış, 1512’de tahta çıkmış, ölümüne kadar saltanat sürmüştür. Yavuz’un Osmanlı tarihindeki önemi, Osmanlı’yı bir Batı Anadolu ve Rumeli devletinden Doğu’ya doğru muazzam ölçüde genişletmesinden, Doğu Anadolu’yu, Suriye’yi, Hicaz’ı, Mısır’ı imparatorluk topraklarına katmasından, Memlûkları yenilgiye uğrattıktan ve Mısır’ı aldıktan sonra da İslam Halifeliğini üstlenen ilk Osmanlı padişahı olmasından gelir. Bunlar bazılarına Yavuz’u yüceltmek için yeterince önemli görünebilir. Türk’ün kazandığı her zaferi başka ulusların köleleştirilmesine ve katledilmesine bakmadan bağrına basanlar bile yine de Yavuz’un öteki icraatine dikkat etseler iyi olur.

Yavuz tahta bile babası II. Bayezid’i zehirleyerek öldürme yoluyla çıkmış bir padişahtır. Ardından yeğeni olan beş şehzadeyi, kardeşleri Korkut ve Ahmed’i idam ettirmiştir. İlk büyük zaferi İran’da Safevi hükümdarı Şah İsmail’e karşıdır. Onu Çaldıran savaşında (1516) yenilgiye uğratarak Doğu Anadolu (Kürdistan ve Batı Ermenistan) üzerinde iki devlet arasındaki mücadelede Osmanlı’nın üstün çıkmasının yolunu açmıştır. Bu savaşı kazanmak için uyguladığı yöntemin iyi bilinmesi gerekir. Bunu bilhassa İslamcı ve milliyetçi cenahların en önemli tarihçilerinden birinin, İsmail Hami Danişmend’in kaleminden okuyalım ki Yavuz hayranları bizi yalancılıkla suçlayamasınlar:

Yavuz’un İran seferine hazırlanırken ilk ittihaz ettiği [aldığı] tedbir, Osmanlı arazisindeki Şiîlerin gizli defterlerini tanzim ettirmek [düzenletmek] ve isimleri bu defterlere geçen kırk bin şiîyi kılıçtan geçirmek ve zindanlara attırmak olmuştur: Bu müthiş tedbirin en önemli sebebi, İran seferi esnasında Türkiye şiîlerinin her hangi bir hareketine meydan bırakmamak mülâhazasıdır [düşüncesidir]. Osmanlı menbâlarının [kaynaklarının] izahına göre Yavuz’un gizli defterlerine yalnız yedi yaşından yukarı olan şiîler yazılmış, küçük çocuklar istisna edilmiş ve bu kırk bin kişinin hepsi idam edilmiyerek bir kısmı yalnız hapsedilmekle iktifâ edilmiştir [yetinilmiştir]: Bununla beraber idam emrinin tatbikinde memurların ifrâtı [aşırıya gitmesi] yüzünden bir takım sûiistimaller olduğu ve meselâ isimleri defterlere geçmemiş kimseler de kılıçtan geçirilerek idam yekûnunun [toplamının] kırk binden çok fazla tuttuğu rivayet edilir. – Bu şiddet hem Anadolu’da, hem Rumeli’de tatbik edilmiştir [uygulanmıştır].*

Her şey apaçık, izaha gerek bile yok. Sadece birkaç noktayı gözden kaçmaması için vurgulamak gerekir. Bir, en az 40 bin nüfus sivil insan, bir savaş tedbiri olarak katledilmiş! İki, yedi yaştan küçükler katliama dâhil edilmemiş. Yani sekiz yaş ve üstü çocuklar dâhil! Üç, Osmanlı kaynakları ölü sayısının yerel memurların işgüzarlığı dolayısıyla arttığını savunuyor. Ne kadar tanıdık! Ama dört, Osmanlı’yı sonuna kadar savunan bir tarihçi ölü sayısının 40 binin çok üzerinde olabileceğini de kaydediyor. İslamcı, Türk milliyetçisi, Osmanlı hayranı tarihçi, bugünkü birçok “aydın”dan daha namuslu olduğundan bu katliam politikası için “bu müthiş tedbir” diyor!

Ortada modern çağda olsa soykırımı denebilecek bir katliam olduğu belli değil mi?

Bir de Yavuz’un Kürdistan olarak bilinen yörenin Osmanlı tarafından fethini tamamlayan Eski-Koçhisar savaşına (1516) dair bir ayrıntıyı yine İsmail Hami Danişmend’in kaleminden okuyalım:

Safavi Başkumandanı Kara-Han’ın kesik başı o devrin usulünce zafer alâmeti olarak on bin kadar Kızılbaş maktullerinin burunları ve kulaklarıyla beraber Yavuz Sultan Selim’e gönderilmiştir!**

Tarihçimiz demin “müthiş tedbir”den söz etmişti. Şimdi de ünlem işareti koyuyor cümlesinin sonuna! Kulak burun boğaz mütehassıslığının Anadolu topraklarında çok eskilerden geldiği böylece ortaya çıkmış oluyor!

Bu son alıntının anlamını iyi tartın. Bugün Yavuz Sultan Selim’in adını bir büyük altyapı projesine gösterişli bir tutumla vermek, Alevilere “titreyin geliyoruz” demektir. Bu ismin sırrı, işte budur. Ortadoğu’da Şii ve Alevilerle karşı karşıya gelerek Sünni hegemonyasını sağlama politikasını ilan ediyor. Rabiacılığın manifestosudur Yavuz Sultan Selim köprüsü. Kürtlere ve Araplara da “siz Türk hâkimiyetinde yaşayacaksınız” diyor!

Şeyh Bedreddin ihtilalinin 600. yıldönümü

Sizin bu toprakların tarihinde kahramanlarınız var da bizim yok mu sandınız? Ahd olsun, bir gün Anadolu ve Mezopotamya’da işçi sınıfının iktidarı kurulduğunda biz bu köprünün adını değiştireceğiz ve “Şeyh Bedreddin Köprüsü” yapacağız. Çünkü İstanbul, Avrupa ile Asya’yı, Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman âlemlerini birleştiren kenttir. Bundan 500 yıl değil tam tamına 600 yıl önce Aydın’dan Rumeli’ye kadar geniş bir alanda ortak mülkiyet üzerinde yükselecek bir uygarlık içinde bütün dinleri birleştirmek amacıyla yapılan ama yenilen bir ihtilalin önderi olan Şeyh Bedreddin, halkların kardeşliği için en güzel sembol olacaktır çünkü! Köprüler ayırmak için değil, birleştirmek içindir.

* İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İkinci Cilt, tarih yok [1948], İstanbul: Türkiye Yayınevi, s. 7.

** A.g.y., s. 24.