“Devrim, tarihin ilhamla donanmış çılgınlığıdır”: bir yazar olarak Trotskiy

Lev Davidoviç Trotskiy, sadece devrimci faaliyette, teorik çalışmada ve bir komutan olarak büyük değildi. Aynı zamanda çağının bütün uluslararası çapta aydınlarıyla boy ölçüşebilecek bir zihindi, edebiyata çok düşkün bir okurdu ve dolayısıyla muazzam bir yazarlık yeteneği vardı. Klasik Marksizmin bütün büyük isimleri iyi yazardır. Ama her biri kendi tarzında. Engels’in ayırıcı özelliği en zor meseleleri en eğitimsiz işçiye anlatabilecek bir yalınlıkta yazmasıydı. Lenin’in üstünlüğü, diyalektik mantık ile formel mantığı en iyi biçimde harmanlayan, argümanda en ufak bir açık bırakmayan, her teorik ve politik önermeyi bir matematik teoremi kanıtlarmışçasına dakik bir akıl yürütme ile temellendiren bir yazış tarzı olmasıydı. Luxemburg bir kadın devrimci olarak kişileri, şehirleri, yaşantıları, doğayı, günlük güzellikleri de yazı alanına sokan yaklaşımıyla diğerlerinden ayrılıyordu. Ama iki isim, yazarlık yeteneği bakımından diğerlerinden farklı bir yerde idi: Marx, antik Yunan ve Roma edebiyatından Shakespeare’e ve Heine’ye uzanan muazzam edebiyat aşkıyla yoğrulmuş, yer yer şairane denebilecek bir dile ve üsluba sahiptir. İşte klasikler arasında bu açıdan Marx’a en çok yaklaşan Trotskiy’dir. Kalemi o kadar güçlüdür ki, daha 1902’de, yani 23 yaşındayken Londra’ya giderek İskra çevresine girdiğinde ona hemen Kalem (Pero) takma adını verirler.

Devrimden manzaralar

Trotskiy bir yazar olarak, anlattığı olayları müthiş metafor ve mecazlarla zenginleştirir. 1917 yılı boyunca her gece büyülenmiş kalabalıklar karşısında devrimi konuştuğu Modern Sirk denen ortamı şöyle anlatmıştır örneğin:

“İşte Modern Sirk böyleydi. Kendine özgü çizgileri vardı, ateşli, şefkat dolu, çılgın. Bebekler, sükûnet içinde annelerinin göğsünü emiyorlardı, ama o göğüslerden kimi zaman onaylayan, kimi zaman öfke dolu haykırışlar geliyordu. Bütün kalabalık böyleydi, kupkuru dudaklarıyla devrimin meme uçlarına yapışmış bebekler gibi. Ama bu bebek süratle olgunlaşıyordu.”

Devrimde Marksizm ile kitlelerin karşılıklı rolünü özel bir sentez içinde şöyle anlatıyordu:

“Marksizm kendini bilinçsiz tarihsel sürecin bilinçli ifadesi olarak görür. Ama psikolojik anlamda değil, tarihsel-felsefi anlamda ‘bilinçsiz’ olan bu süreç, ancak doruk noktasında, kitlelerin, salt içten gelen basıncın etkisiyle toplumsal rutinin ötesine geçtikleri ve tarihsel gelişmenin en derin ihtiyaçlarına zafere giden bir ifade kazandırdıkları anda, kendi bilinçli ifadesiyle çakışır. Böyle anlarda çağın en yüksek teorik bilinci, kendileri teoriden en uzak olan ezilen kitlelerin dolaysız eylemiyle birleşir. Bilinç ile bilinçsiz olan arasındaki yaratıcı birlik genellikle ‘ilham’ olarak anılan şeydir. Devrim, tarihin ilhamla donanmış çılgınlığıdır.”

20. yüzyıl başının savaşını, 19. yüzyılın büyük Rus edibi, adaşı Lev Tolstoy’a yaraşır bir üslupla hikâye ediyordu:

“Hücumbotun metal gövdesi kendi topundan çıkan ilk atışla birlikte homurdanmaya ve haykırmaya başladı. Ani sarsıntılarla hareket ediyorduk: sanki bu demirden rahim, kendisini kavuran sancılar içinde gülleler getiriyordu dünyaya. Birden gecenin karanlığı bir parlama ile çırılçıplak kaldı: mermilerimizden biri bir petrol mavnasını yangın yerine çevirmişti. Volga’nın üzerinde beklenmedik, istenmeyen, ama göz kamaştırıcı bir meşale alev almıştı.”

Trotskiy boş yere edebiyat yapmaz. Her metafor, her mecaz bir alt anlam taşır. Buradaki doğum imgelerinin devrimin doğumu olduğu, İç Savaş yıllarından aktarılan bu sahnedeki doğumun, Modern Sirk’te kitlelerin kuru dudaklarını meme uçlarına yapıştırdığı devrimin doğumu olduğu açıktır.

Mizah ve yergi

Trotskiy hayatı çok ciddiye alan bir insandır, ama onun içine sinen komik yanı görmezlikten gelmeyecek kadar keskin bir zekâsı vardır. Birinci Dünya Savaşı’nda yaşamakta olduğu Fransa’dan 1916’da, bu ülkenin müttefiki Rusya’ya zarar veriyor olduğu için sınır dışı edilir ve İspanya’ya gönderilir. İspanyollar Trotskiy’i ne yapacaklarını bilemezler ve Havana’ya yollamaya karar verirler. Havana devrim Havana’sı olsa neyse! O dönemde bir koca batakhane gibidir. Trotksiy buna direnir ve Avrupa sosyalistlerinden de destek arar. Bu arada İtalyan Sosyalist Partisi’nin sol kanadının o dönemdeki önderi Serrati’ye de yazar. Trotskiy’e kulak verelim:

“Bundan sonra yazabildiğim her yere mektup yazdım. İtalyan milletvekili Serrati’ye şöyle diyordum: ‘Sevgili dostum, bir an kendini Tver’de Rus polisinin gözetimi altında hayal et. Seni Tokyo’ya ihraç edeceklerini söylüyorlar, yani hayatında gitmeye hiç ama hiç niyetlenmediğin bir yere. İşte benim Havana’ya zorunlu bir yolculuğun arifesinde Cadiz’teki durumum yaklaşık bu.”

Düşmanları ve politik hasımları için kalemi giyotin kadar keskindir. Bernard Shaw gibi bir yergi üstadı, ancak çevirilerinden okuyabildiği Trotskiy’in “Junius ve Burke’ü aştığını” yazıyor ve ekliyordu: “Lessing gibi, hasmının başını kestiği zaman elinde şöyle bir kaldırır ve gösterir ki içinde beyin olmadığı görülsün; ama kurbanının özel kişiliğine dokunmaz. Hasmında en ufak bir siyasi itibar bırakmaz; ama şerefine el değdirmez.” Sayısız örnek arasından birini aktaralım. Devrimden sonra Trotskiy Dışişleri Bakanı olarak Almanya ve müttefikleriyle Brest-Litovsk barış görüşmelerine katılır. Alman emperyalizminin, ordunun ne kadar hâkimiyeti altında olduğunu şöyle anlatacaktır:

“General Hoffmann ise müzakerelere oldukça canlı bir unsur katıyordu. Diplomasinin inceliklerine karşı sempatisi olmadığını açıkça belli ederek birkaç değişik noktada General asker çizmesini müzakere masasının üzerine yerleştirecekti. Kendi adımıza biz bu müzakerelerde Hoffmann’ın çizmesinin ciddiye alınabilecek tek gerçeklik olduğu konusunda bir an bile tereddüt geçirmedik.”

Mikroskop gözlü adam

Trotskiy Marksizmin en yetkin temsilcilerinden biri olarak büyük maddi güçlerin ve en başta sınıfların tarihteki nesnel ağırlığını hep vurgulamakla birlikte, yolunun kesiştiği insanların, en başta da yoldaşlarının kişisel özelliklerini hiç ihmal etmez. Onları büyük fırça darbeleriyle tasvir ettiği pasajlarda birer roman kahramanı gibi anlatır. Birçok örnek arasından en önemlisinden, Lenin’i tasvir ettiği pasajdan kısa bir bölüm okuyalım:

“Müthiş bir ahlâki tutkusu olan bir adam olarak Lenin insanlara karşı kayıtsızlık diye bir şeyi hayal bile edemezdi. Bir düşünür, gözlemci ve stratejist olarak insanlara ilişkin heyecanında gelgitler olurdu. Bu özelliğine [Lenin’in eşi] Krupskaya da anılarında değinir. Lenin bir insanı asla ilk bakışta tartmaz, ortalama bir yargı oluşturmazdı. Gözü mikroskop gibiydi: belirli bir anda görüş sahasına giren özelliği kat kat büyütürdü. İnsanlara sık sık âşık olurdu. Kelimenin en gerçek anlamında. Böyle durumlarda onu kızdırırdım: ‘Tamam tamam, yeni bir romans yaşıyorsunuz’ derdim. Lenin kendindeki bu özelliği biliyordu. Cevaben gülerdi, biraz utangaç ama aynı zamanda biraz kızgın.”

Bu iki insan bütün duyarlılıklarıyla, zekâlarıyla ve adanmışlıklarıyla bize Ekim devriminin unutulmaz mirasını bıraktılar. Aklın ve sözün gücünü kitlelerin hizmetine sunmak şimdi genç kuşakların görevidir.

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Kasım 2015 tarihli 73. sayısında yayınlanmıştır.