Berlin 25 (4): Politik devrimin yenilgisinden kapitalizmin restorasyonuna

17 Haziran ayaklanmasından sonra

Yazarlar Birliği Sekreteri

Stalin Bulvarı’nda bildiri dağıttırdı.

Şöyle diyordu bildiri:

Halk sorumsuzca hükümetin güvenini yitirmiştir

Ve ancak iki misli fazla çalışarak

Kazanabilir yeniden o güveni.

Peki ama daha kolay olmaz mıydı

Yönetim halkı feshedip

Yeni bir halk seçse kendine?

Bertolt Brecht, “Çözüm” şiiri (Doğu Berlin, 1953)

 

 

 

 

Bu dizinin daha önceki yazılarında şu saptamayı yaptık: 20. yüzyılın sosyalist inşa deneyimini yaşayan ülkelerde yüzyıl sonunda kapitalizmin restorasyonu esas olarak kendi ayrıcalıklarını özel mülkiyet güvencesi altına almak arayışı içinde olan bürokrasinin marifeti olmuştur. Somut gerçeklik, en basit olgular düzeyinde dahi bu önermeyi doğrulamaktadır. Sovyetler Birliği’nde, Çin’de, Bulgaristan’da, Polonya’da, Macaristan’da, Yugoslavya’da, Arnavutluk’ta, daha sonra Vietnam’da, günümüzde Küba’da gözlerimizin önünde olan biten tam da budur. 1989 yılında Berlin Duvarı çökmeden önce iki ülkede (Çekoslovakya ve Doğu Almanya) rejime karşı yoğun kitle eylemleri yaşandı. Berlin Duvarı’nın ve bütün Doğu Avrupa’nın çöküşünden sonra ise yolun en sonunda Romanya’da bir ayaklanma patlak verdi ve çok kısa süre içinde bir rejim ve düzen değişikliği ile sonuçlandı. Bu üç vaka, bürokrasinin dışında halk kitleleri içinde bazı kesimlerin de rejim değişikliğinde etkili olup olmadığı sorusunu doğuruyor.

Üstelik bu soru sadece sözü edilen üç ülke için sorulmamalı. Bir kez bürokrasinin işçi devletlerinin yıkılmasında ve kapitalizmin yeniden kurulmasında sorumluluğu saptandı diye rehavete kapılmak büyük bir yanlış olur. Çünkü kitlelerin ayağa kalktığı ülkeler dışında da asli bir soru örtülü olarak kendini hissettirmektedir: Şayet bunlar işçi devletleri ise ve kapitalizmden üstün bazı özellikler taşıyorsa, bu devletler ve düzenler yıkılırken başta işçi sınıfı olmak üzere kitleler neden sürece müdahale edip karşı çıkmamıştır? Başka biçimde ifade edelim: Yukarıdaki üç ülkede halk kitlelerinin en azından bir bölümü var olan rejime karşı aktif olarak mücadele etmiştir, ama öteki ülkelerde de kitleler en azından pasif kalarak, hatta siyasi biçimler almayan bir onay vererek kapitalist restorasyonu kolaylaştırmışlardır denebilir.

Öyleyse, bu yazı dizisinin son bölümünde önümüze şu soruyu koyalım: Halk kitleleri işçi devletinin getirdiği kazanımları savunmak üzere neden mücadele etmemişler, hatta bazı ülkelerde aktif olarak rejimin yıkılmasına katkıda bulunmuşlardır?

Bu sorunun cevabını verebilmek için önce 1989-91 dönemecinin, çöküşün öncesine bakmak, işçi sınıfı ve daha geniş halk katmanlarının bürokratik olarak yozlaşmış işçi devletleri tarihindeki tutumunun ne olduğunu anlamak gerekiyor. Başka biçimde söyleyelim: 1989’a bir tarihten geçerek gelinmiştir. O tarihi bilmeyen ya da anlamayan 1989’da ne olduğunu da anlayamaz.

Politik devrim

1930’lu yıllarda itibaren, bürokratik yozlaşmanın Sovyet devletinin hücrelerine yerleşmesinin ardından,  devrimci Marksizmin öngörüsü iki alternatif olasılık ile tanımlanmıştır. Ya işçi sınıfı bürokrasiyi bir devrimle devirecektir, ya da bu olmadığı takdirde bürokrasi kapitalizmi yeniden tesis edecektir. Buradaki devrim kavramının içeriği ve kapsamı, tarihte burjuva devrimi ve sosyalist devrim olarak bildiğimiz devrim kavramlarına göre farklıdır. Bu sonuncular, doğuş dinamikleri ve tarihi sonuçları bakımından bir toplumun bütün sosyo-ekonomik yapısını altüst eden, üretim tarzının değişmesine yol açan özelliklere sahiptirler. Bunlara bu yüzden sosyal devrim adını veriyoruz. Oysa 1930’lu yıllarda Sovyetler Birliği için, İkinci Dünya savaşı sonrasında ise yeni işçi devletleri için hedeflenen devrimin böyle bir dönüşüme ihtiyacı yoktur, çünkü sosyo-ekonomik bakımdan üretim tarzı zaten değişmiştir. Üretim ve dolaşım araçlarında büyük çaplı özel mülkiyet zaten oradan kaldırılmış, merkezi planlama piyasa karşısında üstünlük kazanmış, işsizlik sona erdiği için emekgücü piyasası ortadan kalkmış, bu özgül ürün bir meta olmaktan çıkmıştır. İşte bu yüzden sözü edilen devrim sadece devletin yapısında ve siyasette köklü bir altüst oluşa yol açacağından buna politik devrim denmektedir.

Peki, politik devrim öngörüsü bürokratik işçi devletlerinin gerçek somut tarihinde herhangi bir karşılık bulmuş mudur? Bu sorunun cevabı, tereddütsüz bir “evet”tir. Çeşitli bürokratik işçi devletlerinde, bazı ülkelerde işçi sınıfının öncülüğünde, bazı ülkelerde ise daha karmaşık sınıf bileşimleri temelinde büyük toplumsal patlamalar yaşanmış, dev halk hareketleri doğmuştur. Hızla ve sadece en önemlilerini sayacak olursak, 1953 Doğu Berlin ayaklanması, 1956 Macar devrimi ve Polonya’da büyük işçi eylemleri, 1968 Çekoslovak isyanı, 1970 Polonya işçi seferberliği, 1979-81 arasında Polonya’da dev Dayanışma (Solidarnosc) sendikası mücadelesi, 1989 Çin Tienanmen isyanı ana kilometre taşlarıdır. Marksizm için büyük kitleleri harekete geçiren dinamiklerin nesnel temellerini kavramak en önemli şeydir. Bunu, bir ikinci aşamada, kitlelerin hareketinin hangi ideolojik ve siyasi biçimlere büründüğü, ne tür önderliklerle ilerlediği, ne tür talepler ileri sürdüğü sorularına cevap arayarak mutlaka tamamlamak gerekir. Nihayet, uluslararası bağlar ve etkiler de elbette ele alınmalıdır, çünkü bu işçi devletleri kapitalist bir dünya ekonomisinden kurtarılmış kaleler gibidir, o ekonomi ve onun politik güçlerince kuşatılmıştır.

Sosyalist hareket Stalinizmin ağır çarpıtmalarının etkisinde bu büyük sosyal patlamaları ya görmezlikten gelmiş ya da “emperyalizmin oyunu” olarak bir kenara atmıştır. Bunun yukarıda sözü edilen sosyo-ekonomik, politik ve uluslararası faktörler arasından sadece üçüncüsüne bakarak yapılan, olsa olsa ideolojik ve siyasi alanda görülen bazı eğilimlere de yer veren, ama kitlelerin neden milyonlarıyla isyan ettiğini, ayaklandığını, bazı örneklerde siyasi iktidara el koymak için harekete geçtiğini hiç sormayan bir yaklaşım olduğu ortadadır. Macar işçileri neden kendi konseylerini kurmuş, bunları merkezileştirmiş ve bir ikili iktidar durumu yaratmıştır? 30 milyonluk Polonya’da neden 10 milyon işçi Solidarnosc’a, 3 milyon küçük tarımsal üretici de köylü Solidarnosc’una katılmıştır? Bir milyon Çinli neden aynen Gezi’de olduğu gibi haftalar boyunca başkent Pekin’in dev Tienanmen meydanını işgal etmiştir? Stalinistler bu soruları sormayarak ve güçleri olduğu yerde sorulmasına engel olarak sosyalizme büyük bir kötülük yapmışlardır.

Bu hareketlerin hiçbiri katıksız sosyalist ayaklanmalar değildir. İçlerinde her tür fikir mevcuttur. Milyonlarca insanın katıldığı bir büyük toplumsal patlamada bundan daha olağan bir şey olamaz. Türkiye’de Gezi ile başlayan halk isyanını yaşayanlar bunun ne kadar doğru olduğunu kendi deneyimleriyle anlayabilirler. Üstelik Türkiye’den (ya da Tunus ve Mısır devrimci deneyimlerinden) farklı olarak sosyalist partiler sadece zayıf ve demoralize değildir; bundan çok daha kötüsünden, bürokrasinin sözde “komünist” partisi dışında herhangi bir sosyalist örgüt ya da partiye onyıllardır hayat hakkı tanınmamış olan ülkelerden söz ediyoruz. Yani ayaklanan işçi sınıfına önderlik yapabilecek hiçbir Marksist örgütlenme yoktur!

Buna rağmen, bütün bu olaylarda hâkim siyasi doğrultu, daha iyi, daha adil, daha demokratik bir sosyalizm talebi olmuştur. Somut talepler de hep işçi sınıfının maddi sorunlarının giderilmesine ve siyasi rejimin işleyişinde daha fazla güce sahip olmasına yönelik olmuştur. Kafa karıştıran şey Doğu Avrupa’da Sovyetler Birliği baskısına karşı (bizce meşru bir içeriği olan) ulusal taleplerin zaman zaman Batı’ya hayırhah bakan bir söyleme yol açmasıdır (bizce meşru olmayan bir biçim). Stalinistler en çok kitle hareketinin bu kafa karışıklığını suistimal etmiştir.

Öyleyse, şu sonuca varabiliriz: Bürokratik olarak yozlaşmış işçi devletlerinin tarihinde dönemsel olarak ortaya çıkan bir politik devrim dinamiği çarpıcı biçimde mevcuttur, ama bu patlamaların hiçbiri zafere ulaşmamıştır. Bu sonuç çok önemlidir ve 1989’da ne olduğunu anlamak için anahtar rolü oynar. Lakin 1989’u anlayabilmek için bir de bürokrasinin bu isyan ve ayaklanmalar karşısında nasıl bir tavır takınmış olduğunu görmeliyiz.

Kişi âlemi kendi gibi bilir!

Bürokrasinin kendi hâkimiyeti altındaki toplumlarda politik devrime doğru açılan isyan ve ayaklanmalarda tutumu tam da Trotskiy’in öngörüsü doğrultusunda olmuştur. İşçi sınıfının ve büyük halk kitlelerinin daha fazla demokrasi, daha fazla ekonomik hak ve Sovyetler Birliği’nden bir ölçüde bağımsızlık talebiyle ayağa kalkmasına bürokrasinin cevabı bu eylemleri sert biçimde bastırmak, bazı önde gelen isyancıları öldürmek, önderlerini tutuklamak, yargılamak ve cezalandırmak, talepleri de bütünüyle görmezlikten gelmek olmuştur. Hızla üzerinden geçecek olursak, 1953 Doğu Berlin ayaklanması şiddetle bastırılmış, 1956 Macar devrimi Sovyet tanklarıyla ezilmiş, 1968’de “Prag Baharı” olarak anılan açılım Sovyet blokunun ortak askeri örgütü Varşova Paktı’nın ordularınca işgal yoluyla kontrol altına alınmış, 1979-81 Polonya Solidarnosc hareketlenmesi bir askeri darbe ile bastırılmış, yine 1989’da Pekin’in Tienanmen meydanındaki milyonluk eylem tanklarla yapılan bir saldırı sonucunda ezilmiştir.

Burada iki istisnadan söz etmek gerekir. Birincisi, Polonya 1956 ve 1970 olaylarıdır. Bu isyanlar esnasında iktidar partisi olan Polonya Birleşik İşçi Partisi kitle hareketinden bir ölçüde etkilenmiş, parti içinde kitlenin taleplerine daha duyarlı davranan kesimler bu olaylar sonucunda iktidara gelmiş, işçi sınıfına ve halka tavizler vermiştir. Bunun nedeni Polonya’nın özgül tarihsel gelişimidir. Bu ülke 1918’e kadar çok ağır bir ulusal sorun yaşamış, haritadan silinme noktasına kadar gelmiş bir ülkedir. Bu ulusal sorunun bir yönü de bütün o dönem boyunca Rus çarlığının Polonya’nın ekonomik bakımdan en gelişkin bölümü üzerinde sömürgeci güç olarak hâkimiyetini sürdürmüş olmasıdır. Bu yüzden bir Rus olgusu olarak görülen (Stalinist bürokrasi tarafından bir Rus olgusu haline de gerçekten getirilmiş olan) Sovyetler Birliği’ne karşı ulusal bağımsızlık duyarlılığı Polonya’da bütün öteki ülkelerden daha yoğundur, parti bile bu duyarlılığa taviz vermek zorundadır.

İkinci istisna, 1968 Prag Baharı’dır. Burada Çekoslovak Komünist Partisi’nin Sovyetler Birliği’ne karşı kafa tutması ve partinin en azından bazı kanatlarının kitle hareketi ile büyük bir yakınlık içine girmesi söz konusudur. Bunu Çekoslovakya’nın 1945-49 döneminde Kızıl Ordu’nun Doğu Avrupa’da işçi devletlerinin kuruluşunda oynadığı ağırlıklı rol bağlamında bir tek bu ülkede komünist partisinin gerçek bir güce sahip olmasına, bu partinin kapitalist düzenin yıkılmasında kendi eylemleriyle rol oynamış olmasına atfetmek mümkündür.

İstisnalar önemlidir, çünkü Sovyetler Birliği’ne karşı bağımsızlık dinamiğinin, yani ulusal sorunun 1989’da ne kadar önemli bir rol oynamış olduğunu bize hatırlatır. Ama sistem, en tepesinde Sovyetler Birliği’nin yer aldığı bir hiyerarşi içinde işçi sınıfının ve halk kitlelerinin özgürlük ve adalet taleplerine hep en sert biçimde yanıt vermiş olmaktadır. Polonya veya Çekoslovak partileri yalpalamış olabilir. Ama bir bütün olarak Sovyet sistemi “kanun ve nizam”ı sağlamak için esas görevi üstlenmiştir. Prag işgal edilmiştir.

Bürokrasi, bu ister isyan veya devrim yaşanan ülkenin kendi bürokrasisi olsun, ister Sovyet bürokrasisi, bu halk hareketlerini bastırmanın gerekçesini hep bu hareketlerin “karşı devrim yanlısı”, “emperyalizm taraftarı”, “sosyalizm düşmanı” olmasına bağlamıştır. 1956 ve 1970 Polonya deneyimleri hariç bütün patlamalarda hareketin bastırılmasının ideolojik gerekçesi, bu halk hareketlerinin “sosyalizm karşıtı”, “kapitalizm yanlısı” olması olmuştur. Yukarıda belirttiğimiz gibi, geniş kitle hareketi içinde her türlü eğilim mevcut olacaktır. Bürokrasi, bunlar arasında en gerici, en emperyalist Batı yanlısı akımları öne çıkararak iddialarını “doğrulamaya” çabalamıştır.

1956 Macaristan devriminde de, 1979-81 Solidarnosc mücadelesinde de, 1989 Tienanmen olayında da bürokrasinin iddiası bu hareketlerin amacının “karşı devrim”, “sosyalizmden uzaklaşma”, “kapitalizme dönme” olduğu olmuştur. İşin büyük ironisi şudur: Her defasında, bürokrasi, bu toplumsal hareketleri bastırdıktan sonra kapitalist restorasyonu kendi elleriyle hazırlamış ve sonra da gerçekleştirmiştir! 1956 Macar devrimi kanla ezildikten sonra ülkenin bürokrasisi bütün sosyalizm deneyimleri arasında (Yugoslavya’nın özel sistemi hariç) en piyasacı düzeni kurmuş, sonunda 1989’da kapitalist restorasyona yeşil ışık yakmıştır. Solidarnosc hareketini 1981’de askeri darbe ile bastıran Polonya bürokrasisi, 1980’li yıllarda kendi elleriyle kapitalizmin temellerini atmıştır. 1989’da Tienanmen hareketini kapitalizm yanlılığı ile suçlayan bürokrasi, hareketi bastırdıktan sonraki on yıl boyunca uyguladığı politikalarla kapitalizmin ülkeye yerleşmesini sağlamıştır.

Bu tablo bizi bir sonuca ulaşmaya zorluyor. Kesin olmayan, her bir isyanı veya devrimi ince ince araştırmayı gerektiren bir önerme olarak şöyle diyebiliriz: Bürokrasinin halk hareketlerini bastırırken söylediğinin tam tersi doğrudur. İsyanların bastırılmasında amaç ülkeyi veya sistemin bütününü kapitalizmden kurtarma değildir. Tam tersine, bürokrasi kendi restorasyon hamlesinin önünü açmak için kitle hareketini yenilgiye uğratmayı amaçlamıştır.

Böyle olmasa bile sonuç ortadadır: Halk hareketini karşı devrimcilikle suçlayan bürokrasinin kendisi karşı devrimcidir!

İşçi sınıfı işçi devletine sahip çıkmıyor

Yukarıda 1989’da yaşanan rejim çöküşünde üç ülkede kitle hareketinin önemli bir rol oynadığını belirtmiştik. Bunlar arasında farklar vardır: Çekoslovakya bir burjuva liberal akımın kitle hareketi üzerinde hegemonya kurmasının ve kapitalizmi restore etmesinin örneği olmuştur. Romanya, bürokrasi içinde bir kanadın bir kitle patlamasını manipüle ederek diktatörlüğün sinir merkezini yok etme (yani karı-koca Çavuşesku’ları yargısız idam etme) yoluyla kendi geleceğini korumasının sahnesi haline gelmiştir. Doğu Almanya, 1989’da daha önceki politik devrim dinamiklerinin kısmi bir rol üstlendiği tek ülke olmuştur. Bu ülkede ortaya çıkan kitle hareketinin en azından ağırlıklı bir bölümü, sadece Berlin Duvarı’nın yıkılmasından önce değil, yıkılmasının hemen ardından da, 1989 öncesinde görülen halk hareketleri gibi daha iyi bir sosyalizm peşinde idi. Doğu Almanya’nın göz açıp kapayana kadar kapitalist Batı Almanya tarafından ilhak edilmesi (1990), bir yandan bu dinamiği öldürürken, bir yandan da kitlelerin siyasi örgütlülüğünün önemini bir kez daha kanıtlayan acı bir deneyim oldu.

Bu örneklerde kitle sosyalist inşa deneyiminin çözülmesinde, bürokratik işçi devletinin çöküşünde açık seçik rol oynamıştır. Ama böyle açık bir katkının olmadığı durumlarda dahi işçi sınıfı ve halk kitleleri işçi devletinin kazanımları uğrunda mücadele etmemiştir. Kazanımların bir bölümü devam etmekteydi. Ama var olan düzen artık insanlık açısından parlak bir geleceğin vaatlerini taşıyan bir düzen değildi. İşçi sınıfı ve halk kitleleri daha iyi, daha özgür bir sosyalizm için ayaklanmaların her defasında kanla bastırılması karşısında durumun iyiye gidebileceğine dair umutlarını yitirmiş durumdaydılar. Üstelik işçi sınıfının öncüsünün küçük de olsa örgütleri on yıllar süren baskılar dolayısıyla mevcut değildi. Bürokrasinin eline geçmiş olan rejimin resmi partileri sosyalist eğilimler taşıyan proleter bütün unsurları 1930’lu yıllarda Stalinizmin Sovyetler Birliği’nde uyguladığına benzer yöntemlerle içlerinden söküp atmış, hatta fiziksel olarak tasfiye etmişlerdi. Kısacası, büyük kitleler toplumsal düzeyde yabancılaşmış, siyasi düzeyde atomize olmuş durumdaydı. Politik devrim provalarında kitlenin direnci kırılmıştı. Yani Stanistlerin iddia ettiği gibi büyük halk hareketleri değil onların bürokrasinin partisi ve silahlı kuvvetleri tarafından bastırılışı esas gerici rolü oynamıştır.

Ama bütün bunların bir hakikati örtmemesi gerekir: Kapitalizme dönüş, ne emperyalist askeri askeri müdahalenin ne de içeride kitlesel ayaklanmalar biçimini alan bir karşı devrimin ürünü olarak gerçekleşmiştir. 20. yüzyıl sosyalist inşa deneyimi kendi kendini kendi içinden yemiş bitirmiştir.

Trotskiy’in haklı olarak uyardığı gibi, bürokratik işçi devletlerinin mezar taşında şu yazıyor: “Burada tek ülkede sosyalizm programı yatıyor”!

Gelecek proleter enternasyonalizminin, yani devrimci Marksizmindir. Onun tek alternatifi ise kapitalist barbarlıktır.