Samir Amin: bir Maoist’in trajedisi

 

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin

Nâzım Hikmet

Bir kuşağın Marksistleri doğanın diyalektiği karşısında teker teker teslim oluyor. Louis Althusser ve Nicos Poulantzas kendi gidişlerini hızlandırmışlardı. Charles Bettelheim, Paul Sweezy, Ernest Mandel, Andre Gunder Frank ve diğerlerinin ardından şimdi de kuşağının en çalışkan, en verimli, en hareketli temsilcilerinden biri olan Samir Amin’i de 87 yaşında yitirdik. (Sevgili Nail, Semir Emin derdi. Arapça isimleri Türkçe’deki versiyonlarıyla yazmak ilke olarak doğru olmakla birlikte, Samir Amin aynı zamanda anne tarafından Fransız olduğu için durumu farklıydı. Yazar olarak da esas dili Fransızca idi. Yani Arap kökenli olmasına bakmadan onu Latin alfabesi kullanan bir dil dairesinin bir şahsiyeti kabul edip, ismini orada yerleştiği gibi almak daha doğrudur. Yine de Amin diye okuduğumuz adın bildiğimiz Emin olduğunun bilincinde olmak da yararlıdır, onu bize duygusal olarak daha yakın kılar.)

Samir Amin’i ben maalesef çok az tanıdım. İlk kez Avrupa Sosyal Forumlarından birinde bir oturumda kürsüyü paylaştığımızda tanıştık. Oturumdan sonra ortamın genel liberalizminden karşılıklı şikâyet ettiğimizi hatırlıyorum. Bu ilk karşılaşmamızda, alçakgönüllülüğü ve daha da önemlisi politik ve sosyal mücadele hakkında konuşurken içtenliği, nasıl hissederek konuştuğu konusunda edindiğim izlenim, gayet iyi tanıdığım düşüncelerinden çok farklı düşündüğüm halde bende çok olumlu bir etki bırakmıştı.

Sonra geçen yıl, Ekim devriminin 100. yıldönümünde Leningrad’da (şimdiki adıyla Petersburg) Rusya Marksistlerinin düzenlediği uluslararası konferansta ikimiz de konuşmacıydık. Ekim devrimi konusunda fikirlerimiz uyuşmuyordu ama duygularımız uyuşuyordu. Ama Ekim devriminin daha sonra yozlaşması sürecine, bu devrimin ardından gelen en önemli sosyalist devrim olan Çin devrimine, en önemlisi o devrimin tarihi önderi Mao Ze Dong’a bakışımız iyice farklıydı. Ancak yine alçakgönüllü, daha da önemlisi artık 86’ya ulaşmış yaşına rağmen heyecan doluydu.

Günümüz Rusyası’nın çelişkileri Samir Amin’i de, bizi de bir ara birlikte zor duruma düşürdü. Birleşik Cephe taktiğiyle ortak bir “direniş” örgütledik! Düzenleyiciler arasında bulunan bir kurum, Marksistler tarafından yönetildiği halde son tahlilde organizasyonel açıdan Petersburg belediyesine bağlıydı. Belediye başkanı sosyal demokrat politikacı, Ekim devrimi kutlamasını Plekhanov anıtından başlatmak istemiş. Plekhanov, Rusya’da Marksizmi kuran önemli bir düşünür olmakla birlikte, Birinci Dünya Savaşı esnasında Çar’ın ordusunun yanında yer alan bir sosyal şovendir, Ekim devrimine de karşı çıkmıştır. Resmi törenin Plekhanov’un heykelinin önünde başlaması demek Ekim devrimi için bir karşı devrimciye saygımızı göstermek demekti. Yabancı delegasyon toptan bunu reddetti. Samir Amin yaşına sığındı, üşüdüğünü ve toplantı salonuna geçmek istediğini söyledi. Toplantı salonu çok uzakta olduğu için bu mümkün olmadı. Dolayısıyla Samir Amin de dâhil olmak üzere biz yabancı delegasyon ve bazı Rus Marksistleri resmi törene sırtımızı dönerek uzaklaştık. Kurumun yöneticisinin (kendisi de Marksist!) telaşını unutamıyorum!

Bu, paylaştığımız çelişkiydi. Ama bir de Samir Amin’in kendi tarihçesi dolayısıyla yalnız yaşadığı bir çelişki vardı. Toplantımız, günümüz Rusyası’nın çelişkilerinin bir başka tezahürü olarak bir resmi Çin heyeti tarafından “basıldı”! Marksistler arası bir tartışmaya (Levent Dölek yoldaşımızın bir yazısında belirttiği gibi) Çin “Kapitalist” Partisi adının daha çok yakışacağı partinin bürokratları da “Bilimler Akademisi üyesi” kılığında katıldı. Bu bürokratların en büyüğü bir konuşma yaptı. (Bunun öyküsünü o toplantıdan dönüşte Gerçek sitesinde anlatmıştık: http://gercekgazetesi.net/teori-tarih/100-yilda-petrogradda.) Ekim devrimine rüşveti kelamdan sonra Putin Rusya’sı ile Xi Çin’i arasındaki işbirliğinin Ekim geleneğinin devamı olduğunu söyledi. Bizim konuşma sıramız Çin bürokratının hemen ardından geldi. Gereken cevabı da usulünce verdik. Ama konuşmak üzere yerimizden kalkarken fark ettik: Yanı başımızda oturan Maoist Samir Amin Çin bürokratı konuşurken derin bir uykuya dalmıştı!

Samir Amin neden önemliydi?

Hiç lafı dolaştırmadan söyleyelim. Samir Amin bir ölçüde Üçüncü Dünyacı, bir ölçüde Maoist, bir ölçüde de proleter devrimcilikten çok ulusal kurtuluşçu olduğu için bizce Marksizmi epeyce ciddi kusurlarla malûldü. Ama önemliydi. Birkaç nedenle.

Birincisi, bütün hayatını Marksizme adamış, çok çeşitli alanlarda çok sayıda çalışma yayınlamış, enerji dolu, hiç dur durak vermeksizin araştıran, soran, kapsamlı cevaplar getiren, entelektüel düzeyi yüksek bir düşünürdü. Üstelik, kendisinin hep vurguladığı gibi bir fildişi kule aydını değildi. Her ne kadar bildiğimiz kadarıyla (öğrencilik dönemi ve Mısır'da genç bir öğretim üyesi olduğu yıllar dışında) hayatının hiçbir aşamasında doğrudan bir siyasi partinin üyesi olmadıysa da, hep militan bir aydındı, bütün teorisi emperyalizmle ve kapitalizmle mücadele için geliştirilmişti, dünya solunun değişik kavşaklarında sol içindeki farklılıklar konusunda da hep tavır aldı, solun iç tartışmalarında da aktif oldu. Maoizmi, bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. 1960’lı yıllardan başlayarak, Sovyet-Çin bölünmesinde Çin önderliğinin tarafını tutmuş, o zamandan ölene kadar da, yine bildiğimiz kadarıyla, Maoizmden, eskisi kadar yüksek sesli olarak savunmamakla birlikte, kopmamıştır. Öyleyse, siyasi angajmanı ve mücadeleci ruhu ile kaliteli teorisyenliğin diyalektik birliğinin öneklerinden biri olarak önemlidir.

İkincisi, Samir Amin sadece tutarlı bir anti-emperyalist aydın değildir. Sadece Batı emperyalizmin ideolojisinin ana unsurlarından biri olan Avrupa-merkezciliği eleştirmiş bir yazar değildir. Aynı zamanda, dünya çapında önde gelen ünlü ve etkili Marksist aydınlar arasında çoğunluk ya Amerikalı, ya Batı Avrupalı iken, Arap dünyasından bu kadroya katılan, içinden geldiği dünyayı da hiçbir aşamada terk etmeyen bir düşünürdür. Annesi Fransız olduğu için melez sayılır, evet, ama babası Mısırlıydı, kendisi liseyi Mısır’da bitirmişti. Fransa’da doktora yaptıktan sonra bir süre boyunca öğretim üyeliği de yaptı o ülkede. Ama esas kurumu Afrika’nın yüreğinde, Fransızca konuşan bir Afrika ülkesi olan Senegal’in başkenti Dakar’da idi. Yani emperyalizm tarafından ezilen dünyanın bir aydını olarak yaşamıştır. Oysa çevresi hep Batılılarla doluydu. Çok yazıldı: ünlü Immanuel Wallerstein, Andre Gunder Frank ve Giovanni Arrighi ile birlikte bir “dörtlü çete” idi. Sweezy’nin arkadaşı idi, onun dergisi Monthly Review’nun dostu idi. Mandel’in rakibi idi. Bunların ve aklınıza gelebilecek birçok başka ismin hepsinin şu ya da bu ölçüde has anlamda Batılı olduğunu hatırlarsanız, Samir Amin önemliydi. Aynen “kıtadaş”ı Frantz Fanon veya Latin Amerikalı veya Hintli bir dizi önemli Marksist gibi. Ama onların (Fanon ile birlikte) en önde geleni idi.

Üçüncüsü, Çin de dâhil olmak üzere bizim bürokratik olarak yozlaşmış işçi devleti olarak andığımız ülkelerin çoğunluğunun kapitalist restorasyon sürecine girmesinden sonra dünya çapında Marksist olarak anılan aydınların çok büyük bir çoğunluğu postmodernizme ve liberalizme doğru savrulurken Samir Amin hayatının son çeyrek yüzyılını, Marksizmin itibarının belki de tarihi boyunca en düşük olduğu bir aşamada Marksizmi savunarak geçirdi. Bunun için de önemliydi.

Dördüncü bir nokta daha var, ama ona en sonda geleceğiz. Bu yazının asıl konusu o olduğu halde.

Samir Amin’in Marksizminin özgüllüğü

Samir Amin’in düşünsel dünyası konusunda sol basında bir hayli yazı yayınlandı. Biz BirGün’ün Pazar ilavesinde Korkut Boratav, Fikret Başkaya ve Hayri Kozanoğlu’nun yazdıklarını okuma fırsatını elde ettik, hepsi öğretici metinler. Burada Samir Amin’in düşüncesini sadece ona özgüllüğünü veren özellikleri açısından, özel olarak da politik tavrına ışık tutan, ona yol gösteren, onunla bütünleşen boyutlarıyla ele alacağız. Amin’i daha önceki çalışmalarımızda değerlendirmiştik. Özel olarak da Kod Adı Küreselleşme. 21. Yüzyılda Emperyalizm başlıklı çalışmamızda, klasik dönem sonrasında emperyalizm teorisinin gelişmesini taradığımız bölümlerde, Samir Amin’e (başka bir dizi yazarla birlikte) bağımlılık okulu çerçevesinde yer vermiştik.

Bağımlılık okulu, sadece emperyalizmin önemini ve emperyalizme tâbi ülkelerdeki ağır sonuçlarını ortaya koymakla sınırlamaz kendini. “Azgelişmişliğin gelişmesi” olarak özetlenebilecek teziyle emperyalizmin hâkimiyetindeki ülkelerin ekonomik ve sosyal bakımdan ileri gitmesinin, değişmesinin, kapitalizmin daha ileri bir evresine geçmesinin olanaksızlığını postüle eder. Bu yaklaşımın olumlu yanı elbette anti-emperyalist kararlılığıdır, emperyalizmi ilerici bir güç, “demokrasi yanlısı” falan gösteren solcu teorilere göre çok daha ilericidir. Ama emperyalizme bağımlı ülkelerde kapitalizmin gelişmesinin, proletaryanın güçlenmesinin, sosyalist devrimin her geçen on yılla daha da güncel hale gelmesinin anlaşılmasının önünde bir engel oluşturur bağımlılık okulu.

Samir Amin, bağımlılık okulu içinde emperyalizm ile ona tâbi ülkeleri kapitalist dünya sisteminin iki ana aktörü haline getirmede belki de en ileri giden düşünürdür. Ona göre, devrimin dinamiği büyük ölçüde Üçüncü Dünya’ya (ya da bugün daha çok kullanılan deyimle Güney’e) kaymıştır. Samir Amin kapitalizme karşı sosyalizmin umudunun emperyalist ülkelerde değil, emperyalizme bağımlı geri kalmış ülkelerde olduğu sonucuna elbette 20. yüzyıl deneyiminde sosyalist devrimlerin çoğunun bu tür ülkelerde zafere ulaşmış olduğu gerçeğinden hareketle ulaşmıştır. Tablo budur elbette ama insan o tabloyu emperyalist ülkelerin proletaryasının bütün devrimci potansiyelini yitirmesine değil, devrimci Marksistlerin yaptığı gibi bu ülkelerin kendi düzenlerini korumak için çok daha iyi örgütlendikleri olgusuna, dolayısıyla bu ülkelerin proletaryasını düzene hapseden partilerle (sosyal demokrat ve Stalinist, daha sonra avro-komünist partilerle) daha da sıkı bir şekilde mücadele etmek gerektiğine bağlayabilir. 20. yüzyılın devrimler tarihinde Ekim devriminin ardından gelen Almanya, Macaristan, İtalya devrimci atılımlarından başka İspanya iç savaşı ve devrimi (1936-39), Fransa Halk Cephesi (1936) deneyimi, İkinci Dünya Savaşı içinde Fransa ve İtalya’da komünist partizanların ülkelerini neredeyse yönetecek hale geldiği örnekler, 1968 Fransa’sı, 1969 İtalyan “sıcak yaz”ı, 1974 Portekiz devrimi olduğunu unutmamak gerekir. Bu devrimlerin veya devrim potansiyeli taşıyan büyük proleter isyanlarının neden hüsranla sonuçlandığı araştırılmadan Batı proletaryasının devrimci potansiyelinin tükendiği sonucuna ulaşmak son derecede yanlış olur.

Samir Amin sosyalizme yürüyüşün dinamiğini emperyalizme bağlı geri kalmış ülkelere bağlama yaklaşımında öylesine ileri gitmiştir ki, buna tarihte bile gerekçeler bulmaya girişmiştir. En ilginç tezlerinden biri, kapitalizm öncesi üretim tarzlarından (Samir Amin değişik coğrafyalardaki kapitalizm-öncesi üretim tarzlarını “haraççı” tarzlar olarak tek bir başlık altında genelleştirir) kapitalizme geçişin de aslında o dönemin dünya sisteminin “çevre”si (“periferi”si) olan Avrupa’da olduğunu ileri sürmüştür. Geçmişte de böyledir, gelecekte de böyle olacaktır.

Bu stratejik yaklaşımın tek sorunu emperyalist ülkelerdeki sosyalizm mücadelesini neredeyse umutsuz hale getirmesi değildir. Daha önemlisi, Üçüncü Dünya ya da Güney ülkeleri olarak anılan ülkeler için çıkarılan sonuçlardır. Yukarıda Samir Amin’in “emperyalizm ile ona tâbi ülkeleri kapitalist dünya sisteminin iki ana aktörü haline getirme” yönelişinden söz ettik. Bu aslında Maoizmin bir aşamada dünya çapında yayılan “Üç Dünya teorisi”nin Samir Amin’deki izdüşümüdür. Maoizm, Stalinizmin aslında Menşevik bir teori olan aşamalı devrim stratejisini alarak, Üçüncü Dünyada devrimci hareketler için sınıf işbirliğini son sınırlarına kadar genişletmiş bir akımdır. “Üç Dünya  teorisi”nin SSCByi emperyalist bir devlet yerine koyan gericiliğini bir yana koyuyoruz. Bu teori, en ileri biçiminde, Çin devletinin Sovyetler Birliği ile mücadelesinde yalnızca Üçüncü Dünya’nın gerici burjuva hükümetlerini veya akımlarını değil, emperyalist Avrupa’nın hükümetlerini bile müttefik olarak benimseyecek kadar ileri gitmiştir. Samir Amin’in böylesine ileri gittiğini biz hiç duymadık. Ama Maoist Çin’in Üçüncü Dünya’da izlediği ihanet çizgisinin şeceresi yüz kızartıcıdır. Tek bir çarpıcı örnekle yetinelim: Angola’da Portekiz sömürgeciliğine karşı silahlı mücadele veren MPLA Sovyet ve Küba müttefiki diye, onun karşısında Jonas Savimbi’nin ABD tarafından da desteklenen UNITA örgütünü desteklemiştir Çin. Korkut Boratav, BirGün’deki röportajında, 1978 sonrasında ÇKP rotayı kapitalizm yönüne çevirdiği için Samir Amin’in Çin’e verdiği destek dolayısıyla karşılaştığı tuhaf durumu incelikli biçimde “güçlüklerle karşılaştı” diye yorumluyor. Oysa biz daha Maoist dönemden Samir Amin’in çok ciddi bir hata yapmış olduğunu ileri sürüyoruz.

Hatanın ulaştığı yer Üçüncü Dünya milliyetçiliğidir. Bunun Samir Amin’in Marksizminde üç önemli ifadesi vardır. Birincisi, Maoizmle birlikte emperyalizme tâbi ülkelerde burjuvaziye aşırı tavizkâr yaklaşmak. Buna zaten değindik. İkincisi, Amin’in en önemli kavramlarından biri olarak sunulan, oysa en büyük hatalarından biri olan “déconnexion” (İngilizce’ye “delinking” olarak çevrilmiştir) kavramı. Bunu Türkçe’ye kopuş diye çevirenler olmuştur. Biz Cem Somel’le veya Fikret Başkaya ile hemfikir olarak bu kavramı Türkçe’de en iyi karşılayacak terimin “hurûç” olduğunu düşünüyoruz. Samir Amin Üçüncü Dünya halklarına dünya sisteminden kopmayı önermektedir. Bu yukarıda özetlediğimiz dünya stratejisinin neredeyse mantıksal sonucudur. Emperyalist ülkeler kapitalizme terk edilmekte, sadece Üçüncü Dünya ülkelerinde bir devrimci atak yapılabileceği postüle edilmektedir. Hurûç strateji haline getirildiğinde dünya devrimi programının karşısında bir alternatif haline gelir. Elbette devrimci proletarya da, iktidarı ele geçirdiğinde, sadece Üçüncü Dünya ülkelerinde de değil, emperyalist ülkelerde de, ekonomisini emperyalizmin etkilerine karşı korumacı tedbirlerle (dış ticaret tekeli, sermaye kontrolleri, bankacılık sisteminin millileştirilmesi ve kamulaştırılması vb. vb.) savunacaktır. Ama bunlar taktik adımlardır. Amaç, devrimi dünya çapında yaymak ve ekonomiyi de uluslararası bir birliğin parçası haline getirmektir. Buna emperyalist ülkeler de dâhildir. Diyebiliriz ki, hurûç stratejisi bizi emperyalizmden koparırken emperyalist düzenin basit bir olumsuzlamasını içerir. Dünya devrimi stratejisi Üçüncü Dünya ile şimdi emperyalist konumda olan ülkeleri başka bir düzeyde birleştirecektir. Olumsuzlamanın olumsuzlanmasıdır.

Üçüncüsü, Stalinizmden ve Maoizmden gelen, Üçüncü Dünya’da sınıf işbirliği, yani proletarya ve köylülüğün “ulusal burjuvazi” denen güya anti-emperyalist sınıfla ittifaka yönelişi, Samir Amin’in burjuvazinin yükseliş çağının ideolojisi olan Aydınlanma’ya karşı aşırı bir sempati ile yaklaşmasını getirmiştir. Aydınlanma’nın insanlığın tarihi gelişmesinde önemli bir sıçrama uğrağı olduğuna kuşku yok. Burası Marksizmin en ileri burjuva ideolojisi olan Aydınlanma ile ilişkisini, onu eleştirerek mülk edinirken diyalektik olarak aşmasını ele almanın yeri değil. Sadece şunu söyleyelim: Özellikle Samir Amin’le geldiğimiz ortak coğrafyada, Müslüman halkların çoğunluk olduğu coğrafyada, Aydınlanma, burjuvazinin ve baskı güçlerinin (en başta ordunun) emperyalizmle en sıkı fıkı ilişkileri kurmuş kesimlerinin düşünce alanındaki kod adı gibi işlev görmektedir. Türkiye’den örnek verirsek hemen anlaşılacaktır: Aydınlanma bizde TÜSİAD ve NATO ordusu tarafından bayraklaştırılmıştır. Aydınlanma düşüncesini bu gerici güçlerden bağımsız olarak savunanlarla tartışırız, bugün onu aşan Marksizmin Aydınlanma’nın getirdiklerini zaten içerdiğini söyleriz, ama onlarla tartışmamız emekçi halk safları içinde bir tartışmadır. Ne var ki, bu işler öyle olduğu yerde durmuyor. Türkiye’de Aydınlanma ideolojisi bizim “kapıkulu sol” dediğimiz ve her biri Kemalizmden farklı ölçülerde etkilenmiş bir dizi odak tarafından İslamcı harekete karşı genelkurmay darbelerini destekleme stratejisine dönüştürüldü. Bu furyaya kendine komünist adını takan çevreler bile kapıldı. Bugünden geri bakıldığında bunun AKP’nin gücünü pekiştirdiğini görmemek mümkün mü?

Hayri Kozanoğlu dostumuz, Samir Amin’in “üçüncü alternatif” olarak andığı önerisini anlaşılan farklı görmüş. Ona göre, Samir Amin geçmişin Kemalizm-Nasırcılık tipi akımları ile siyasal İslam karşısında üçüncü bir alternatifi (Kozanoğlu’nun ifadesiyle “ulusal, halkçı alternatif bir demokratik hareket”i) savunuyordu. Açık konuşmamız gerekiyor. Samir Amin, Mısır’da Müslüman Kardeşler (İhvan) adını taşıyan gerici hareketin yükselişi karşısında Bonapartist el Sisi diktatörlüğünü ehven-i şer gibi sunmuştur. Tarihin gördüğü en büyük halk ayaklanmalarından biri olan, iki buçuk yıl boyunca Arap dünyasının incisi olan ülkeyi sarsan, proletaryanın da içinde ayrı ve çok önemli bir rol oynadığı Mısır devriminin celladı Bonapartist el Sisi rejimine olumlu bir rol yüklemek, Samir Amin’in Marksizminin gelip tıkandığı noktanın sarsıcı bir örneğidir.

Arap atı sonradan açılır!

Samir Amin’in Marksizmi bundan ibaret olsaydı, tartışmayı burada keser, emekçi ve ezilen halkın yanında duran, çalışkan ve direngen bir düşünüre saygımızı sunar, ama 20. yüzyılın sosyalist inşa deneyimlerinin uğradığı lanetin etkisinden kurtulamadığını da ekler ve yazımızı bitirirdik. Öyle değil. Samir Amin, 80’inden sonra hayatının en doğru politik adımını attı. İşçilerin ve Halkların Enternasyonali adında bir örgütün kurulması için bir girişim başlattı. Maalesef mirası içindeki bu en değerli parça, neredeyse sözü edilmeden, ikincil bir şeymiş gibi geçiliyor. Korkut Boratav’ın (ayrıca bir düşünsel sentez örneği olan) BirGün söyleşisinde bu konuya ayrıntılı olarak değinilmiş olması bu bakımdan çok doğru olmuştur.

Samir Amin’in 2000’li yılların ilk onyılı boyunca epeyce ilgi çekmiş olan Dünya Sosyal Forumu hareketinde yer aldığı biliniyor. Yukarıda yazdık: bu hareketin en güçlü bileşenlerinden biri olan Avrupa Sosyal Forumu’nun liberalliği ve gevşekliği konusunda bizim eleştirilerimizi paylaştığına kulağımızla tanık olduk. Ama yine de hareketin içinde olup, devrimci bir bakış açısını, liberalizme karşı kendi anladığı biçimiyle Marksizmi ileri taşımaya ve yaymaya çalışıyordu.

Sosyal Forum hareketi, dünyanın çeşitli köşelerindeki mücadelelerin itişiyle oluşmuş olsa bile, aslında devrimci, hatta sistem karşıtı hiçbir umut vaad etmeyen, solun küreselci ideolojiye teslimiyetinin ifadesi olan bir hareketti. Arkasındaki en büyük itici güç olan Brezilya İşçi Partisi’nin düzenin bütünüyle parçası haline gelmesiyle (sosyal demokratlaşma sürecini tamamlaması ile) barutunu tüketti. Bugün bir kadavradır.

Samir Amin, bunun elbette farkındaydı. Dolayısıyla, Venezüella devlet başkanı Hugo Chávez ile hemen hemen aynı dönemde yeni bir Enternasyonal önerdi. Onyıllar boyu biriktirdiği itibar, çeşitli kurumlarda aktif olarak hâlâ çalışıyor olması, dünyanın ayak basmadığı ülkesi kalmamış olması, yani her yerde ilişkileri olması sayesinde tekil bir bireyin önerisi olmakla birlikte bu girişim basbayağı bir ilgi de uyandırdı.

Dikkat edilsin. Bu öneri Sosyal Forum hareketinden farklı bir öneridir. Samir Amin kendisi kaleme aldığı gerekçe yazısında bu hareketin “yatay örgütlenme” ideolojisini açık açık eleştiriyor, önderlik ihtiyacının gerçekten mücadele eden her ortamda neredeyse doğal olarak ortaya çıkacağını hiç çekinmeden belirtiyordu. Ayrıca, önerilen şeyin “Forum” kavrayışının ötesinde bir örgüt olduğunu da vurguluyordu. Nihayet, daha önceki Enternasyonallere (hiç ad kullanmadan) sürekli olarak referans yapıyordu. Yani komünist hareketin (bugün solun çok çeşitli çevrelerinde toptan bir kenara atılan) geleneğine referansla kurulacaktı bu Enternasyonal.

Samir Amin’in trajedisi şudur: 80’inden sonra dikmek için çırpındığı zeytin ağacı için uygun toprağı yoktu! Maoizmden, onun Üçüncü Dünyacı milliyetçiliğinden, hurûç stratejisinden gelen biri için Enternasyonal neredeyse hayaldi. Kimlerle kurmaya girişecekti bunu? Eski Maoistlerin Çin'deki temsilcileri kapitalist bir devletin yöneticileri olmuştu. Batı’daki Maoistlerin çoğunluğu “yeni filozoflar” ya da postmodern düşünürler olarak Marsksizme ve proletaryaya sırt çevirmişlerdi. Geriye sosyal forum hareketindeki ortakları kalıyordu. Ama onlar yatay örgüt istiyorlardı. “Parti olmayan parti” istiyorlardı. Örgüt düşüncesi bile onları ürkütüyordu. Emperyalizme karşı savaş açmak yerine “alternatif küreselleşme” için mücadele ediyorlardı. Samir Amin’in girişimi iki olasılıkla karşı karşıyaydı: ya liberallerin ve postmodernlerin katılmasıyla, sosyal demokrasinin bütünüyle liberalleşmesine tepki duyan, ama kendisi bütünüyle düzenin parçası olan güçlerin pasifist, reformist, yeni sosyal demokrat örgütü haline gelecekti, Samir Amin’e rağmen; ya da kendi çevresinde toplanan ve dünyanın çeşitli ülkelerinde onun bu fikrini savunan iyi niyetli insanlarla sınırlı bir girişim olarak kalacaktı.

Bugün Enternasyonal, Marksizmin dünya devrimine dayanan programının üzerinde yükselen bir devrimci örgüt olarak anlamlıdır. Dünya muazzam sarsıntılı ve gelgitli bir döneme girmiştir. Sosyalist devrimle engellenmediği takdirde, geleceğimiz savaş, faşizm ve diğer gericiliklerin barbarlığının tehdidi altındadır. Ne kapitalizmi yumuşatarak, ne savaşa karşı pasifizmle yenilgiye uğratılamaz dünya kapitalizminin, emperyalizmin bu yıkıcı eğilimleri.

Samir Amin örnek bir atılım yapmıştı. Ama geç kalmıştı.

Trotskiy’in olağanüstü önemi

Bu yazı, 20 Ağustos günü yayınlanıyor. Bugün Trotskiy’in Stalinist bürokrasi tarafından sürgüne gönderildikten sonra mülteci olarak yaşadığı son ülke olan Meksika’nın başkenti Meksiko’da Stalin’in bir ajanı tarafından kafasına bir buz baltası indirilerek suikaste uğradığı günün yıldönümü. 20. Yüzyılın en büyük iki devrimcisinden biri olan (öteki elbette Lenin’dir!) Trotskiy’in anısı önünde eğiliyoruz.

Ama tam zamanıdır. Enternasyonal’i tartışıyorduk, Trotskiy’den söz etmenin tam zamanıdır. Bunu da yarın, Trotskiy’in hayatını yitirdiği 21 Ağustos gününün yıldönümünde yapalım.

Samir Amin’in neden geç kaldığını daha da iyi anlayacağız.